Bir tanesi varken ikincisine göz ucuyla bile bakmayan insanların ekseriyette olduğu zamanların sokaklarında kaybolmak istiyorum. Hani “Canının sağlığı” derken hakikaten samimi olan mahcup insanların yaşadığı zamanların sokakları. Babamın insanları, annemin bugüne ulaşmış dostlukları… “Bizler yokluk gördük kızım, siz bolluk içinde yüzüyorsunuz.” böyle diyorlar bize. Yanlış diyorlar…
Esas bizler, varlığın, bolluğun çocukları yoklukla imtihan oluyoruz. Mesela zamanımız yok, mesela ulaştığımız hiçbir şeyin kıymeti yok, bir yerden bir yere giderken kolayca vardığımızdan kavuşmak için çabalamanın ne demek olduğundan haberimiz yok. Isınmak için odun kırmaya ihtiyacımız olmadığından bastığımız tuş sadece bedenimizi ısıtıyor, içlerimiz üşümeye devam ediyor.
Modernizm deyince gözümün önüne Amerikan hapishaneleri geliyor. Amerikan hapishanelerinde bütün mahkûmlar tek tip giydirilir. Bunun arkasında pek çok sebep yattığı muhakkak. Bunlardan birkaçı: Kolay yönetim sağlamak, mahkûm hapishaneden kaçmaya kalkarsa onu kıyafetinden tanıyıp kolayca tekrar yakalamak vs. İnsanlara, bir sürüye dâhil olduklarını hissettirirseniz daha kolay yönetebilirsiniz. İşte modernizm bize tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. Çünkü eğer insanlar tek tipleşirse her biri için ayrı ayrı hamlelere ihtiyaç duymadan tek hamleyle onları rahatça oyalayabileceklerini biliyorlar.
Bizler modern çağın omzundaki kürküyle dönen sandalyelerde oturan, kuş tüyü yastıklarda yatan ve bunların verdiği gafletten avluya çıkıp gökyüzüne bakmaya tenezzül etmeyen gönüllü mahkûmlarıyız. Çünkü modernizm, bize düşünmeyi değil sadece konforlarımızdan ödün vermemeyi dayatıyor. Peki, nasıl oluyor da konforumuzdan ödün vermememizi dayatan modernizmin gönüllü köleleri oluyoruz? Kölelik ve konfor kavramları anlam bakımından birbirine çok uzak değiller mi? El-cevap: Modernizm, bizim konfor anlayışımızı değiştirmiş durumda. Ona göre konforlu olan, en marka, en pahalı ve en gösterişli olandır. Yani konfor, marka ve gösteriş budalalığına kocaman bir kılıf olmuş durumda. Bu yeni konfor anlayışı moda illetini beraberinde getiriyor. Eskiden moda deyince aklımıza sadece kıyafet gelirdi. Ama şimdi baktığımızda her şeyin bir modası olduğunu görüyoruz. Teknolojinin, mobilya sektörünün, siyasetin, sanatın hatta kitapların dolayısıyla fikirlerin bile modası var.
İşte bizler bu modanın peşinde koşarken ne düşünmeye ne de yaşamaya fırsat bulamıyoruz. Çünkü yenisi çıkan her şeyi bir kenara atma gayemiz bizi para kazanmaya itiyor ki bundan daha doğal ne olabilir. Bu yüzden hepimiz çok çalışmalı çok para kazanmakla meşgul olmalıyız ki konforumuzdan ödün vermemek adına istediğimiz her şeye çabucak sahip olabilelim. Ömer Faruk Dönmez “Hamza” isimli kitabında: “Modernizm bir işgal biçimidir: meşgul ederek işgal eder insanı. Düşünmesine fırsat bırakmaz. Kendine gelmesine izin vermez. Çünkü modernizm, insanın düşünmesini istemez; sadece itaat etmesini ister.” diyordu.
Maalesef artık damarlarımızda kan yerine teşhircilik akıyor. Hepimizin hayatları teşhir ürününe dönmüş durumda. Teşhir ürünü nedir bilirsiniz değil mi? Hani şu mağazalarda insanların ürünü daha yakından tanıyabilmek için ellerine alıp istedikleri her yerine girebildikleri, modası geçince teşhir ürünü etiketiyle daha az bir bedele satılan ürünler vardır ya, işte hayatlarımız tam olarak buna dönüşmüş durumda. Biz hayatlarımızı insanların gözleri önüne seriyoruz, onlar da gerek gözleri gerek dilleriyle hayatlarımızın her yerine girip çıkıyorlar. Modernizmin bu getirileri tam bir hastalığa benziyor. Ya biz kendimizi toparlayacağız geçip gidecek ya da bizi öldürecek, kendisi devam edecek. Her iki seçenek de bizim elimizde, ya kendimize iyi bakacak bol bol düşünerek beyinlerimizden hayatlarımıza ihtiyacı olan vitamini göndereceğiz ya da hiç bir şey yapmadan bu hastalığın maneviyatlarımızı sömürerek bizi yok etmesine izin vereceğiz.
Modernizm bize neyi dayatmış olursa olsun, insan düşünen bir varlık olduğu için eşref-i mahlûkattır. Dolayısıyla eşref-i mahlûkat kalabilmek için önce insan kalmanın mücadelesini vermeliyiz. İnsan kalmak için ise tıpkı hayvanların yaptığı gibi ot ya da et uğruna yani karın tokluğuna yaşamaktan uzaklaşarak modası olan her şeyin geldikleri gibi gitmeye mahkûm oldukları bilinciyle yalnızca kaliteli fikirlerin ve kaliteli yaşamların derdine düşmeliyiz. Üstelik bizler sıradan insanlarda değiliz. Bize gönderdiği kitabın neredeyse her sayfasında “akletmez misiniz?”, “akledin” uyarıları yapan bir Rabbe iman etmiş olan kullarız. Bizler, bilhassa Müslümanlar olarak bir an evvel düşünmeye başlamalıyız. Nereden geldik nereye gidiyoruz? Bize ne dayatılıyor? Hayat gayemiz ne? Oyalandığımız şeyler bize bir kar sağlayacak mı?
Elbette bunları öylesine şikayetlenmek “Ah! Nerde o eski zamanlar!” diyerek kendi hatalarımızı aletlere yüklemek için söylemiyoruz. Modernizmle beraber hayatımıza giren yeni aletlerin yaşamlarımızı kolaylaştırdığı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Ve İslâm kolaylık dinidir, bu yüzden modernizmin getirdiği hiçbir şeyi kabul etmemek yobazlık ve iradesizliktir. Çünkü kendisi doğru kullanamıyor olduğu için bir aletin güzel yönlerini görmezden gelip tamamını reddetmek tam bir cehalet örneğidir. İsmet Özel “Taşları Yemek Yasak” isimli kitabında: “Eğer siz bana elektrik, basınçlı su ve asfalt yol gelmeden önce köyümüzün insanları dinlerine bağlılardı, ama elektrikli ev aletleri, otomobiller ve televizyon dindarların sayısını azaltıyor derseniz, ben de size modern müdahaleden önce de bu köyde dinin doğru anlaşılmadığını, bir alışkanlık olarak sürüp geldiğini söylerim.” der.
Modernizmin getirdiklerine bakışımızı üç madde üzerinde incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Bunlar: Tanı, al ve kullan. Üçüncü maddenin sağlam olabilmesi için ilk madde hayati önem arz ediyor. Bugün bizim yaptığımız ise sadece al ve kullandan ibaret. Baktığımızda yalnızca ilk madde eksik ama bu ilk madde bizim sonucumuza şuur katıyor. Çünkü ancak iyice tanıdıktan sonra alırsak şuurla kullanabiliriz. Bu yüzden tuzağı tanımak hayati önem taşıyor. Ve bu tuzaklar en iyi avluda tanınır, avluda tanıtılır.
Yazımızın en başında geçmiş zamanları hayırla yâd edip, avluya çıkıp gökyüzüne bakmamız gerektiğini vurgulamıştık. Bir örnekle izah etmeye çalışalım. Eskiden televizyonun hayatımızda daha dinamik bir yeri vardı. Biz ona put derdik, annelerimiz, babalarımız onunla daim bir savaş içindeydi. Ama öyle bir zamanın içine düştük ki televizyon illetine şükreder, onun iyi yanlarını görür olduk. Çünkü daha büyük tehlikelerle karşı karşıyayız. Bugün küçücük, daha okula başlamamış çocuklarımıza özel odalar yapıp ellerine tablet vererek onları karanlık hücrelere kendi ellerimizle kapatır olduk. Akşamları kafamız rahat oturmak için çocuklara “Aman hadi gidin odanızda oynayın.” der hale geldik. Eski günleri tam da bu sebepten yad ettik. Eskiden avluda toplanıyorduk. Avluda aile vardı. Hep beraber oturuyor televizyon izliyorduk. Ama müstehcen bir sahne geldiğinde babalarımız kanalı değiştiriyordu. Aykırı bir laf edildiğinde babaannelerimiz “tövbe estağfurullah” çekiyordu. Annelerimiz o söylenenin ne kadar yanlış olduğunu açıklıyordu. Bu da bize o aleti tanıtıyor nasıl kullanmamız gerektiğini öğretiyordu. Haliyle bir saat televizyon izleniyorsa kalan zamanda zaten aile bir arada olduğu için muhabbet ediliyor, sıradan bir akşam geçiriliyordu. Gençliğimiz avluda geçiyor, geleceğimiz avluda şekilleniyordu.
İşte bu yüzden modernizm ailenin düşmanı diyoruz. Hücrelerden çıkıp avluya geçmenin zamanı geldi diyoruz. Aileye riayet nihayet-i fetret diyoruz. Unutmayalım ki değişim ve iyileşim daima benden başlar. Ve ben, düşünebildikçe ben kalabilirim. Düşünmeyi bırakıp boyun eğersem, ben görünümlü sürü elemanı olurum. Boş yaşar, boş ölürüm.
Rabbim hepimize araçları, amaçlardan ayırma feraseti ile araçları hayırlı amaçlar için kullanabileceğimiz şuura ulaşma azmi versin. Bizleri şuursuzluğun şerrinden esirgesin.