Öz eleştiri; kişinin kendisini objektif bir şekilde değerlendirmesi, hatalarına karşı daima ilkeli, açık ve dürüst bir tavır takınmasıdır. Yine öz eleştiri, nefsini temize çıkarmadan, kusurlarını ve aykırılıklarının üstünü örtmeden, onları başkalarına veya eşyanın tabiatına bağlamadan bu hatalarından pişman olması, bunları bir an evvel telafi etmesi ve bir daha aynı veya benzer bir hata işlememeye gayret etmesidir.
Bu kapsamda kişinin zaman zaman kendisiyle yüzleşmesi, tespit ettiği hatalarını veya eksikliklerini yeniden gözden geçirmesi, bunların sebeplerini dışarıdan değil içerden araması, nefsini karşısına alıp ondan hesap sorması gerekir. Belki bu durum çok kolay olmasa da ve ilk etapta insanda bir mahcubiyet ve aşağılanmışlık duygusu uyandırsa da sonuç itibarı ile kişiyi daha iyi bir yere sevk edici özelliğe sahiptir.
Birey ve toplumların gelişmesi açısından son derece önemli ve hatta zaruri olan öz eleştiri, eksiklikleri araştırıp bulma, ıslah ve ikmal etmek üzere daha iyisini yapma, yaptığı işin sağlamasını yapma, yeniden değerlendirme, gözden geçirme, bir takip ve kontrol mekânizması olup tabiri caiz ise sigorta görevini görmektedir. Çünkü yaptıklarını gözden geçirmeyen kişi hatalarını ve kusurlarını göremez. Hatalarıyla yüzleşme cesaretini gösterebilen fert ve toplumlarda gelişme süratle devam eder. Toprağa atılan bir tohum tabiatla, rüzgârla, atmosferle yüzleşmeyi göze alabilirse çiçek olur. Eğer toprağın altında kalırsa çürüyüp gider. Fikir ve düşünceler de aynı şekilde dış etkiyle temas ederek ancak gelişebilir (Bk. Musa Turşak, Kur’ân’da Öz Eleştiri).
Yaşam felsefesini Kur’ân ve sünnetten alan bir Müslüman için öz eleştiri gerekli ve muteberdir. “Kendinizi beğenip temize çıkarmayın.” (Necm, 53/32) âyeti bu minvalde değerlendirilebilir. Çünkü İslam’ın izlerinin olduğu bir kültürde öz eleştiri bir anlamda “oto kontrol” anlamındadır. Benzer şekilde öz eleştiri kavramı tevazu ve hoşgörü kavramları ile de irtibatlıdır. Zira öz eleştiriyle kendi hatalarının farkında olan birey başkalarının hatalarına yaklaşım noktasında daha makul ve hoşgörülü olur.
Bireyin anlam arayışı çabasının geçerli olduğuna ve bunun sürekli olacak şekilde sürdürülmesi gerektiğine yönelik en önemli destek vahiyden gelmektedir. Allah, gönderdiği son kitap Kur’ân-ı Kerîm ile insanın anlam arayışının değerli olduğunu vurgulamış, dahası insan için bu çabanın bir gereklilik olduğunu vahyetmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’e bakıldığında dünya ve ahiret mutluğunun ancak aklı doğru kullanma ile elde edilebileceğine dair pek çok âyet bulunduğu görülür.
Bu âyetlerin ortak vurgusu, kişinin kendini bilerek Rabb’i ile doğru bir iletişim yolu geliştirmesinin zarurî olduğudur. Kişinin kendini bilmesi, Rabb’ini ve Rabb’inin yarattığı diğer varlıkları anlamlandırması ise eş zaman içerisinde ve aklın sistematik olarak kullanılması ile mümkündür. Allah (cc) insanı bir başına bırakmamıştır. Bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de aklın nasıl kullanılabileceğine dair ilkelerin yanında düşünmenin nasıl olması gerektiğine yönelik sayısız örnek de bulunmaktadır. Bu durum eleştirel düşünülmesini ve öz eleştiri yapılmasını istendiğini göstermektedir. “Yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.” (Hucurât 49/6) şeklindeki uyarıyla, bilgiyi araştırma neticesinde sağlam delillere göre değerlendirme yapma salık verilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de öz eleştiriye konu olabilecek birçok örnek bulmak mümkündür. Hz. Âdem ve Hz. Havva annemizin yasağı çiğnediklerini anladıklarında, “Ey Rabb’imiz! Biz kendimize yazık ettik, yaratılış gayemize aykırı hareket ettik; bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen, büyük zarara uğrayanlardan olacağız” (A’raf 23) demeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Bu, büyük bir davranıştır; doğru olan da budur. Aynı zamanda da insan nefsinin olgunluğunun ifadesidir. Bir mü’minin kendi zaaflarının, kusurlarının farkına varması tövbe ve istiğfarla Rabbine sığınmasını beraberinde getirmelidir. Şeytana lanetlenme kapısını açan ise bu yönü kabullenmeyişidir. Üstelik o, kibirlenme yoluna gitmiş ve şöyle demiştir: “Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” (Sâd 38/76).
Hz. Âdem ve Hz. Havva annemiz ilk defa günahın ne olduğunu anlamış, bundan dolayı yüreklerinde derin bir pişmanlık ve utanma duygusunu hissetmişlerdir. İçine düştükleri zor durumdan kurtulmanın şaşkınlığı ile çaresiz bir şekilde Allah Teâlâ’nın merhametine sığınarak af dilemişlerdir. Allah Teâlâ, benzeri durumlarda insanın nasıl davranması gerektiğini bu örnekte olduğu gibi Hz. Âdem’e ve Hz. Havva annemize tövbe etmeyi öğreterek göstermiştir. Bu durum, öz eleştirinin ilk örneği olması açısından insanlar için hayati bir öneme sahiptir.
Aynı şekilde Hz. Yûsuf’un maruz kaldığı iftira olayı ve sonrasında gelişen olaylar, öz eleştiri açısından değerlendirilmesi gereken başka bir hadisedir. Bu olayda işlenen ana tema, nefsin arzularına karşı dikkat edilmesi gerekliliğidir. Çünkü insanı yaratılış gayesinden uzaklaştıran ve sonunda öz eleştiri yapmak zorunda bırakan terbiye edilmemiş nefse karşı son derece uyanık ve tedbirli olmak gerekir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Yûsuf’un dilinden şöyle buyurmaktadır: “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabb’imin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabb’im çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.” (Yûsuf 12/53).
“Zünnûn’u (balık sahibi/Yunus’u) da (hatırla!) Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken (balığın karnında) karanlıklar içinde: “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ 21/87) Bu âyette de görüldüğü gibi Hz. Yunus “Seni eksikliklerden uzak tutarım” derken dolaylı olarak kendi eksikliğini kabullenmiş olup Rabb’e karşı acziyetini itiraf etmiştir (Sâbûnî, Safvetü’t-tefâsîr, 2/758). “Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.” derken de hatasını kabul etmiş ve bundan dolayı pişman olmuş bir şekilde Allah’ın merhametine sığınmıştır. Bu kıssada da güçlü bir öz eleştiri vurgusu olduğu görülmektedir.
Yine Uhud Savaşı’nda Müslümanlar yenilgiye uğradığında, Kur’an-ı Kerim onlara yenilginin sebebinin kâfirler olmadığını, tam tersine yenilginin kendilerinden kaynaklandığını bildirmiştir: “Başkalarını iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca mı ‘Bu nereden?’ dersiniz. De ki: O, kendi tarafınızdandır; doğrusu Allah, her şeye kâdirdir.” (Âl-i İmrân 165). Bu âyette Uhud Savaşı’nda Müslümanların yaşadığı şok ve şaşkınlığın etkisiyle “Bu, nereden başımıza geldi?” demelerine karşılık, “Onların (müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz…” ifadesiyle Allah (cc) Müslümanları bir yandan teselli ederken, bir yandan da yaşadıkları sıkıntının sebeplerini dışardaki unsurlara bağlamamalarını ikaz ederek dikkatleri kendi üzerlerine çekmeleri gerektiğini buyurmaktadır (Nahcuvânî, Fevâtîh, 1/133.)
Her biri gökteki bir yıldız gibi olan sahâbe-i kirâm, vahyin nüzûl ortamına şahit olmaları ve Hz. Peygamber’in (sas) terbiyesinden geçmeleri nedeniyle İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşayan örnek nesil olmuştur. Buna rağmen beşer olmaları nedeniyle zaman zaman kendilerinden sadır olan hatalarını büyük bir olgunlukla kabul edip nefs muhasebesi yaptıkları görülmektedir. Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Amelleriniz teraziye konup tartılmadan siz amellerinizi tartınız. Hiçbir şeyin gizli kalmayacağı o büyük gün için kendinizi hazırlayınız.” (İbn Kesîr, Tefsîr, 1/134).
Bir gün Hz. Ömer minberde, boşanan kadına dört yüz dirhemden fazla mehir vermeyi yasakladığında, bunu duyan Kureyşli bir kadın Hz. Ömer’e gelir ve şöyle itirazda bulunur: Allah Teâlâ “Eğer bir zevceyi bırakıp da başka bir zevce almak isterseniz öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın.” (Nisâ 4/20) buyurarak bize bu hakkı veriyor da Ömer bu hakkımızı engelliyor öyle mi?” Bu söz üzerine Hz. Ömer, “Bir kadın doğruyu bildi, Ömer ise hataya düştü.” (Zekiyyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, 113) demek suretiyle öz eleştiride bulunmuş ve önceki kararından vazgeçmiştir. Bu hadisede kadın sahâbenin çekinmeden Hz. Ömer’i eleştirmesi ve hakkını araması, diğer taraftan Hz. Ömer’in (ra) bu eleştiriyi anlayışla karşılaması ve öz eleştirel bir yaklaşımla niyetinden vazgeçmesi takdire şayan bir durumdur.
Bir defasında, Hz. Bilâl-i Habeşî ile münakaşa eden Hz. Ebû Zer tartışma sırasında Hz. Bilâl’e, “Siyah kadının oğlu” der. Olay duyulunca cahiliye dönemine ait bu tavra Hz. Peygamber (sas) çok kızar ve Hz. Ebû Zer’e “Ey Ebû Zer! Onu annesinin renginden dolayı ayıpladın hâ! Demek sende hâlâ câhiliye kalıntısı var.” (Buhârî, “Îmân” 22) diyerek onu azarlar. Bunun üzerine Hz. Ebû Zer başını mescidin eşiğine koyarak “Bilal siyah ayağıyla yanağıma basıp çiğnemedikçe, vallahi başımı yerden kaldırmam” diyerek pişmanlığını dile getirir. Hz. Bilal ise yerden Hz. Ebû Zer’i kaldırır, “Bu yüz basılmaya değil, öpülmeye layıktır.” diyerek onu bağrına basar. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in (sas) en seçkin arkadaşları bile zaman zaman yanlış yapabilmektedir. Ama bu yanlışlarında asla ısrar etmemişlerdir. Zira biliyorlardı ki, hatadan dönmek fazilettir, hatada ısrar etmek ise o hatadan daha büyük bir hatadır (Şadi Eren, Kardeşlik Felsefemiz, 53).
Tâbiri caiz ise bir doktorun hastasına doğru teşhis koyması neyse öz eleştiri de odur. Öz eleştiri doğru bir teşhis olduğu gibi aynı zamanda bir tedavidir de. Yani öz eleştiri eyleminde insan hem doktor hem de hastadır. Birçok insan karşılaştığı sorunların ve çektiği acıların faturasını genelde kendisinin dışında bir şeye ya da kişiye çıkartır. Suçu başkalarında aramak belki insanı geçici olarak rahatlatır ama sorunları ortadan kaldırmaz. Ve bu durum insanın bireysel gelişimine katkıda bulunmadığı gibi, insanın önüne kocaman ve aşılmaz duvarlar da örer. İnsanın, sorunları için başkalarını suçlaması, Nasrettin Hoca misali evinde kaybettiği anahtarı daha fazla ışık var diye sokak lambasının altında aramasına benzer. Oysa bu beyhude bir çabadır. Çünkü anahtar evin içinde; çünkü sorunların nedeni kendi içimizde.
İnsanın kendisine yakışan güzel davranışları sergileme sorumluluğu vardır. Fıtratına ve yaratılış gayesine uygun olmayan davranışları sergileyenler ancak öz eleştiri ile kaybettiği itibarını kazanabilir, rotasını ve istikametini düzeltebilirler. Çünkü öz eleştiri, kişiye hatasını gösterme fırsatını verir. İnsan günlük hayatının meşguliyetinde ve işlerinin yoğunluğundan nefsini ihmal edip zaman zaman gaflete düşebilmektedir. Bazen istemeden hedefinden sapmakta ve meşakkatli bir yola girebilmektedir. İşte bütün bu olumsuzlukları bertaraf etmek, istikameti elde edip yolunu kaybedenlerden olmamak için zaman zaman kişi kendisiyle yüzleşmeli, hatalarını görüp rotasını, Kur’ân-ı Kerim’in deyimiyle nebîler, sıddıklar, salihler ve şehitlere göre düzeltmelidir.
Birçok sorunla yıpranan insanlığın öz eleştiri ve tövbeyle, manevî değerlerle dirilişinde çıkış yolu ve ilham merkezi suffalar olmalıdır. Bu ilim meclislerinde yetişen sorumluluk sahibi müminler, Kur’ân-ı Kerîm’in ilkelerini referans almak, Hz. Peygamber’in (sas) örnekliğini günümüze taşımak, disiplinli olmak, ortak aklı devreye sokmak mecburiyetindedir. Nefis muhasebesi yapıp tüm kâinatı Kur’ân ile okumak, ruhu iman hakikatleriyle beslemek ve âlem-i İslâm ile insaniyetin meselelerine çare aramak için Suffa İlim Meclisleri âdeta birer yapıtaşıdır. Allah’ın sevdiği kullarının istihdam olabileceği bu güzel mektepler, insana sorumluluklarını hatırlatır, istikamet üzeri durabilmeyi perçinler ve İslam kardeşliğini tesis eder. Her ne kadar zaman dilimi ve coğrafya değişmiş olsa da Dârü’l- Erkâm ve Ashâb-ı Suffa gibi nebevî medreseler ile Asr-ı Saâdet’in muhteşem iklimi ancak bu ilim meclislerinde yaşanabilir.
Öz eleştiri ve iman muhasebesi ile kendimize yolculuk yapmak, ruhumuzu doyurmak, imanımızı kuvvetlendirmek ve Yüce Allah’ın (cc) ikramlarından nasiplenmek istemez miyiz? Öyleyse ideal kulluk çizgisini yakalayabilmek, güzel ahlâklı muttakî kullardan olabilmek, sıkıntılardan kurtulup murada erebilmek ve yeryüzünü aziz dinimiz İslâm ile imar ve ıslah edebilmek için Suffa İlim Meclisleri vesilesiyle yenilenmenin tam da zamanıdır vesselam.