Müslüman toplumlarda iki yüzyılı aşkın bir süredir “Müslümanlar neden geri kaldı” sorusu etrafında tartışmalar devam ediyor. Bu tartışmaların en önemli sonuçlarından biri de Müslümanların genel olarak bir ahlâk krizi yaşadıkları tespitidir. Bu tespit yapılırken bazı genellemelere dikkat edilmesi daha adilane bir tavır olur. Çünkü bütün Müslümanları kapsayan tümel önermeler üreterek bireylerin, toplumların ve bütünüyle ümmetin neredeyse tamamen “ahlâksız” olduğu şeklindeki iddialar hem abartılıdır hem de gerçekle bağdaşmaz. Ancak genel bir geçiş, bunalım ve kriz dönemini farklı nesiller olarak tecrübe ettiğimiz ve halen bu durumun devam ettiği söylenebilir. Bu tür bir genel durum, elbette bir tek sebebe ya da birkaç sebebe bağlı olarak açıklanamaz. Ancak Müslüman toplumlarda eleştiri kültürünün sağlıklı bir şekilde yerleşmemiş olmasının oldukça genel ve yaygın bir mesele olduğu tespit edilebilir.
Türk Dil Kurumu sözlüğü, eleştiri kelimesinin genel kullanımının yanında edebiyat ve felsefe alanlarında kullanıldığına işaret eder. Arapça kökenli tenkit ve eski Yunanca kökenli kritik kelimeleri de eleştiri için Türkçede kullanılan kelimeler. En genel şekliyle eleştiri, bir inceleme ve analiz olarak tanımlanır. Felsefede doğru bilgiye ulaşmak, bilgiyi temellendirmek ve çok yönlü bir analiz sürecine karşılık gelir. Bütüncül bir inceleme ve analiz, bir insanda, bir grupta, bir eserde, bir olay ya da durumda olumlu ve olumsuz yanları birlikte görmek becerisini gerektirir. Eleştiri, öz eleştiriyi de kapsayan bir kavram olmasına rağmen öz eleştiri ile arasındaki bir fark vardır. Bu fark, eleştirinin yöneldiği muhatapla ilgilidir. Eleştiri, ötekilere ve dışarıda olanlara yönelirken öz eleştiri bireyin kendine, aidiyet duyduklarına yönelir.
Eleştiri için bir temel ve amaç gereklidir. Bir temele dayanmayan ya da sadece olumsuzlukları tespit etmeye yönelen bir anlayışın eleştirinin bütünlüğünü yakalaması mümkün değildir. Başka bir deyişle eleştirinin sadece bir yergi, kınama ya da muhatabının olumsuz özelliklerini tespit etmek olmadığını vurgulamak gerekir. Bu vurguyu yapmamızın sebebi, eleştiri ve öz eleştiri kültürüne sahip olmayan çevrelerde yetişmemiz ve bulunmamızdır. Toplumumuzda genel olarak liderleri, grupları, partileri ve hatta milletleri onaylayan ya da kınayan, yücelten ya da aşağılayan, aşırı seven ya da nefret eden bir zihniyet ve pratik daha fazla karşılık bulmuştur. Zihniyet, tutum ve pratik birlikteliği toplumsal kabule ve üretime de karşılık gelir. Bu da meseleyi sosyolojik bir konu haline getirir. Çünkü eleştiriden kaçınan ya da onu sadece hoşlanmadığının olumsuz yönlerini tespit etmek olarak kabul eden bir zihniyetin üretilmesi, toplumsal ilişkiler ve etkileşimler dolayısıyla üretilir.
Eleştiri, gerçekliğin çok yönlü olarak farkına varmak anlamına gelir. Bir insanın, grubun, derneğin ya da partinin kendi gerçekliğinin farkına varması, önyargılarının ötesinde bazen hoşa gitmeyen yönleri de fark ve kabul etmesiyle ilgilidir. Bu nedenle eleştiri ve özellikle de öz eleştiri, bireyler olarak insanlar ve aidiyet duydukları her türden sosyal örgütler ve kurumlar için asli bir ihtiyaçtır. Fakat bir yandan da can sıkıcıdır. İnsanlar gibi yapılaşmış sosyal örgütler de kendi gerçekliklerini bir bütün olarak görmeye genelde cesaret etmezler. Hatta çoğunlukla da edemezler. Böylece bir yozlaşma ve fayda odaklı güç ilişkileri kurumlaşmaya başlar.
Eleştirinin olmadığı yerde her şey mutlaklaşma gibi bir riski taşır. Halbuki insan ve insanların ürettikleri ve kurdukları yapılar, mutlak gerçeklikler değildir. Mutlak olabilmesi de mümkün değildir. İnsanın ürettiği her şey yine insanın yaradılışındaki ikileme bağlı olarak bozulmaya ve yozlaşmaya açıktır. Ayrıca kurumlaşmış bütün organize yapılar, zaman içinde tutucu hale gelmeye başlar. Böylece kendi durumunu ve sorunlarını tespit edemeyecek bir rutin sürekliliğe mahkûm olabilirler ki bunun çözücü etkisi fark etmeden yapıları hem içeriden hem de dışarıdan kolayca çökertebilir.
Burada “zenginliğin ve gücün bozucu etkilerine karşı nasıl direnilebilir” şeklinde bir soru akla gelebilir. Tutuculuğa bağlı yozlaşma, iktidar ve zenginliğin en önemli sonuçları olarak kabul edilebilir. Hemen hemen her dini yorum, mezhep, ideoloji, toplumsal hareket ya da öğreti bu değişimi bir şekilde tecrübe etmiştir. Zenginliğin ve gücün bozucu etkilerine karşı direnmek elbette kolay değildir. İnsanlık tarihine bakıldığında iman ve diğerkamlıkla verilen mücadeleler sonrasında elde edilen zafer ve gücün bozulma ve dağılma gibi riskleri daha çok ortaya çıkardığını görürüz. İşte eleştiri ve öz eleştiri kültürünün önemi burada ortaya çıkar. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ‘in hilafeti kendilerine muhalefet şartıyla kabul etmelerinin hikmetini de burada aramak gerekir. Doğru olanın yanında olmak ve yanlış olanı toplumdaki en aciz insanın bile dile getirmekten korkmadığı bir sosyal ilişkiler sisteminin oluşmasında eleştirinin ve öz eleştirinin birlikte etkileri olduğunu görürüz. Peygamberimiz’in terbiyesinden geçmiş ilk nesilde kendi muhasebesini yapma ve kendine eleştirel bir şekilde yönelme tavırlarının çok güçlü bir şekilde yerleştiğini anlıyoruz. Özellikle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in bu konuda çok iyi iki örnek olduğu da İslâm tarihinde açıktır. Hatta bu iki halife hem eleştiriye açık olma hem de kendi öz eleştirilerini yapma hususunda öncü isimler olarak da öne çıkar.
Bugün biz Müslümanlar ve sağduyulu bütün insanlar için de hâlâ en iyi örnek toplum modelini temsil eden ilk İslâm nesli, hakkı üstün tutmak, adaleti tesis etmek ve iyiliği yaymak gibi özelliklere sahip olmakla dikkat çeker. Bütün bu olumlu halleri yaşayan ve yaşatan neslin cahiliye denilen bir karanlık toplum tipinden çıktıkları da unutulmamalıdır. Bu elbette bir devrimdir. Ancak güç ve zenginlik elde etmiş bir grup azınlığın faydası için işleyen bir sisteme dönüşen bir devrim değildir. İnsanî ve ahlâki bir devrimdir, cahiliyenin batıl gerçekliğinden radikal bir kopuş ve insan fıtratına uygun bir yükselişe yönelmiştir. Öyle bir devrimdir ki bütün insanlık tarihini de değiştirmiştir. Cahiliyedeki halini sorgulayan, doğruyu arayan ve yanlışlarıyla yüzleşen bir farkındalık, bir aydınlanmadır. Eleştiri ve öz eleştiri olmadan bu çıkışın ve yükselişin olabilmesi mümkün müdür?
Çatışmalara, bölünmelere ve üzücü hadiselere rağmen İslâm tarihinde ilk nesillerin örnekliğindeki toplumların başarısı, sadece güç ve kanunlar üzerinden başarılmış bir model değildir. Başka bir deyişle sadece insanın kötülüğe meyledebilecek yönlerinin kısıtlandığı, yaptırımlarla korkutulduğu ve kanunlarla denetlendiği bir toplumsal yapı oluşmamıştır. Burada Allah’a şuurlu bir şekilde iman etme, kul olma, kendi varlığının gelip geçiciliğinin farkında olma ve kendi muhasebesini yapma gibi çok temel ilkeleri edinmiş, benimsemiş ve hayatına geçirmiş bir insan tipinin inşası merkezi bir yerdedir. İşte cahiliyeden, yani karanlıklardan çıkış da böylece mümkün olmuştur. Bu nedenle bu dönüşüm, insandan başlayan ve onu kendi iç yolculuğunda dönüştüren bir temele sahiptir. Elbette bu dönüşüm, insanın kendisinin de gayretini gerektirir. İnatla küfründe ısrar eden, önyargılarının kölesi haline gelmiş insan, tam da bu gayretten uzak kalmıştır.
Eleştirinin kurumlaşması hem bireyler hem de sosyal yapılar için dinamik bir sürekliliğin oluşmasını sağlar. Eleştiriden kaçınmak ise donuklaşmaya sebep olur. Güç odaklı rejimler ve
sistemler, yönetilenlerin itaati esasına dayanır. Burada insanların var olan iktidara şartsız ve sorgulamaksızın itaat etmeleri istenir. Böylece siyasi, iktisadi ve kültürel iktidar sahipleri kendilerine fayda ve güç devamlılığı sağlayan bir yapıyı tesis ettirirler. Genelde itaati sağlamanın yolu iktidarın görüşünü benimseyerek itaatkâr olanlara fayda sağlamak ve toplumda korku rejimi oluşturmaktan geçer. Peygamberlerin nebevi mücadeleyi sürdürdükleri cahiliye toplumlarında da durum bu şekilde işlemiştir. Peygamberler, geldikleri toplumlarda var olan ve süre giden bozulmuş yapıyı sorgulamışlar, kötülerin ve kötülüğün lehine işleyen düzenin yanlışlıklarına işaret etmişler ve düzeni değiştirmek için çaba göstermişlerdir. Elbette yapılaşmış ve gelenekselleşmiş bozuk düzenin sahipleri tarafından hoş görülmemişler, cezalandırılmışlar, dışlanmışlar ve hatta bazıları da öldürülmüşlerdir. Dikkat edilirse peygamberler, eleştirel ve sorgulayıcı bir tavırla hareket eden iman ve ahlak öncüleridir.
Peygamberlerin tevhid mücadelesinin en önemli ve öncelikli amaçlarından biri de iman temelinde insanların özgür kılınmasıdır. Cahiliye, gelenekçi bir güç odağında esaret rejimi ve sistemidir. Bir insan esaretten nasıl kurtulur? Öncelikle o insanın esir olduğunun ve esaretine sebep olan şeylerin farkına varması gerekir. Peygamberler, Allah tarafından görevlendirildiklerinde insanların akıllarına ve kalplerine hitap etmişlerdir. Bu hitap ve peygamber şahsındaki pratik örneklik fark edildiğinde esaretten özgürlüğe geçiş yolculuğu başlayabilir. Bunun için insanın kendine dönmesi gerekir. Kendine dönüş, kendini arayış ve kendini bilme çabası, insanın öz eleştiri şuuruna sahip olmasına ve üretilmiş önyargıların ötesinde hakikati bütün olarak anlama çabasına bağlıdır. Bu, elbette zor bir iştir. Öncelikle zahmetlidir. Oluşmuş ve hatta çoğunlukla geçmişte bir şekilde oluşturulmuş hazır kültürel kalıplara bağlı önyargıların ürettiği konfordan vazgeçmek kolay değildir. Ancak insani yükselişi yaşamak ve sürdürmek için bu konfordan vazgeçmek ve anlamanın zahmetini çekmek gerekir. Burada da eleştirinin önemli bir rolü olduğunu tespit edebiliriz.
Yazının başında Müslüman toplumların içinde bulundukları ahlaki krizde eleştirel düşüncenin kültürel olarak yerleşmediği ile ilgili iddialara dikkat çekilmişti. Bir şeyin eleştirilebilir olduğunu kabul etmek, onun insani, kültürel ve tarihi yönü olduğunu kabul etmek demektir. İnsani, kültürel ve tarihi olanın ötesinde olmak, insanı aşan, Allah’a ait ve bağlı başka bir hakikate işaret eder. Örneğin bir âyetin tevil ya da tefsiri eleştirilebilirken vahyin ya da ayetin kendisi eleştirilemez. Çünkü tevil ya da tefsir insani, kültürel ve tarihi sınırlara sahiptir. Ancak vahyin kendisi bu sınırların ötesindedir. Şayet şahıslar olarak insanlar, liderler, dernekler, partiler, ideolojiler vb. eleştiriden muaf görülüyorsa bunlar insanı aşan bir hakikat olarak kendi sınırlarının ötesinde mutlaklaştırılıyor demektir. Müslüman toplumlarda ahlâki krizin önemli sebeplerinden biri burada aranmalıdır. Herkesin kendisini ve benimsediği görüşü tam ve mutlak doğru kabul ederek muhalif olduklarını yanlış sayması bir çeşit kolaycılıktır. Siyahlar ve beyazlardan ibaret bir zihniyet, doğru ya da yanlış demeden kendinden olanı muhabbetle himaye ederken karşıtlarına öfkeyle saldırganlaşacaktır. Bu zihniyet, eleştiriden ve öz eleştiriden uzak durduğu gibi eleştiriyi sadece karşı olduklarının eksiklerini tespit etmek zannedecektir. Fanatizm ve aşırılıklar tam da bu şekilde kendilerine uygun bir zemin bulur ve kolayca üretilir. Dünyanın her yerinde Müslüman toplumlarda böyle bir tipin yaygın olduğu ve yaygın bir şekilde kendisini ürettiği inkâr edilemez.
Peygamberimiz’in, Allah’tan çokça bağışlanmasını istediğini ve O’na çokça tevbe ettiğini biliyoruz. Kendi muhasebesini yapan, Allah’a karşı sorumluluğunu bilen bir insanın hatalarını, günahlarını tespit etmesi, Allah’tan af dilemesi ve daha iyi bir insan olmak için çaba göstermesi, kendisi için büyük bir hamledir. Bu insani hâl, ancak öz eleştiri ile mümkündür. Hatta öz eleştiriyi bireysel bir özellik olarak kazanmak, kendi kusurlarına öncelikle yönelmeye sebep olduğu gibi sürekli başkalarının kusurlarını aramaya ve görmeye de engel olabilir. Olması gereken de budur. Hiçbir insan, grup, parti, ideoloji ve yorum eleştirilmez değildir. Ancak başka bir insan başta olmak üzere bu saydıklarımızdan herhangi birini eleştirmenin daha iyiyi ve doğruyu ikame etmekle ilgili bir amacının olması gerekir. Başkasının canını yakmak, onu tahkir etmek ve ona zarar vermek amacıyla değil, onun için daha iyi olanı isteyerek eleştirmek yapıcı bir çaba olabilir. Böylece eleştiri, hakkı, iyiyi ve doğruyu ikame etmek ve ahlâki bir yükseliş sağlamak için değer verilen bir tavır olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla hem eleştirinin hem de öz eleştirinin iyi niyetli olması önemli ve değerlidir.
İnsan, içine doğduğu toplumda var olan ve süre giden tutum ve pratikleri kendiliğinden benimsemeye meyillidir. Bu özelliği, onun var olan sosyal ve kültürel gerçekliğe uyum sağlama ihtiyacından kaynaklanır. Ancak bir yandan da insan, bu dünyadaki varlığını sorgulayan, varoluşuna anlam ve değer yüklemeye çalışan bir canlıdır. Bu arayış, insanın kendi fıtratına uygun, maddi ve manevi bir tatmin olma haline ulaşmak amacındadır. Bazen insanın içine doğduğu toplum öyle yozlaşmış ve insan fıtratına aykırı bir düzen oluşturur ki bu bozuk düzen bile insana normalmiş gibi gelir. Halbuki bozuk bir düzen, iyiliğe karşı kötülüğü, hakka karşı zulüm ve zorbalığı üretir. “Acaba bu düzen yanlış mı” diye sorgulayan insanlar vicdanlarının isyanına ulaşabilir. Bu isyanın rehberliğinde de karanlıkta olduklarının farkına varabilirler. Aslında insanlık tarihi boyunca peygamberlerin öncülüğünde İslâm’ın en önemli amaçlarından biri, bu farkına varma halinin oluşmasını sağlamaktır. Amaç, insana ne olduğunun ve ne olması gerektiğinin hatırlatılmasıdır. Ancak bu gelişme, insanın da çabasına bağlıdır. İslâm’ı kabul ettikten sonra da İslâmlaşmanın sürekliliği, bireysel sınırlarda bireyin kendi muhasebesini yapmasına ve kendini sorgulamasına bağlıdır. Bu da öz eleştiri ile mümkündür. İslâmlaşmanın sosyal ilişkiler üzerinden sürekliliği de kişilerin, grupların, kuruluşların iyilik ve doğruluk lehinde süreklilikleri ve değişimleri için eleştiriyi değerli bir kaynak olarak kabul etmelerine bağlıdır. Müslüman toplumlarda eleştiri, ayıp ve kusur arayıcılığın ötesinde kendi hakiki anlamını bulduğunda ve böylece hayata geçirildiğinde önemli gelişmelere kaynaklık edecektir. Aksi takdirde Müslümanlar, insanlık tarihinde kendi üstlerine düşen sorumluluğu üstlenmekten uzak kalmaya devam edeceklerdir.