İstisnalar bir yana, yüzyıllar boyu fikirlerini iktidarların meşrulaştırdığı bir çerçeve içerisinde ifade edebilen ve daha çok ulema ya da fukaha olarak temayüz eden Müslüman aydınlar, Batı dünyasında yaşanılan gelişmeler ve maruz kalınan sömürgecilik akabinde giderek eleştirel bir düşünsel tutum takınmaya başladılar. Bu tutum büyük ölçüde sömürgeciliğe karşı geliştirilse de ister istemez sömürgecilik karşısında sessiz kalan veya işbirlikçi bir tavır izleyen yerel iktidarlara da yöneltildi. Ne var ki son yıllarda, özellikle de İran ve Türkiye’de iktidar biçiminin değişmesi sonrasında, uzun zamandır görece muhalif ve eleştirel bir tutum içerisinde olan Müslüman aydınlar yeni ve farklı bir düşünsel kriz içerisine girdi. Esasına bakılırsa bu krizi Muâviye’den veya Ebû Hanîfe’den itibaren başlatarak meselenin iki farklı veçhesine dikkat çekmek de mümkündür. Çünkü bu krizin bir yanında iktidarlar/siyasiler dururken, öte yanında ise aydınlar/ulema vardır ve meselenin çetrefil yanı her iki tarafın da Müslümanlık adına davranmasıdır.
Günümüzde ise İran’da Tütün isyanıyla başlayan sürecin geldiği devrim, oldukça katı ve öngörülerden uzak sonuçlara yol açtı. Mezhepçi bir anayasa ve velayeti fakihlik sistemi gibi eleştiri ve denetimden uzak bir iktidar biçimi birçok Müslüman aydını, sözgelimi Ali Şeriati’yi ve Abdülkerim Süruş’u sürecin dışına itti.
Türkiye’de de yaklaşık aynı dönemde başlayan bu sürecin tarafları Abdülhamid’in/İttihat Terakki’nin iktidarı ve onun karşısındaki Said Halim, Mehmed Âkif, Ahmed Naim, Said Nursi, Elmalılı Hamdi gibi aktörlerdi. Modern anlamdaki bir iktidarlaşma mücadelesinin karşısında eleştirel bir tutum alan aydınların duruşu bir yönüyle tarihte kalmış bir tutumu ihya iken, öteki yönüyle tabir caizse modern bir tutumdu. Ama bu onların Müslümanlıklarına halel getiren bir modernlik değil, sadece bir tür yenilenme biçimi, yani yeni bir tavır ve üslup meselesiydi. Tarihsel mecralarda izleği kaybedilmiş bir tutumun güncellenmesi ve yenilenmesiydi.
Sonuçta ise her iki taraf da kavgayı kaybetti ve ortaya üçüncü bir aktör çıktı. Bu biraz da duruma özgüydü zira Batılılar karşısında askeri bir başarı kazanılmıştı ve ipler muzaffer kumandanın ellerine teslim edilmişti ama öte yandan ise psikolojik bir yenilgiye uğranılmıştı ki bu adı konulmamış bir geç ve adeta gönüllü kolonyal durumdu. Bu durumun biçimsel bir yenginin ardından gelmesinin yarattığı o aldatıcı psikolojik havayla, meselenin bu yönü üzerinde yeterince durulmadı ve bu durumla aklı başında bir biçimde yüzleşilmedi de. Mevzu muhafazakârlık-modernleşmecilik çatışması içerisinde sürdürülen bir gerilimle göz ardı edilerek başka mecralara çekildi. Oysa her iki kesimin de madunlaştığı daha büyük bir sorun vardı ama bu büyük sorun, muhtemelen baş edilmesindeki güçlük nedeniyle ısrarla görmezlikten gelindi.
Kaldı ki postkolonyal sürecin akabinde, uzun zaman sömürgeciliğin etkisini yaşamış olan toplumlar da bu yüzleşmeden uzak durdular. Bu bir cesaret mevzuu olduğu gibi yeni(lenmiş) bir bilinci de gerektiriyordu. Sonunda ise bu sorunun irdelenmesine dair çaba, doğal olarak bu konuda en aklı başındaki tutumu izlemiş olan Gandi sonrası Hindistan’ında belirdi ve Gayatri Spivak gibi aydınlar tarafından oluşturulan maduniyet mektebi çevresinde bu mesele üzerinde durulmaya çalışıldı ki bu, İran Devriminden bile sonraki bir tarihtir. Oysa İran Devrimi bile temelde sömürgecilik karşısındaki geç kalmış bir tutum alıştır. Devrimin heyecanı meselenin bu yönü üzerinde pek de durulmaksızın yaşandı. Oysa Devrimin en önemli hassasiyeti, sömürgeciliğin geri çekilirken bölge ülkelerinin içine sokulan Truva Atı olan İsrail’e karşı aldığı tavırdır. Salman Sayıd, Fundamentalizm Korkusu’nda bunun önemini sıkı bir biçimde vurgular. Ama İsrail, bir avatar olarak sokulduğu bölgede, nazarları asıl yüzleşilmesi gereken bu sorundan, sömürgecilik sonrası verilmesi gereken temel yüzleşme çabasından uzaklaştıran bir gölge fenomendir.
Zira İslâm dünyası, kendi içinde çok daha uzun bir süredir bu tür bir maduniyeti yaşamaktaydı ve adeta bunu içselleştirmişti. Buna yol açan zorba iktidarlarla muhalifler arasındaki mücadele uzun süre devam etse de geride bu muhalif tutumu belirginleştiren çok fazla bir şey de kalmayacaktır. Ömer b. Abdülazîz kadar Ebû Hanîfe de farklı cenahlardan birer istisnaydı belki. Ömer b. Abdülazîz ilk kez şûra sistemi gibi ihmal edilen bir gerçeklikten bahsetmişti, Ebu Hanife ise toplumsal kurumları (eğitim, fıkıh, ilim…) devletleştiren ve dolayısıyla da toplumu giderek zayıflatan bir aşırı devletçiliğin risklerinin farkına vararak bunu önleme çabasında yalnız ve çaresiz kalmıştı. Geldiğimiz nokta ise ortadadır. Zorbalaşmış güçlü devletler ve madunlaştırılmış cüce toplumlar biçimindeki bir çelişki ve bu çelişkinin yol açtığı atlatılamayan bir düşünsel kriz.
Oysa Hz. Peygamber (sas) verdiği mücadelenin en önemli özelliklerinden biri güçlü ve sözleşmeci bir cemaat (toplum) oluşturmaktı. Bu temel ihmaller, özellikle de birlikte düşünme ve birlikte eyleme (kitap ile cihad) esasının kaybedildiği bir vasat, Müslüman toplulukları ilim (düşünce) ve hikmet (basiretli eylemlilik)’ten yoksunlaştırdı. İşte o nedenledir ki yüz yıl önceki Müslüman aydınlar kuşağının çıkışı garipsendi. Nevzuhur idiler çünkü; selefleri unutulduğu içindir ki modernlikle yaftalandılar. Ama Cumhuriyet Batıcı bir modern aydınlar kuşağını üretince, Müslüman aydınların bu oldukça geç çabası da akim kaldı ve “Rabb’im bu şehir nasıl dirilecek?” duası karşılığını ancak yüz yıl sonra bulabildi.
Ne var ki hayat bir imtihan ve yüz yıl sonrası kuşağını da bekleyen farklı bir imtihan oldu. Yeni aydınlar kuşağı daha ayaklarını sıkıca yere basmadan bu kez de kendi mücadelelerinin sonucundaki bir iktidarla imtihan oldular. Yani bu iktidar karşı cephenin değil, kendi mücadele kuşağının iktidarıydı. Ama henüz kavramlar bile yerine oturmadan (kim bunu bekleyebilirdi ki) ve sapla saman birbirinden ayrılmadan (buna da lüzum görülmedi elbette), yeni cepheler oluşmaya başladı. Bir tarafta yüz yıl sonra zuhur eden bu iktidar fırsatını ganimet bilen ihtiraslı bir kuşak, öbür tarafta ise daha henüz ne İslâmlığını hazmetmiş ne de modern düşünceye nüfuz edebilmiş bir aydınlar zümresinin hazırlıksızlığı. Elbette iktidara yönelen ihtiraslı kuşağın da hazırlıklı olduğu söylenemezdi. Ama bu safdil heyecanlarıyla sürüldükleri cepheye koşacak, göçü yolda düzeceklerdi. Arkalarında en az kendileri kadar ihtiraslı bir kitleyle çıktıkları macerada ister istemez birçok siyasal krizle karşılaşacak ama yüz yıldır bastırılan hevesler tatmine çalışılacaktı. Bu uğurda ise yıllardır talim ettikleri ilkeler umursanmadığı gibi (hepsine bir gerekçe bulunmaktaydı elbette, hem de buna hazır bir ulema veya aydın taifesi tarafından), azın azı da olsa düşünsel duyarlılığını yitirmemiş bir kesim tarafından ileri sürülen kaygılar da hafifsenip bir kenara atılacaktı.
İktidar cazipti elbette; gücün dağıtım ve üleşim merkeziydi. Aydınlar’ın birçoğu da buna bigâne kalamadılar. Bir kısmı bunu belki farklı amaçlara yordular, hayırhah bir niyetle olsa da safdil bir yaklaşımla iktidar cephesini güçlendirmeye yöneldiler. Kimi ise bir fırsat telakki ettiler gidişatı ve hatta rövanşist bir psikolojiye büründüler. Bu netameli süreç henüz yerine oturmamış olan düşünsel çabaları sarsarak, neredeyse ortak olan bir sosyolojiyi farklı eğilimlere zorlayacaktı. Kimisi meseleye bir güç stratejisi açısından bakarken kimi de eldeki imkânları (vakıflar, dernekler, yayıncılık faaliyetleri…) güçlendirmeye çalıştı. Ama neydi güç ve neydi insan? Çoğu için bir önemi yoktu bunların ama yine de sürdü tartışmalar. Sürmeliydi çünkü her yolun bir sonu, her gülün de bir dikeni vardı ve bu sonu (kıyameti) başkaları yaşayacaktı ve dikenin acısını da başkaları duyacaktı. Hazırlanılmalıydı bunlara, hiç değilse bir avuç da olsa geride kalanları, insanları ve değerleri savunmak için.
İktidardakiler ise müstağniydi, asıl önemli olanın kendi durdukları o tapınılası yer olduğunu düşünmekteydi. Gerçekte ise savundukları giderek daralan bir egemenlik alanıydı ki bu, ister istemez meseleye iktidar/devlet merkezli bir bakışı ve hatta tutkuyu gerektirmekteydi. O zamana değin takınılan eleştirel ve hatta muhalif bir tutum terk edilerek bu kez devlet merkezli bir düşünme hattı oluşturma çelişkisi, en azından bir süre ikircimli bir tutuma yol açtı. Sözgelimi muhafazakâr demokratlık gibi garabetlere. Sonra ise buna da lüzum hissedilmedi, başkanlığa geçiş için yeni söylemler ve gerekçeler icat edildi. Dolayısıyla da bunu icra için devşirme bir zümre çağrıldı sahneye, muhteris bir taife.
Ama mesele salt siyasal bir seçenekle de sınırlı kalamamaktaydı. Devleti merkeze alan bir öncelikler sıralaması, düşüncenin bağımsızlığını ve insanın özerkliğini de sorunsallaştırıyordu. Kimilerinin farkına bile varmadığı bu durum, tutarlılığını korumaya çalışan bir düşünür açısından görmezlikten gelinemeyecek bir şizofreniye yol açmaktaydı. Bu gibi bir sorunla yüzleşmenin akabinde ya iktidara karşı mesafelenen ya da düşünsel tutumunu terk eden eğilimler belirdi. Kimi de var ki neredeyse bir gönüllü kullukla lider merkezli bir devlet tapıncına yönelmeyi kişiselliği de aşan bir hayatiyet, bir varoluş ve hatta iman sorunu olarak telakki ettiğinden adeta devlet/lider fetişizminde çelişkilerini arındıran yeni bir imana yöneldiler.
Esasına bakılırsa bu, Muâviye’den itibaren gelişen bir itikat idi. Hatta her peygamber sonrası beliren, Tanrı’ya imanı onun yeryüzündeki temsilcisi addedilen kişiye imana endeksleyen bir tür lider fetişizmi ki sözgelimi Protestanlar bu fetişizmi farklı güç odaklarına da yönelttiler; para, üretim veya kimilerince yurt ya da ırk gibi… Nitekim kimi ulusal bağımsızlık mücadeleleri de dinin yerini alan bir iman nesnesi haline geldi ve buralarda da fetişist sapmalar belirdi. Öyle ki ümmet, farklı aidiyetler etrafında bölünen ve ötekine karşı umursuz, bırakın kardeşliği insanca duyarlılıklardan bile uzaklaşmış bir tür ırkçılıklara parçalandı. Ötekinin umursanmadığı bu aymazlığın en açık belirtisi Filistin halkı karşısında sürdürülen ikiyüzlü politikalar ve umursamazlıklarda bir kez daha açık seçik bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır.