Menü
Recep Şentürk
Recep Şentürk
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modernitedir.”
Ocak 28, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

İbn Haldûn Üniversitesinin kurucu rektörü (2017-2021), hâlihazırda Katar Hammad Bin Khalife Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi dekanı Prof. Dr. Recep Şentürk hocamızla dosya konumuz olan “Öz Eleştiri” kavramını ele almaya çalıştık. Öz eleştirinin mahiyeti, birey ve toplumsal alandaki karşılıkları, Batı ve İslâm medeniyetleri zaviyesinden bu kavrama yüklenen anlamlar ve değerleri; mukayeseli bir şekilde tarihsel arka planı ve güncel iz düşümleri çerçevesinde ele alınan oldukça ufuk açıcı bir söyleşi oldu.

Hocam hoş geldiniz, öncelikle değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Söyleşimize başlamadan önce okurlarımızın sizi daha yakından tanıyabilmesi adına kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

Öncelikle nazik davetiniz için teşekkür ediyorum. Kendimi kısaca tanıtacak olursam şu anda Katar’da, Hammad Bin Khalifa Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde dekanlık yapmaktayım. Daha önce de İbn Haldun Üniversitesinin kurucu rektörlüğü görevini icra etmiştim. Ondan önce Medeniyetler İttifakı Enstitüsünün kuruculuğunu gerçekleştirdim. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi bünyesinde de çalışmalar yapmaktayım. Muhtelif kurumlarda elimizden geldiğince öğrendiklerimizi öğretmeye çalışıyoruz.

Teşekkür ederiz hocam. Bu sayımızın dosya konusu “Öz Eleştiri” olduğu için sizlere bu kapsamda sorular iletmiş olacağız. Biz Müslümanların zihin dünyasında çoğu kavramda olduğu gibi “öz eleştiri” kavramında da tam oturmayan bazı şeyler var. Öz eleştiri de çok yanlış yerlerden bazen öne çıkıyor. Halbuki geldiğimiz nokta itibariyle, özellikle Gazze bir krizi açığa çıkardı. Bu kriz hem anlam hem bilgi hem de değerler çerçevesinde özellikle Batılı bilginin ve değerlerin içinin ne kadar boş olduğunu bize göstermiş oldu. Bu aynı zamanda Müslümanların gösterdiği tepkiler üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda, 57 Müslüman ülke olduğu ve 1,5 milyara yakın bir nüfustan bahsedildiği hâlde, 8 milyonluk bir İsrail terör devleti tabir caizse Müslümanları katlediyor. Hem Gazze’de hem Batı Şeria’da, hatta yer yer Lübnan ve Suriye’de saldırılar düzenliyor. Ama kimseden ses çıkmıyor. Bundan dolayı bizlerin bir öz eleştiriye ihtiyacı var. “Öz eleştiri” kavramı da aslında Batı’dan gelen bir tanımlamadır. Bu noktada, öz eleştiri kavramı yerine daha İslâmî bir terim kullanılabilir mi? Siz hangi kavramı tercih edersiniz ve neden bu kavramı tercih ettiğinizi açıklar mısınız?

İnsan kendi üzerinde düşünen bir varlıktır. İnsanın kendi üzerinde ve ameli üzerinde düşünmesi, insana farz-ı ayn olan bir vazifedir ve insan her zaman kendisine şu soruyu sormalıdır: “Ben yaratılış gayemi tahakkuk ettirebiliyor muyum? Allah beni niçin yarattı? Allah bana bu hayatı niçin verdi? Ben bu gayeyi tahakkuk ettirebiliyor muyum? Tahakkuk ettiremezsem yarın Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna durduğumda nasıl hesap veririm?» Kişinin bu soruları kendisine sorması gerekir. Biz de buna “nefis muhasebesi” ismini veriyoruz. İnsan devamlı olarak kendi nefsini muhasebe etmelidir. Ancak bu muhasebe sırasında kendi tarafını tutmadan, yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmadan eksiklerini kabul ederek âdeta bir aynanın karşısındaymış gibi yapmalıdır.

Çünkü aynanın karşısına geçtiğinizde ayna, “Ya benim sahibim bugün üzülmesin, ben onu mutlu edeyim. Onu biraz yakışıklı göstereyim. Eksikleri, yüzündeki lekeleri ona göstermeyeyim.” demez. Aynı şekilde, biz de kendi kendimizin aynası olmalı ve objektif bir şekilde kendimizi değerlendirmeliyiz. Biz de buna “nefis muhasebesi” diyoruz. Her Müslümanın bunu sabah kalktığında, akşam yatarken ve her namaz kıldığında mutlaka yapması lazım çünkü ölümün ne zaman geleceğini bilemeyiz. Onun için insanın, Allah tarafından hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmesi lazım. Bu konunun en güzel örneğini İmâm Gazzâlî el-Münkız mine’d-dalâl adlı eserinde şöyle verir: “Bir gün nefsime şöyle sordum: ‘Eğer bugün ölsen ve yarın Allah’ın huzuruna çıksan, cennete gideceğin garanti midir?’ Sonra nefsimden emin olamadım. Ben bu kadar iş yapıyorum, talebelere ders veriyorum, bir sürü kitaplar yazmışım lakin ihlasımdan emin olamadım.” diyor. Neden emin değil İmâm Gazzâlî? Yaptığı güzel amellerin, Allah için mi yoksa başka bir amaç için mi ondan emin olamıyor. İhlasımdan emin olmam lazım ki bu yaptığım ameller ahirette benim kurtuluşuma vesile olsun. O ihlası kazanabilmek ve bu konuda emin olabilmek için bütün makam ve mevkileri terk edip, nefis terbiyesi ve tezkiyesi ile meşgul oluyor. İşte bu, nefis muhasebesinin ve öz eleştirinin çok güzel bir örneğidir. Buna benzer başka birçok örnek verebiliriz. Mesela Hz. Ömer (ra) Huzeyfe b. Yemân’a gidip soruyor: “Ya Huzeyfe! Peygamberimiz sana münafıkların isimlerini vermişti. Ben de o listede miyim?” Sübhanallah! Peygamberimiz’in (sas) kayınpederi olan, Müslümanların halifesi olan bir zat, kendi nefsinden emin olamıyor ve sürekli bir teyakkuz halinde bulunuyordu. ‘Aman ben bir hata yapmayayım. Acaba hatam var da ben farkında değil miyim?” düşüncesiyle başka insanlara da sorarak bunu teyit etmeye, garanti altına almaya çalışıyor.

Şahıs seviyesinde bu öz eleştiri, nefis muhasebesinin yapılması gerekiyor. Buna aynı zamanda “murakabe” ismini de veriyoruz. Yani nefis murakabesi. Ama daha çok murakabe, insanın iç dünyasını, kalbinden geçen düşünceleri gözetlemesi ve sorgulamasıdır. ‘Kalbimden neler geçiyor? Acaba kalbimde kötü düşünceler var mı, iyi düşünceler var mı?’ İç dünyayı murakabe etmek zaten nefis dediğimizde de o içle alakalıdır zaten. İnsan zahirini kolay düzeltir, ama esas olan kalbi, bâtınını düzeltmektir. Manevî gelişimi için son derece önemlidir. Zahir ve bâtın ikisi düzelip tam birbiriyle uyum içinde olduğu zaman insan “iyi insan” haline gelir.

Genellikle insanlar biraz ilim sahibi olunca zahirlerini düzeltirler ama bâtınının yani iç dünyanın düzeltilmesi o uzun mücadele gerektirir. Orada da kibir ikiye ayrılıyor: Bir, dışarıya vurulan kibir var. Bir de gizli kibir var. O gizli kibre ucb denilir. Ucb, içeride kalıyor; ilim sahibi olan bir insan kibirli olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu, insanların bunu beğenmediğini, eleştireceklerini öğrenir, zahiren bunları terk eder ama şeytan ona içinden der ki: “Ya sen ne kadar büyük âlim bir insansın. Bak aynı zamanda ne kadar da mütevazısın.” İşte bu tevazu kibridir. Şeytan nasıl tersten onu aldatmış onun farkında değil. Tevazu riyası vardır, tevazu kibri vardır ve özellikle âlimlerin kalbinden en son çıkan ve en zor çıkan kalbi hastalık ucb yani gizli kibirdir. Halbuki gerçek tevazu nedir? İnsan gerçekten kendisinin herkesten daha aşağı olduğuna inandığı zaman o gerçek tevazudur. Yoksa içinden kendini büyük görüp, “Ya işte arkadaşlara ayıp olmasın, kalpleri kırılmasın diye ben onlara mütevazı davranıyorum.” dediğin zaman bu tevazu riyasıdır. Aslında sen mütevazı değilsin ama zahiren kendini mütevazı gibi gösteriyorsun, demektir.

İşte bütün bunlar hepsi öz eleştiriyi gerektiren şeylerdir. Müslümanın her gün sabah evinden çıkarken “Belki bu benim son günümdür!” deyip bir kendini muhasebeye çekmesi, Allah’la olan münasebetini yeniden bir kontrol etmesi veya gece yatarken yastığını başına koyduğunda o yatağı kendisinin kabri gibi görmesi, yorganı da üzerine atılan toprak gibi görmesi ve “Belki bu gece benim son gecemdir. Sabaha çıkamayabilirim!” diye düşünmesi ve nefsini muhasebe edip günahlarından tövbe etmesi gerekir. Onun için bazı âlimler “Ölmeden önce ölünüz!” demişler. Bu güzel bir sözdür. “Allah tarafından hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin.” Bunlar hepsi bu işte nefis muhasebesinin bizim dinimizde ne kadar önemli olduğunu, Peygamberimiz’in sünneti olduğunu, sahâbenin sünneti olduğunu, büyüklerimizin bunu sürekli tatbik ettiklerini bize gösteriyor.

Eyvallah hocam. Peki, öz eleştirinin tarihsel kökenleri var mı? Mesela modern dönemde, kadîm dönemde, klasik dönemde ya da İslâm dünyasında buna benzer bir şey söz konusu mu? Ayrıca bir de modern öz eleştiriyle bir Müslüman olarak öz eleştiri denildiğinde hangi farklar söz konusu olabilir?

Biz nefsimizi eleştirirken, başta da söylediğim gibi, “Allah’ın beni yaratma hikmetini gerçekleştirebiliyor muyum, gerçekleştiremiyor muyum?” Bu açıdan eleştiririz. “Allah bana hayat vermiş. Bu hayatı verirken de bir hikmeti ve bir amacı var. Ben o amacı gerçekleştirebiliyor muyum, gerçekleştiremiyor muyum? Ben yarın öldüğümde, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna durduğumda, amellerim tartıldığında iyi amellerim mi ağır gelecek, kötü amelleri mi ağır gelecek?” Biz bu kriterlere göre öz eleştiri yaparız ama bir ateist, Allah’a inanmayan birisi o nasıl öz eleştiri yapar? “Ya ben dünyevî olarak daha başarılı olabilir miyim acaba? Yani dünyevî olarak niye daha çok para kazanamıyorum? Niye daha çok güç elde edemiyorum? Niye daha çok meşhur olamıyorum? İşte arkadaşlarım daha çok zengin oluyor, daha güçlü oluyor, daha meşhur oluyor? Ben niye onlardan geri kaldım?” şeklinde kendini dünyevî kriterler açısından eleştirir. İslâmiyet bize kendimizi öz eleştiri yaparken nereden bakarak öz eleştiri yapacağımızın kriterlerini veriyor. İşte Allah’a, gayb alemine, Kur’ân’a, peygambere, sünnete, ahirete, hesaba, sırata, cennete, cehenneme inanan bir insanın öz eleştirisi ile bunlara inanmayan bir insanın öz eleştirisi farklıdır. Müslümanın aklı aklü’l-meâd, kafirin aklı aklü’l-meâştır. Aklü’l-meâd demek metafizik akıl. Fatiha sûresinde Cenâb-ı Hak; “Elhamdülillahi rabbi’l-âlemîn.” diyor. Biz âlemlerin varlığına inanırız. Kâfir sadece maddî âlemin var olduğuna inanır. Bakara sûresinin başında muttakileri anlatırken “Gayba iman ederler.” diyor. Dolayısıyla gayba iman eden, âlemlerin var olduğuna ve onun bir Rabb’i olduğuna inanan bir insanın hayata bakışı, kendi varlığını anlamlandırması, kendini değerlendirip öz eleştiriye tâbi tutmasıyla sadece bu dünyaya maddî âlemin varlığına inanan, âhirete, gayba inanmayan insanın bakışı çok farklıdır. İşte aklü’l-meâd, metafizik akıldır. Hem dünyayı hem ahireti hesaba katan, yaratıcıya inanan, ahirete inanan bir akıl. Meâd, âhiret demek. Dünya ve âhireti beraber düşünen anlamına geliyor. Aklü’l-meâş da bu dünya hayatını düşünen demektir. Cenâb-ı Hak onları Kur’ân’da anlatırken “Onların ilimde ulaşabilecekleri en son nokta bu dünya ile sınırlıdır ve onların ilmi zandan ibarettir.” (Yunus, 10/36) buyuruyor. Müslümanın hayatı ilim üzerine kuruludur ve onun ilmi de sadece bu dünyayı değil bütün mevcudatı, yani yedi kat semavâtı, gayb âlemini; hâlikı, mahluku hepsini kuşatan bir ilmi vardır.

Nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme ile öz eleştiri arasında bir ilişki var mıdır? Varsa nasıl bir ilişki vardır?

Bu çok önemli bir soru. Biz insanları farklı kategorilere ayırıyoruz. Bir kategori nefs-i emmâre de olan insanlar. Emmâr demek Arapçada, “çok emir veren” demektir. Emir kökü de oradan geliyor. Mesela şu anda emirler var değil mi? Şimdi bir insanı yöneten güç nedir? Yani insanın içinde farklı güçler var. Bunlardan bir tanesi nefis, diğeri akıldır. Şimdi insanı yöneten nefsi midir, aklı mıdır? İnsana davranışlarını yaparken ne emir veriyor? Eğer insana nefsi emir veriyorsa, emmâr olan yani sürekli emir veren bu emmâr, kumanda merkezi ise biz, bu insana nefs-i emmâre mertebesinde olan insan diyoruz. O insan nefsi tarafından, hevâsı tarafından kontrol ediliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de bu insanlar için “Hevâsını ilâh edinen kişiyi görmedin mi?” (Furkan, 25/43) diyor. Dolayısıyla bu insanlar hevâlarını, nefislerini ilâh edinmişler ve akılları da hevâlarının ve nefislerinin emrine girmiş. Yani nefs ne istiyorsa onları nefse vermek için akıl onun emrinde çalışır ve bu mertebedeki insanlara “cehl-i mürekkeb” diyoruz, yanlış yapıyor ama yanlış yaptığının da farkında değil, hatta yaptığı yanlışları doğru zannediyor. Mesela adam faiz alıyor, çok faiz aldığı zaman diyor ki: “Bak ne kadar akıllı bir iş yaptım, aklımı kullandım. Faizden çok para kazandım.” Şimdi yanlışı doğru zannediyor. İşte öbürü mesela çıplak dolaşıyor, efendim fuhuş yapıyor, zina yapıyor. Orasını burasını açıyor, mahrem yerlerini, “Ne kadar cesur!” Şimdi ne oluyor? Yanlışın yanlış olduğunun farkında değil, onu doğruymuş gibi görüyor. İşte bu cehl-i mürekkeb halidir. Bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. Yanlış yapıyor, onun yanlış olduğundan da haberi yok. İşte en acınacak durumda olan insanlar bunlar. Bunlar öz eleştiriden yoksun insanlardır. Öz eleştiriden yoksun olanlar hırsızlık yapıyor, yalan söylüyor, zina yapıyor, diğer insanları aldatıyor ama bu yaptıklarını düzgün bir iş zannediyor. “Şecâat arzederken merd-i kıptî sirkatin söyler.” hesabı, yanlışlığıyla övünüyor. Sonra bu insanlar yavaş yavaş uyanmaya başladıklarında, yanlışlarının yavaş yavaş farkına varmaya çalışırlar, o cehl-i mürekkeb halinden yavaş yavaş kendilerini eleştirme, yanlışlarının farkına varma, “Ya ben ne yapıyorum? Allah beni bunun için mi yarattı?” demeye başlarlar.

İbrahim Ethem için şöyle kıssa anlatır: Bir gün ava çıkmış. Sultan avın peşinde koşturuyor, koşturuyor. Sonra o peşinden gittiği av dönüyor, Allah’ın hikmeti, “Allah seni bunun için mi yarattı?” diyor, kayboluyor. Bunun üzerine “Allah, akşama kadar av peşinde koşmak için mi beni yarattı?” diye düşünmeye başlıyor. Sonrası malum sultanlığı, saltanatı hepsini bırakıp Hicaz’a gidiyor. Medine’de dilencilik yaparak nefsini terbiye ve tezkiye etmeye çalışıyor. O nefs-i emmâre mertebesinde hayatının gayesini düşünmeyen, onu bilmeyen, bilmediğinin de farkında olmayan, tamamen karanlıklar içinde olan insan; sonra yavaş yavaş böyle kafası, kalbi, ufku aydınlanmaya başlayınca “Ya ben gerçekten ne yapıyorum ne ediyorum?” demeye başlar. O zaman nefs-i levvâme başlar. Levm etmek demek ayıplamak demek, eleştirmek demek. İşte nefs-i levvâme, öz eleştiri yapan kişi demektir. Yani kendi kendini levm edebilen, yanlış yaptığı zaman “Sen yanlış yaptın!” diye kendini uyarabilen, bu da öz eleştiri yapabilen insandır. Tabii ki bunun üzerindeki bir mertebe daha vardır. O da nefs-i mutmainne mertebesidir. Orada da aklı hâkim kılmak, akl-ı emmâre yani nefs-i emmâreden akl-ı emmâreye geçiştir. Emirler akıldan gelecek, o akıl da vahyin ışığında ilerleyen bir akıl olacak, aklü’l-meâd olacak, nefis aklın kontrolünde olacak. Bu nefs-i levvâme yani öz eleştiri bu adeta geçici bir merhale gibi oluyor. Yani insanın uyanması, yanlışlarının farkına varması, öz eleştiri yapması, cehl-i mürekkeb halinden çıkıp ilme yönelmesi, sonra da yanlışlarından kurtulup yani aklı, vahyin ışığındaki aklı kendine rehber edinmesi halidir. Tıpkı Yûsuf sûresinde buyrulduğu gibi: “Ben nefsimi temize çıkaramam; çünkü nefis devamlı yanlışı emreder.” (Yusuf, 12/53). Burada nefisten maksat Allah Teâlâ’nın imtihan için insanın kalbinde, ruhunda yaratmış olduğu; şehvetlerin, arzuların, isteklerin merkezidir. Tabii ki bu nefsin varlığında bir hikmet vardır. Mesela hiç yemek yeme arzusu, iştahı olmasa insan yemek yemez ama yemek yemeyi de hayatın amacı haline getirirsen bu da yanlış olur ki o vakit nefs-i emmârenin kontrolüne girmişsin demektir. Şehvet olmasa insanlar evlenmezler, nesil üremez, insan nesli sona erer. Bununla birlikte onun yaratılışında bir hikmet var ama onun da aklın ve şeriatın, dinin kontrolünde olması lazım. Hakeza mal sevgisi olmasa hiç kimse gidip çalışmaz. Allah Teâlâ bu arzuları, bu istekleri insan içine bir motivasyon olarak yerleştirmiş ama asla bu arzuların bize hâkim olmasına müsaade etmeyeceğiz. O arzu ve isteklerin akıl tarafından ve dinin ışığında tatmin edilmesini sağlayacağız. İşte o zaman akl-ı emmâre olmuş ama bütün bu arzulara kendimizi teslim edersek o zaman o nefs-i emmâre olmuş olur. Buradan da çıkış yolu o nefs-i levvâme, yani kendi kendini eleştiren, kendi kendini ayıplayan, kendi kendini levm eden insan olabilmektir. Bunun da ön şartı nedir? Önce mütevazı olmaktır. Zira kibirli insan asla hatasını kabul etmez. Kibirli insan şeytanın izinden gider. Bir insan hata yaptığında önünde iki seçenek vardır: Ya Hz. Âdem’in yolu ya şeytanın yolu. Hz. Âdem (as) hata yaptı, hatasını kabul etti ve onu telafi etmeye çalıştı. Şeytan ne yaptı? Kibir yaptı, kuralı sorgulamaya başladı, kuralı koyan, emri veren Allah’ı sorgulamaya başladı. -Hâşâ- sanki Allah hikmetsiz ne yapacağını bilmiyor yanlış emir veriyormuş gibi düşünerek gururuna yediremedi o emre itaat etmeyi. Tabii bu da cehaletinden. Zira Hz. Âdem’in zahirini görüyor. Zahiri itibariyle Hz. Âdem çamurdan yaratılmış. Bâtınını görmüyor. Hâlbuki bâtınında Allah Teâlâ ona çok özel bir ruh üflemiş, onu görmüyor, cehaletinden dolayı kibir yapıp Allah’a isyan etti. Dolayısıyla hata yapan bir insan nefs-i emmâre mertebesinde ise asla hatasını kabul etmez. “Ben hatamı kabul edersem toplum içindeki şerefimi, onurumu, itibarımı kaybedeceğim.” diye düşünür. Şeytan öyle vesvese verir. Öz eleştiri yapıp hatasını kabul etmez. Hatta hatasının farkında olsa bile gene kabul etmez. Onun için hata yaptığımızda tevazu ön şart, yani tevazu olmadan o öz eleştiri olmaz, hatayı kabul etmek de olmaz. Faziletli insanlar öz eleştiri yapıp hatayı kabul etmeyi bir fazilet olarak görürler. Faziletsiz insanlar, nefs-i emmâre mertebesi olan insanlar öz eleştiriyi, hatayı kabul etmeyi onurlarını, şereflerini kaybetme olarak görürler.

Modern bağlamda var olan öz eleştiri ile birlikte meydana gelen gelenek eleştirisi var. Gelenek eleştirisinin öz eleştirisi bağlamındaki konumu nedir? Müslümanlar modern eleştiri üzerinden kendilerine dönük bir eleştiri yaptıklarında gerçek anlamda bir öz eleştiri yapmış sayılırlar mı?

Gelenek eleştirisi demek sünneti, örf ve âdetleri eleştirmek anlamına gelir. Bizim muhaddislerimiz, hadis alimlerimiz İslâm alimleri arasında en fazla eleştirel akla sahip olanlardır. Usûl-ü hadisi incelediğinizde hadislerin ravileri cerh ve tadilden geçiyor, onlar hepsi teker teker inceleniyor, eleştiriliyor, her hadis teker teker bütün ince detaylarına kadar teker teker her râvi, onlar arasındaki ilişkiler, o hadisin içeriği, hepsi teker teker gözden geçiriliyor. Bu tam bir kritik, yani tam bir tenkit, tam bir eleştiri olduğunu gösteriyor. Bizim alimlerimiz arasında en rasyonel, en eleştirel olanlar hadis alimleridir ve onların bu rasyonel, yani akılcı ve eleştirel yaklaşımları usûl-ü hadis diye bir ilmin doğmasına vesile olmuştur. Hadis usûlü bize bunu gayet sistemli, metodolojik bir şekilde sağlıyor elhamdülillah. Örf ve âdet gibi konularda da biz orada usûl-ü fıkha bakacağız. Fıkıh bize ne söylüyor? Fıkhımıza, şeriatimize, dinimize uymayan örf ve âdet varsa bunları reddedeceğiz, uyuyorsa sahipleneceğiz.

Ama bir de bundan daha önemlisi gelenek eleştirisinden ziyade modernite eleştirisidir. Şimdi maalesef bazı insanlar bu gelenek eleştirisine odaklanıyor. Halbuki öbür tarafta, tabii ki gelenek dediğimiz şeyde sünnet adına bize yanlış bir şeyler sunuluyorsa eleştireceğiz ve reddedeceğiz. Bu, dinimizin bir icabıdır. Bidatleri, hurafeleri, mevzû hadisleri tabii ki reddedeceğiz. Kur’ân ve sahih hadisler varken bizim mevzû hadislere ne ihtiyacımız var? İsrâiliyâta, hikâyeye ne ihtiyacımız var? Zaten bütün alimlerimiz icmâ ile bunları reddetmişler ama şimdi sanki muhaddisler ve geleneksel âlimler bidatler ve hurafelere karşı değilmiş gibi bir izlenim verilmeye çalışılıyor. O bidatlere, hurafelere, mitolojilere, İsrâiliyâta sarılanlar âlim değildir, onlar asla hadisi temsil edemez. Yani bizim gerçek hadis alimlerine bakmamız gerekiyor.

Reform edilmesi gereken bir şey varsa modernitenin reform edilmesi gerekir. Şu anda içinde yaşadığımız dünyanın reform edilmesi gerekir, İslâm’ın değil. İslâmiyet 15 asır tüm dünyaya adâletli bir “açık medeniyet” sunmuştur. Bu modernite dediğimiz, sürekli boyanan ve üzerine boya döküldükçe yeniden boyanan ve bize sürekli satılmaya çalışan o moderniteyi reforme etmemiz lazımdır. Mesela şimdi Gazze’de bir zulüm oluyor ama Gazze’de bu ilk olay değil ki! Bosna’da, Irak’ta, Çeçenistan’da ve Afganistan’da aynısı oldu. Bu zulümleri yapanlar sonunda cezasız kalıyor, gidiyor bir daha yapıyor. Dolayısıyla şu andaki modern sistemin, modern küresel sistemin reforme edilmesi gerekiyor, güç dengelerinin değişmesi gerekiyor. Bu küresel düzen böyle olduğu müddetçe, bu modernite veya postmodernite dediğimiz böyle “value-free” yani değerlerden bağımsız, Allah’tan kopmuş, gayb aleminden kopmuş, ahiret inancından kopmuş, sadece menfaatinin ve gücünün peşinde giden insanlar bu dünyanın yönetiminde olduğu müddetçe bu zulümler asla sona ermeyecek. Dolayısıyla bu küresel düzenin adâlet üzere yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Küresel düzeni adâlet üzere Müslümanlardan başka kimse inşa edemez. Adalet ile menfaat çatıştığında bir ateist neden adâleti tercih edip menfaatini feda etsin? Aklü’l-maaş dediğimiz o aletsel aklı kullanan bir insan; “Bak burada adâletsizlik oluyor. Ben şimdi çıkarımı feda edeyim.” diye neden desin? Dolayısıyla onlar çıkarlarıyla çatışmadığı müddetçe ahlâka, insan haklarına değer verirler. Bir de çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe insan haklarını, ahlâkı, uluslar hukukunu kullanırlar ama çıkarlarıyla çatıştığı zaman “Ben insan haklarına uyayım da kendi devletimin çıkarını mı feda edeyim veya şirketimin çıkarını mı feda edeyim?” derler ve insan haklarını askıya alırlar.

Şimdi bu tarihsel seyir açısından İslâm düşüncesi bağlamında bir öz eleştiri geleneğinden söz edilebilir mi? Çünkü bu açık medeniyetin kurulması için bir öz eleştiri geleneğinin olması lazım ya da işte nefis muhasebesi dediğimiz, nasıl bireysel bir muhasebe varsa ferdi bir muhasebe varsa toplumsal bir muhasebenin de olması gerekiyor. Bu bağlamda öz eleştiri neye tekabül eder?

Biz Müslümanlar olarak “gelenekli yenilikçilik” yaklaşımını benimseriz. Gelenekçi değil, gelenekli yenilikçilik ya da köklü yenilikçilik… Arapçada buna “et-tecdid el-muhassal”, İngilizcede ise “rooted revival” ismini veriyorum. Biz gelenekçi değiliz ama gelenekliyiz. Arasında fark var yani. İslâm tarihine baktığımızda sürekli tecdid hareketleri olmuştur. Tecdid ne demek? Konulan tozları temizlemek anlamına gelir. Araya hurafeler girdiyse onları temizlemek gerekir. Elhamdülillah her asırda sürekli bu öz eleştiri yapan büyük alimlerimiz çıkıyor. Tecdid demek ise öz eleştiri yapıp Ümmet-i Muhammed’i yeniden Kur’ân’ın ve sahih sünnetin rayına oturtmak demektir.

Müceddid de dinde yenilik yapmaz. Zaten Cenâb-ı Hak dinini kemâle erdirmiştir. Dolayısıyla o kemâlden bir sapma varsa, o düzgün tatbik edilmiyorsa veya şartlar değişmişse o değişen şartlarda, o ebedî prensipler nasıl tatbik edilecekse orada bir yanlış anlaşılma söz konusuysa o müceddid bunu yapar. Mesela İmam Gazzâlî müceddidliğin en güzel paradigmatik örneğidir. Şia’ya karşı reddiye yazıyor, Bâtınîliğe karşı reddiye yazıyor, felsefecilere karşı reddiye yazıyor. Bu saydıklarımızın hepsi öz eleştiridir yani ümmet olarak öz eleştiridir. Yanlış istikamete çekmeye çalışan, ümmeti başka yerlere götürmek isteyenler var, bunların hepsine “Durun!” diyor. “İstikamet buradır, ehl-i sünnet ve’l-cemaat caddesi budur. Biz buradan devam edeceğiz!” diyor, bunu yapıyor. İşte İmam Rabbânî Hazretleri, Şah Veliyyullah Dehlevî, Ömer Nasuhi Bilmen, Elmalılı Hamdi Yazır, Asım Köksal olsun farklı farklı alanlarda öz eleştiri yapıyorlar. Mesela Asım Köksal, siyer alanında tecdid yapıyor, siyerin içine sokulmaya çalışılan o bidatleri, hurafeleri, yanlış bilgileri temizliyor. İşte bu bir tecdid örneğidir, öz eleştiri örneğidir.

Peki hocam modern bağlamı içinde İslâm düşüncesinin öz eleştiri özelliği neye tekabül eder? Yani bugünkü 18. yüzyıl sonrası için modern İslâm düşüncesinin öz eleştiri olgusunun gücü ve zaafı neye tekabül eder?

Modern dönemde iki türlü öz eleştiri var. Bir tanesi Batı’yı esas alıp Batı kriterlerini İslâm’a uygulayıp yani Batı karşısında bir mağlubiyet hissiyle eleştirirler. Bunlar işte modernist dediğimiz insanlardır. Batı karşısında bir eziklik duygusuyla “Dünyada hâkim bir Batı medeniyeti var, biz geri kaldık.” diyerekten ve Batı’da ortaya çıkan ideolojileri, fikirleri, felsefeleri esas alıp İslâm’ı ona göre değerlendirmeye çalışmak… Bir keresinde bir doktora talebem vardı. Böyle bazı konularda eleştirel bir şeyler söylüyordu. Ondan sonra ona sordum: “Sen neyi esas alarak dini eleştiriyorsun?” “Ben liberalizmi esas alarak İslâm’ı eleştiriyorum” dedi. “O zaman senin dinin liberalizm. Din denilen şey bizim hayatımızın en üst kriteridir, her şeyi onun ışığında değerlendirip eleştiririz. O bizim dinimiz olur ama sen en üste neyi koymuşsun? Liberalizmi. Oradan hareketle İslâm’ı eleştirmeye çalışıyorsun.” Sonra yavaş yavaş sohbetle ona bu mevzuyu anlatmış olduk. En sonunda İslâm’ı tepeye koyup liberalizmi ona göre değerlendirmeye başladı. Şimdi bazı insanlar bilimi esas alıp dini ona göre değerlendirmeye çalışıyor. Ya da felsefeyi esas alıp, sosyal bilimleri, modayı veya bazı ideolojileri… Hâlbuki onlar değişken şeylerdir. Mesela İslâm bilime temel sağlar, bilim İslâm’a temel sağlamaz. Din ebedidir, değişmez temelleri vardır. Bilim dediğimiz şey tabiatı itibariyle değişken bir şeydir. Biz dinimizi bilimle temellendirmeyiz, tam tersine dinimiz bilimi temellendirir. Zaten arada da herhangi bir çatışma yoktur. 19. yüzyıldaki bilimsel teorileri esas alarak dinimizi değerlendirmeye çalışan âlimler şimdi ne yapacaklar? O teoriler değişti, fizik değişti, kimya değişti, biyoloji değişti. Mesela işte İslâm sosyalizmi. Şimdi o zaman sosyalizm moda, sen de sosyalizmi esas alıyorsun. İslâm’ı ona göre değerlendiriyorsun. Sonra sosyalizm çöktü. Ne yapacağız şimdi? Dolayısıyla böyle gelip geçici işte bilimsel teoriler, felsefeler, ideolojiler ışığında dini eleştirmek olmaz, bu yanlış bir yoldur ama biz ümmet olarak dinimizi değil de kendi kendimizi eleştirmekle her an yükümlüyüz ve işte bazı âlimler de bunu yapıyorlar. Biz ümmet-i Muhammed olarak vazifemizi yapabiliyor muyuz? Niye tefrikaya düştük, bölündük, uhuvveti kaybettik, vahdeti kaybettik?… İhmallerimizden dolayı Allah Teâlâ bizi niye iki asırdır cezalandırıyor, sürekli zelil insanları bize musallat ediyor, hangi günahımızdan dolayı bu insanlar bize musallat oluyor, hangi günahımızdan dolayı biz bu insanların huzurunda zelil duruma düşüyoruz? Bu konuda kendi kendimizi eleştirmemiz gerekiyor.

Bu tarz genel toplumsal ve ümmet seviyesinde, küresel seviyede yapılan eleştiriler hiçbir zaman bizim kendi kendimizi, nefsimizi eleştirmemizin önüne geçmemesi lazım. Dünyanın düzelmesi önce senin düzelmenle başlar. Ayrıca bütün dünya düzgün olsa, sen kötü olsan o dünyanın sana hiç faydası olmaz ama sen düzgünsen dünya hep kötü olsa da Allah katında kendini kurtarırsın.

Peki bugün Müslüman entelektüeller bir öz eleştiri geliştireceklerse nelere dikkat etmeleri gerekir? Bu öz eleştirinin ilkeleri, yani parametreleri neler olabilir?

Batı’da ortaya çıkmış olan moda teorileri, ideolojileri, fikirleri esas alıp onlardan hareketle kendimizi değerlendirmek gibi bir yanlışa asla düşmememiz lazım. Diğer taraftan geleneği kutsallaştırıp, İslâm’a uygun olmayan şeyleri sırf tarihi olduğu için böyle bir yaklaşıma da düşmemek gerekiyor. Yani ne eskiyi eski olduğu için reddetmek, ne de yeniyi sırf yeni olduğu için kabul etmek. Böyle bir yaklaşımla eleştiri yapmamamız gerekir. Değiştirilecek bir şey varsa ona da usul-ü fıkıh yardımıyla karar vermemiz gerekir. Usul-ü fıkıh neyin sabit neyin değişken olduğunu bize öğretir. Değişken olan şeyin de ne zaman ve hangi metotla değişmesi gerektiğini bize öğretir. Bizim kritik metodumuz, öz eleştiri metodumuz usul-ü fıkıhtır. Tabii bir de eleştiri yaparken “Bence böyle olmaz. Bu benim kafama yatmadı. Hadis benim kafama yatmadı.” şeklinde de şeyler söylenmemeli. Ya senin düşüncen neyin ölçüsü? Senin zihnin modern eğitimle iyice çarpıtılmış bir kafa, bir de usul-ü hadiste senin kafana uyuyor mu uymuyor mu diye böyle bir kriter yok. Diyor ki: “Bu hadis bence mevzû.” Senin kafan mevzû, senin aklın mevzû. O zaman herkes subjektif bir şekilde, keyfi bir şekilde “Bu benim aklıma yattı, bu benim aklıma yatmadı.” diye hadislerde, âyetlerde, şeriatın hükümlerinde böyle şeyler yapmaya çalışırlar. Bunlar eleştiri değil. Bu, hevâya göre nefse göre konuşmaktır. Onun yerine hadis sahih mi, değil mi, usul-ü hadisi uygula, uyguladıysan ve aklına yatmıyorsa o zaman senin zihin yapın mevzûdur. Düşünceni hadise, Kur’ân’a uyduracaksın. Kur’ân’ı, hadisi aklına uydurmaya çalışmayacaksın. Müslümanlar usul-ü hadisi hadis tenkidi için usul-ü fıkhı geliştirmişler. Kur’ân’ı ve hadisi doğru anlayıp hayata doğru tatbik etmek için bu metodu uygulamamız gerekiyor. Bizlerin bu şekilde bir eleştiriye yönelmemiz gerekiyor.

Son olarak Aksa Tufanı, İslâm coğrafyasının kendisiyle yüzleşmesi ve bazı maskelerin düşmesi ve bazı yüzlerin aydınlanması noktasında nasıl bir etkisi olmuştur?

Aksa Tufanı aslında bir tarihi dönüm noktasıdır. Bana öyle geliyor ki tarih Aksa Tufanı’ndan önce ve sonra diye yazılacak. Sadece Müslümanlar üzerinde değil tüm dünya üzerinde çok büyük bir etki yaratmıştır. Japonya’dan Amerika’ya kadar hangi güç o kampüslerde, üniversitelerde gençleri bu kadar harekete geçirebilirdi? Böyle bir olayı ortaya çıkarabilmek için hangi güç kaç milyar dolar para harcaması gerekirdi? Bu nasıl bir yankıdır, bu nasıl bir tesirdir? Bu sadece Amerika’da değil bütün Avrupa’da, Japonya’da böyledir. Geçenlerde Nobel Barış ödülünü alan Japon, “Bu barış ödülünün Gazze’deki gönüllülere verilmesi gerekir.” dedi. Hangi güç bir Japon’a bunu söyletebilir? Dolayısıyla tüm dünyada aslında büyük bir öz eleştiri gerçekleşiyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Birleşmiş Milletler, Uluslararası Ceza Mahkemesi, insan hakları, ulusal hukuk vesaire bunların hepsi çiğnendi. Bizim meslektaşlarımız üniversitede bu dersleri verenler bazıları diyor ki: “Talebelerden özür diliyorum. Yıllardır ders olarak öğrettiğim şeyler hepsi boşmuş, hayalmiş, serapmış.” Bazısı diyor ki: “Kütüphanemi yakmak istiyorum. Oradaki bütün kitapların hepsinin içeriği çiğnendi. Hiçbir şey ifade etmiyor artık.” Dolayısıyla tüm dünyada yeni bir mayalanma, yeni bir uyanış ve bir öz eleştiri hareketi başlamış oldu ve bunun da böyle baskıyla durdurulabileceğini hiç zannetmiyorum. Bu tüm dünya için yani daha önceden kamuflajlı bir şekilde sürdürülen dünya hakimiyetinin ve sömürü düzeninin, zulüm düzeninin böyle cilası döküldü, üstündeki kamuflaj çıkmış oldu ve özellikle gençler, tabii menfaati olan üst tabaka elitler hâlâ seslerini çıkaramıyor ama sanki böyle bir düdüklü tencerenin içinde bütün dünya baskı altında gibi. O kapak patlarsa bir daha hiç kimse onu geri döndüremez. Biz de bu süreçte Müslümanlar olarak kendi kendimizi sürekli sorguluyoruz fertler olarak, ümmet-i Muhammed olarak ama öyle bir büyük acziyet, öyle bir büyük mahcubiyet içerisindeyiz ki elimiz, kolumuz, her şeyimiz bir şekilde bağlanmış durumda. Tabii bu da böyle bir anda yapılan bir hareket değil, 200 yıllık planın sonucudur. Tüm İslâm dünyası üzerine, tüm ümmet üzerinde büyük bir tahakküm oluşturmuş. Bırak ümmet-i Muhammed’i bütün Batı dünyası üzerinde böyle bir tahakküm, acayip bir sistem kurulmuş. İnşallah, Allah Teâlâ bir uyanış nasip eylesin. Hem ümmeti Muhammed’e hem de bütün beşeriyete; zulmün olmadığı, adâletin olduğu ve insanların yanlış yaptıklarında öz eleştiri yapıp yanlışlarını kabul ettikleri bir zemin nasip eylesin.

İnşallah. Hocam çok teşekkür ederiz. Çok güzel bir söyleşi oldu, ağzınıza sağlık.

Ben teşekkür ediyorum.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
Meçhulden Maluma Bir Sefer: “Öz”ün Muhasebesi...
Muhammed Ali Alioğlu
Teknolojinin Bilinen ve Bilinmeyen Karanlık Yüzü...
Sadi Özgül
Müslüman Toplumlarda Eleştiri ve Öz Eleştiri İhtiy...
Mahmut Hakkı Akın
İktidar Müslümanlığı Gölge Yanıyla Yüzleşmeden…...
Nihal Bengisu Karaca
RÖPÖRTAJLAR
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x