Batı’da sosyolojinin gelişim seyri, modernleşme tarihi ile paralel bir seyir izler. Aslında tarihsel bir süreçte Batı’da meydana gelen modernleşme daha önceki evren, insan ve Tanrı anlayışlarında bir kırılma ile tezahürlerini göstermektedir. Sosyoloji de bu kırılma ile birlikte dinin merkeziliğini kaybetmesiyle modern toplumların nasıl okunacağı, nereden bakılacağı ve sorunlarının nasıl halledileceği yönünde bir işlev kazanmıştır.
Hem modernleşme hem de sosyolojinin tarihine baktığımızda, iki kavramın öne çıktığını söyleyebiliriz. Bunlar; sosyal değişme ve ilerleme kavramlarıdır. Sosyoloji modernleşen yani değişen Batı toplumlarının değişim seyrini “sosyal değişme” kavramı etrafında analiz etmektedir. Bu anlamda açık ve örtük biçimde sosyal değişmeye olumlu bir anlam yüklendiği görülmektedir. Sosyolojinin tarihi bir bakıma bu değişimin ve modernleşmenin tarihidir. Fakat sosyoloji literatüründe yozlaşma, çürüme gibi negatif değer belirten kavramlar üzerinden analiz yapılmaz. Dikkat edilirse “değişim”, “değişimci olmak” ifadeleri -gerçekte değişim kavramının kendisi nötr olmakla birlikte- olumlu anlam ve içerikler yüklenmiştir. Bu durum örtük biçimde euro-centric yani Avrupa merkezci bir bakış açısını ihtiva etmektedir. Nihayetinde bu tür ifadeler Avrupa toplumlarının diğerlerine kıyasla gelişim çizgisi açısından önde olduklarını değişimde başı çektiklerini önermektedir.
Tam da bu nokta ilerleme kavramını gündeme getirmektedir. İlk başlarda bilimsel bir gerçeklik olarak sahiplenilen, ancak bugüne gelindiğinde bir mitos olarak değerlendirilip eleştiriler getirilen bir kavram olarak ilerleme, insanlık tarihinin düz bir çizgi üzerinde (lineer) hep olumlu yönde değiştiğini varsaymaktadır. Batı düşünce ve sosyoloji tarihine bakıldığında bu ilerleme çizgisinin önünde Batı’nın olduğu görülecektir. Bu durum Batı’nın kendisine diğer toplumlar üzerinde mutlak egemenlik hakkı vermiş şeklinde değerlendirilmiştir. Bu bağlamda “yozlaşma”, “çürüme” gibi kavramlar daha çok dini literatür içinde dile getirilip analiz edilirler. Hem yozlaşma hem de çürüme negatif bir değişimi ifade eder ki bu negatif yüklemeler din tarafından yapılmaktadır.
Toplumda uzun süredir “toplumsal çürüme” diye bir fenomen üzerinden tartışmalar olmaktadır. Aslında yozlaşma kavramı da benzer içeriklerle bu tür tartışmalarda tedavülde bulunmaktadır. Çürüme kavramı meyvelerin, sebzelerin çürümesinden mülhem bir şeyin artık gerekli işlevini görememesi, işe yaramaz hale gelmesi ifade etmektedir. “Toplumsal çürümeyi hızlandıran en temel sorunlardan birisi; insan, devlet ve toplumsal ilişkilerde üzerinde uzlaşılmış ilkeler ve ahlakiliğin işlemez hale gelmesidir. Böyle bir durumda giderek ilkeler ve ahlâkilik anlamsızlaşır; nihayetinde insanlar bu ilkeler ve ahlak kurallarına uyulmadığı yönünde kanaatlerini pekiştirirler. Hakkın değil gücün belirleyici olduğu böyle bir durumun sonucunda toplumların içi boşalmaktadır.”[1] Yozlaşmak ise kişi ya da toplumun özündeki iyi niteliklerini, değer yargılarını, bir takım dış etkenlerle yitirerek bozulması, kötüye gitmesi, dejenere olmasıdır.[2] Kültürel yozlaşma ise aslında kapsayıcı bir şekilde ifade edilecek olursa, toplumda farklı kurumlarla ilişki biçimleri, iş halletme tarzları vb. birçok alanda işleyen kültürün değersel ve normatif karakterini yitirerek bozulması şeklinde içeriklendirilebilir. Bu bağlamda ekonomiden aileye, dinden siyasete kadar bir yozlaşmanın gerçekleşebilirliği anlatılmaktadır. Bu bazen değerlerin zayıflaması bazen normların işlememesi şeklinde tezahür eder ki anomi kavramı etrafında düşünülebilir.
Bir toplumun normlarının etkisizleşmesi, çöküntü, karışıklık ya da çatışma olması durumunu gösteren bir terim olan anomi, klasik Yunan metinlerinde “anomia” kelimesiyle sıkça rastlanır ve yasasız anlamına gelir.[3] Istılah olarak “bir toplumda bireyin kendisini uymaya zorlayacağı sosyal normların zayıflaması, etkisini kaybetmesi, bireyde meydana gelen normsuzluk ya da hedefsizlik durumuna denir.”[4] Burada normları sadece yaptırımları olan hukukla sınırlandırmamak gerekir. Örflerden ahlak ilkelerine kadar çok geniş düzlemde normatif ilkeleri görmek mümkündür. Kanaatimizce anomi, salt normların yokluğu değil, daha da ötede insanlar için normların anlamını yitirmesi, bir değer yitiminin baskın gelmesi ile ilintilidir. Böyle bir durumda bir toplumun üyeleri bu ilkelere uymak ya da uymamak arasında fark görmedikleri için normsuzluk hali yaşarlar. Anomi halinin yaratacağı karmaşa, ancak normlar üzerinden insanlar arası ilişkilerin belirginlik kazanması ile anlaşılabilir. Aksi halde toplumda öngörülebilirlik anlamında beklentiler oluşmaz.
Anomi hali toplumlarda ani ve hızlı değişim süreçleri ile hâkim olan paradigmanın zayıflaması sonucunda belirginleşmektedir. Nitekim anomi kavramını yoğun bir şekilde tartışan sosyologlardan birisi Emile Durkheim’dır. O, Fransız İhtilali ve Aydınlanma düşüncesi gibi süreçlerin ardından önemli bir kırılmaya dikkat çeker. Yaklaşık 17 yıl pedagoji kürsüsünün başkanlığını üstlenen Durkheim’ın temel problemi dinin merkeziliğini kaybetmesinin ardından, toplumsal birlik ve bütünleşmenin nasıl sağlanacağı sorusunda açığa çıkmaktaydı. Durkheim’ın buna bulduğu cevap kökeni toplum olan din şeklindeydi. Aslında O, toplumu Tanrı yerine koyarken, dini de merkezileştirmişti. O, ilgili kitabında “bu kitabın ulaşacağı genel sonuç, dinin oldukça toplumsal bir şey olduğu gerçeğidir. Dini tasavvurlar bir toplumun genelinde ortak olarak kabul edilmiş bazı tasavvurlar olup, toplumun kolektif gerçeklerini ortaya koyarlar.”[5] Buradan çıkaracağımız önemli sonuçlardan birisi, bilhassa değer ve anlam problemleri karşısında yegâne tedavinin din olacağı; insanların sahih bir dinle ilişki kuramadıklarında dinimsi yapılara ve beşerî dinlere müracaat edecekleridir.
Bu noktada anomi durumunun sebep ve sonuçlarına tekabül edecek birkaç bileşeni analiz edebiliriz. Bunlar; değer ve anlam problemleridir. Her halükârda bu iki bileşenin de son kertede dinle yollarının kesiştiğini görmek zor olmayacaktır. İnsan hayatında “anlam”ın kaybolması, insanın tüm diğer eylemlerini de boşlukta bırakan ve anlamsızlaştıran bir hüviyette tezahür etmektedir. İnsanın diğer insan, eşya ve dünya ile kurduğu ilişkilerin anlamsızlaşması, hayatında normsuzluklar kadar yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir. Yine insanları diğer varlıklardan ayıran unsur değer üretmesidir. “Değer”den her anlamda yoksunluk onun tümel bakışını giderir ve salt biyolojik yaşama dönüştürerek yozlaştırır. Dünya ölçeğinde düşünürsek, “Tanrı’nın konumunu kaybettiği bir ortamda insan giderek yönsemelerini şaşırmaktadır. Müslüman toplumlarda siyasal, sosyal bağlamda yaşanan deneyimsel başarısızlıklar gerek dinle ilişkiler gerekse varoluşsal soru(n)lar hakkında yeni arayışları başlatmıştır. Bu, bir boyutuyla Müslümanların İslâm konusundaki yanlış bilinçleri ve buna yönelik deneyimler, diğer yandan dünya ölçeğinde giderek artan varoluş ve anlam sorunlarının derinleşmesi ile kendisini göstermektedir.”[6]
Kültür bir toplumu diğerinden ayırt eden niteliklere atıf yaparken, aslında toplumun sorun halletme biçimlerini de ele vermektedir. Bir toplumda insanlar arası ilişkiler, olaylara bakış, sorunları halletme dar anlamda bir kültür olarak işlemektedir. Dolayısıyla kaba dil, adam kayırma, haksızlıklar vb. bir toplumda yaygınlık kazanmaya başladığında bu da kültürel yozlaşmanın önemli tezahürleri olarak okunmalıdır. Arka planında yine normsuzluk ve ilkesel oturmamışlığın söz konusu olduğu bu tür durumlarda ilişkilerde en başta güven unsuru zedelenmektedir. Bilhassa gençler arasında “rahat olmak” adına küfürlü, argolu, hakaret sayılabilecek tarzda konuşma ve muhabbetler yozlaşmanın kültürel ve dilsel boyutta izlenebilecek tezahürleridir. Dikkat edilirse hayatta şikâyet edilen birçok hususun, insanlar o kültürün içinde kaldığı sürece devam ettiği görülmektedir. Dolayısıyla burada bir yerde sorumluluk mevkiindeki insanı değiştirmek, meseleyi çözmeyecektir; iş yapma ve sorun halletme biçimini düzenleyen kültürü değiştirmek gerekir. İşte o kültür değiştirilmediği sürece insanlar da o mekanizmanın içinde çok kolaylıkla yozlaşabilmektedirler. Zira bir müddet sonra o ilişki biçimlerini yadırgamayı kişi bırakır ve ardından da onaylar hale gelir.
Hz. Peygamber’in (sas) bu minvalde çokça bilinen bir hadisi üzerine tekrar düşünmek fayda sağlayabilir. O, “kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır”[7] buyurur. “El ile düzeltmek” fiili bir eylemdir ve gücü gerektirir. Dil ile ifade ise en azından problemin konuşulması ve düzeltilmesi talebinde bulunur. “Kalbiyle buğz” ise pasif bir durum olarak görülebilir ancak çok önemlidir. Çünkü aslında Allah Resulü üçüncü şıkta iyi ve kötünün insanın zihni ve kalbinde kaybedilmesi, muhafaza edilmemesi, kötünün benimsenerek içselleştirilmesinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Zira “kötü” ve “iyi”ler oldukları gibi kabul edildiklerinde, insanların iyiyi koruma ve kötülüğü önleme potansiyelleri kaybolmayacaktır.
Bu çerçevede kültürel yozlaşmanın tezahürlerini gündelik hayatın birçok alanında izlemek mümkündür. Fakat biz tüketim ve bireyselleşme üzerinden yozlaşmayı kısaca analiz etmeye çalışacağız. Aydınlanma düşüncesinden mülhem birey, modernizm felsefesinin insan profili ve varoluş biçimidir. İnsanı her şeyden yalıtık otonom bir varlık olarak konumlandırmayı hedefleyen birey kavramının düşünmek, irade etmek, eylemek ve sonuçların katlanmak şeklindeki içeriklerini olumlamakla birlikte, birey içinde yaşadığımız hayatta insana dair negatif çıktılar da üretmiştir. Bunlardan ikisi bugün de yoğun bir şekilde hissedilen bencillik ve yalnızlıktır. Bencillik birbirinden yalıtık hale getirilmiş insanları içe dönük yaşatmakta, sadece kişinin kendi talep ve arzularını gündemde tutmakta, dışarıya karşı yabancılaştırmakta ve nihayetinde kamusal yükümlülükleri çökertmektedir. Bunun sonucunda her faninin başına gelecek olan “acı”ları her bir fert, yalnız ve kendi içine dönük şekilde yaşarken acıları kat kat artmaktadır. İnsanın kolektivitesini zayıflatan bu durum, bir diğerine karşı yalıtıklık içinde yozlaşmaya kadar gitmektedir. Doğrusu bu yalıtıklığı, sosyal medya ve iletişim ortamı da desteklemektedir. “Bencilleşme” de kendisinin dışındakilere isabet eden “iyi”likleri hazmedemeyen bir rekabet ve kötücülük de yaratmaktadır.
Modernleşme sürecimiz zaten var olan tarihsel ve toplumsal kodlarda dönüşümler yaratmış; bu minvalde Batı’dan ithal edilen gündelik yaşamın pratikleri insanların yegâne taleplerini oluşturan statülü alanlar ikame etmiştir. Öyle ki, evleri düzenleme biçiminden kılık kıyafetlere, beden estetiklerinden kafelere kadar son 30-40 yıl içerisinde dönüştürülmemiş hiçbir toplumsal alt başlık kalmamış gibidir. Burada yozlaşmanın içeriğini belirleyen şey; hayatı bir ithal kültüre bağlamak ve Batı’ya öykünmek kadar kendi referanslarını terk etmektir. Üstelik kültürel yozlaşmanın bu denli yaygınlığı, bizzat kendi kendisinin referansı haline getirilmektedir.
Bu bağlamda tüketim başlığının kültürel yozlaşmadaki rolünün başat olduğunu tespitle, tüketimin külli bir yaşam tarzı haline geldiğine dikkat çekmek gerekmektedir. Eski dilde “istihlak etmek, yok etmek” anlamına gelen tüketim, sadece insanın emtiayı bitirmesi değil, insanı, ilişkileri, dünyayı ve çevresini de tüketmesini ihtiva etmektedir. Bu sebeple insanlar arası ilişkiler “güven” unsurunu kaybederken, bunların temeline yerleştirilecek ilkeler de buharlaşmış görünmektedir. Dolayısıyla vefa, dostluk gibi kavramlar yerlerini terk ederken, son derece pragmatist şekilde “bu insan ne kadar işime yarar?” sorusu etrafında anlıksal ilişkiler gerçekleş(tiril)mektedir. Üstelik de bu bakış açısı giderek normalleşmiş görünmektedir.
Küresel post modern çağın tüketimi bütün araçlarıyla desteklediği bilinmektedir. Zaten dünyaya bakış perspektifini kendi bedeni ve arzularını merkeze alarak yeniden belirleyen insan, hazzın dışında bir gerçeklik tanımamakta, tükettikleriyle kendisini kimliklendirmektedir. Allah’ı (cc) merkeze alan bir bakış açısında, insan “din”e bakarak kendisini erdemli kılma çabası ile anlamlandırırken, şu anda haz, beden, tüketim, görünüm merkezilik kazanmış kavramlar olarak post modern çağın erdemleri haline gelmiştir. Bu durumda insan “arzu”larının merkeze alınmasıyla zaten bir yozlaşmaya doğru ulaşılacağını tahmin etmek güç olmayacaktır.
Günümüz dünyası farklı paradigmalar arasında “kavram”lar mücadelesi olarak da tezahür etmektedir. Dolayısıyla kültürel yozlaşma karşısında kavramlarımıza ve içeriklerine sahip çıkmak, en azından kendine ait alanı korumak demeye gelecektir. Unutmamak gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber üzerinden indiği topluma semantik müdahale yaparak, onların doğru tanım, kavram ve içerikler kullanarak doğru perspektiften evrene bakmalarını sağlamıştır.
[1] Mustafa Tekin, “Toplumsal Çürüme Temrinleri”, Yetkin Düşünce, S. 27, İstanbul, 2024, s. 14.
[2] T.D.K. Sozluk.gov.tr
[3] Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Çev. O.Akınhay-D. Kömürcü, 5. Baskı, Ankara, Bilim ve Sanat Yay., 2021, s. 32.
[4] Mustafa Tekin, Din Sosyolojisinin 300’ü, Ankara, Otto Yay., 2021, s.71.
[5] Emile Durkheim, Din Hayatının İlk Formları, Çev. H.Cahit Yalçın, Çevrimyazım. Metin Doğan, Konya, Palet Yay., 2023, s. 11.
[6] Mustafa Tekin, Müslüman Aklını Kurmak, İstanbul, Rağbet Yay., 2020, s. 28-29.
[7] Müslim, İman, 78.