19. yüzyıla Kadar Dünya Tarihi Nasıl Yazıldı?
Prof. Dr. Tahsin Görgün
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
19. yüzyılın başına gelinceye kadar tarih yazımında “Orta Çağ” kavramı henüz yoktur. Kelime olarak “Orta Çağ”a benzeyen, ancak aralarında anlamdan daha çok ses benzerliği olan ifadeleri kullanan, kıyıda köşede kalmış birkaç yazar olmakla birlikte, o yazarların eserlerinin Batı dünyasındaki tarih yazımı açısından, en azından yazıldıkları dönemde temsil gücü yüksek, bu cihetten ciddi bir etkisini görmüyoruz. Özellikle 18. yüzyılda tarihle alakalı yazılan eserlere baktığımızda -sadece tarihle alakalı değil çok farklı alanlarda- benzer bir durum olduğunu tespit edebiliriz. Onları incelediğimizde aslında 18. yüzyılın Avrupalıları kendilerini, bu dünyada yaşayan diğer insanları kendileri gibi “normal” insanlar olarak görüyor, onlarla iletişim ve etkileşimi normal bir çerçevede kabul edip o şekilde davranıp yazıyorlardı. Batı Avrupa’da yaşayan insanlar olarak özellikle Avrupa dışında yaşayan insanlardan kendilerini “üstün” görmüyordu. 18. yüzyılın Avrupalıları özellikle Osmanlı dünyası ve Asya’daki diğer topluluklar söz konusu olduğunda onlarla ilişkileri “normal” bir düzeyde idi. 19. yüzyılın başına geldikten sonra tavırlarının adım adım değiştiği gözlenebilir. Avrupalılar artık kendilerini bir şekilde yerkürenin hâkimleri, sahipleri gibi görmeye başlıyorlar. Ondan sonra da zaten bütün insanlığa, geçmişe, insanlığın geçmişine bakışları değişiyor. Buna göre de tarih yazarlığını değiştiriyorlar.
19. yüzyıla kadar Batı’da dünyaya bakışının, daha doğrusu “Dünya Tarihi” algısının ipuçlarını bize sunan bir şiir vardır. Şiir, ünlü Alman şair-filozofu Goethe’ye (öl. 1832) aittir. 22-23 yaşlarında iken yazdığı bir şiir. “Mahomets Gesang” başlıklı bu şiir Türkçeye “Kaside-i Muhammediyye” olarak tercüme edilmiştir.[1] Hakikaten bir kaside fakat bu kasidede anlatılan sadece Hz. Peygamber (sas) değil. Şiirin başlığı dışında hiçbir yerinde Hz. Peygamber’in ismi bile geçmemektedir. Burada anlatılan aslında tam bir Dünya Tarihi. Yani; “Dünya Tarihi’ni anlatan bir şiir verin bana!” deseniz hemen size bu şiiri verirdim. Özellikle 19. yüzyılın başına kadar “Dünya Tarihi”nin nasıl algılandığını merak edenlerin bir şiir tadında Dünya Tarihi okumak isteyenlerin okuyacakları, bakacakları şiir bu… Şiir’e şimdi kısaca bakalım:
Kaside-i Muhammediyye
Kayalıklardan fışkıran,
Şu neşe pınarına bakın;
Bir yıldız çakışı sanki;
Bulutlar üzerinde,
Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,
Derûnunda koruluktaki kayalıkların.
***
Taptaze gençliğiyle,
Sıyrılıp bulutlardan
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincinden yine
Sinesinden asumana.
Şimdi buradaki önemli noktalardan birisi kullanılan metafor tabii ki. Bu metafor bir temsil ve bu temsilde kullanılan önemli unsur “su”. Bilindiği gibi suyu ve özellikle yağmuru rahmet olarak kabul ederiz. Rahmet demek varlık ve hayat kaynağı demektir. Yani; “Hayat ve canlı varlığın kaynağı, canlılığını yitiren hayatı yeniden ihya eden nedir?” diye sorarsanız tabii ki cevabı su olacaktır. Bu şiirde suyu ifade eden kaynak tabiri hem Hz. Peygamber’i hem İslâm dinini ve Müslümanları hem de İslâm medeniyetini işaret etmektedir.
Katmış da önüne rengârenk çakılları
Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,
Ve bir önder azmiyle
Götürüyor beraberinde,
Nice kardeş pınarları
***
Vadilerden aşağı
Çiçeklenir geçtiği yerler,
Ve çimenler
Soluğuyla yeşerir.
***
Lakin eyleyemez onu,
Ne gölgeli vadiler,
Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,
Dizlerine kapanan çiçekler,
Basıp ovayı ta içlere kadar ilerler,
Sonra döne dolana akar gider,
Yoldaşı oluverir akarsular,
Ve şimdi güneş parıltılar içinde
Girer ovaya.
Ve onunla parıldar ova,
Ve ovalardan gelen ırmaklardan
Ve dağlardan inen derelerden
Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş!
Kardeş, kardeşlerini de al yanına,
O kadim Yaradana,
Kucağını açıp bizi bekleyen
O ebedi ummana kavuştur.
Goethe’nin burada ifade ettiği “kardeş pınarlar” diğer din mensuplarıdır. Hakikaten de bakıyorsunuz İslâmiyet’in tebliğ edildiği dönemde Hristiyanlık da Yahudilik de aslında tam bir dağılmışlık ve çözülme sürecinde kelimenin tam anlamıyla bir yok olmanın eşiğinde, hiçbir canlılık alametleri kalmamış durumda. Bu manzarayı tarihçiler anlatırken, örneğin H. G. Wells’in (öl.1946) Dünya Tarihi adlı eserinde 7. yüzyılı anlatırken durumu -mealen- şöyle tasvir eder: Miladi 7. yüzyılda pek beklenmedik, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir şey oldu. Yani o güne kadar neredeyse hiçbir şey yapmamış olan Arapların yaşadığı Arap Yarımadası’nda birden bir hareket ortaya çıktı ve bu hareket bütün bir insanlığın kaderine hükmetti. Bu durumu tasvir ederken Wells ilgili eserinde şu cümleyi sarfeder: “They gave the world a new culture/Dünyaya yeni bir kültür verdiler.”[2] Tabi buradaki kültürü hars yani ekin, bir şeylerin yetiştirilmesi olarak düşündüğümüzde, İslam’ın tebliğinin insanlığın ahlakı, sanatı yanında hukuk ve siyasetini canlandıracak şartların oluşturulması yoluyla dünyaya bir canlılık getirdiğini açıkça ifade ettiğini söyleyebiliriz.
“Kardeşlerini de al yanına!” derken Goethe’nin işaret ettiği nokta şu: Müslümanlar diğer din mensuplarıyla irtibata geçtiklerinde onların din özgürlüklerini, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) ilkesine bağlı olarak baştan teminat altına aldılar ve onlar da Müslümanların yaşadığı canlı dinî hayata bakarak kendi dinlerini ihya ettiler. Hristiyanlık yeniden ihya oldu, Yahudilik yeniden ihya oldu, kısacası bir şekilde Müslümanlarla irtibat kuran diğer din mensupları kendi dinlerini ve kültürlerini Müslümanlara bakarak ihya ettiler, yeniden inşa etme çabası içerisine girdiler.
Ah! O kollar ki beyhude açılmış,
Bağrına basmak için hasret çekenleri;
Zira şu ıssız çölün
Haris kumları bizi yiyip bitirecek;
Güneş yukardan kanımızı içecek;
Bir tümsek engel göle ulaşmamıza!
Kardeş!
Al ovalardan bütün kardeşleri,
Dağlardan bütün kardeşleri al
Eriştir hepsini yüce Yaradana!
O dönemde yaşayan insanların farkında oldukları temel husus şu şekilde ifade edilebilir: Eğer İslâmiyet gelmeseydi şu anda bildiğimiz bütün dinler, bütün kültürler yok olacaktı. İslâmiyet’in gelmesiyle birlikte bütün dinler ve kültürler varlığını muhafaza etti. Muhafaza etmenin ötesinde kendilerini geliştirme fırsatı buldular. Tarihin amacı, bu dönemde etkin olan aydınlanmacı düşünürlere göre, farklı din, dil ve kültür mensuplarının birbirlerine düşmanlık yapmadan hep birlikte yaşayabilmeleridir. Bunu tarihte ilk defa sağlayan hareketin, -düşünme tarzı ve hayat formunun- ise İslâmiyet, Müslümanlık veya Hz. Peygamber’in tebliği, diyor Goethe.
Haydi, gelin hepiniz!
Nasıl da coşmakta şevkle;
Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!
Parlak zaferlerle ilerlerken,
Ülkelere ad verir,
Geçtiği yerlerde şehirler kurulur.
Durdurulamaz muttasıl akar köpürerek
Öyle cömert bir fıtrat ki o,
Parlayan kuleleri,
Ve görkemli mermer sarayları
Böylece ardında bırakıp gider.
Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,
Taşıyor devasa omuzlarında;
Ve bir uğultu ki rüzgârda,
Sırtında binlerce yelkenli,
Hep onun ihtişamına şahit
Ve böylece bütün kardeşlerini,
Evlatlarını, hazinelerini,
Neşe saçan kalbiyle
Götürür bekleyen Yaradana.
Goethe’nin bu şiirine göre tarih amacına ulaşmış. Ahirzaman Peygamberi gelmiş ve bütün insanlığın önünü aydınlatmış. Önünü aydınlatmanın anlamı da şu: Bütün insanlığı yaratıcılarıyla buluşturacak bir yaşama ve inanma tarzını bütün insanlığa öğretmiş ve böylece tarih amacına ulaşmış. Bu esasen “tarihin sonu” tabirine, tezine farklı bir yaklaşımın ifadesi bu. Ancak zamanla ve özellikle 19. yüzyıldan sonra bu tarihin sonu meselesinin daha farklı şekilde savunulduğuna şahit ..