Menü
Abdülaziz Tantik
Abdülaziz Tantik
Yabancılaşma, Müslüman Ve Öteki
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

YABANCILAŞMA, MÜSLÜMAN VE ÖTEKİ

Abdulaziz Tantik

Yabancılaşma; kişinin amacına matuf olandan uzaklaşmaya verilen tanımlamadır. Bu amacın anlam ve değer ile ilişkisi kaçınılmazdır. Hakikatten uzaklaşma beraberinde bir yabancılaşmayı doğurur.

Neyden yabancılaşma ve niçin yabancılaşma sorularını cevaplamak bir gerekliliktir. Yabancılaşma bir kopuşu işaret eder, bir yanılmayı/yanıltmayı ve bir yamulmayı/yamultmayı da içinde taşır. Her kopuş bir yabancılaşma sağlar mı? Kavramın kendi otantik yapısı gereği evet, bir yabancılaşma içerir. Bu da bize yabancılaşmanın pozitif ve negatif boyutu olduğunu gösterir. Ancak, genel itibarı ile yabancılaşmayı biz negatif boyutu ile kullanırız. Bu da bize değer, anlam ve aşkınlık ile kurulan bağdan kopmayı düşündürür.

Yabancılaşma; kişinin yaratılış amacına mahsusen olması gereken değer ve anlam arayışlarının dışına düşmesi ve onlardan uzaklaşması sonucu oluşan zemine verilen isimdir. Kişi, kulluk şuurunun dışında kalarak dünya ile sınırlı bir yaşamı içselleştirerek onu kendi değeri ve anlamı hâline dönüştürdüğü zaman bir fesat/yozlaşma ve bir müsriflik/hüsran/ zarara uğrama durumunu açığa çıkartır. Kişi böylece yabancılaşarak kendi anlam bütününden kopar ve hüsrana uğrar, ahirette ise cezalandırılır.

İslâm, insanın yabancı bir yerde, arif/tanışık bir ilişkiler ağı içinde yaşamasını sağlamaya matuf ilâhî bir rahmet ve lütuftur. Müslüman silm/barış içinde yaşayarak varlıkla tanışıklık üzerinden bir bağ/ilişki kurar. Böylece yabancılaşmayı giderir ve asli vatanına/ahirete dönene kadar bir tanışıklık üzere yaşar.

İslâm tarihi aynı zamanda hem tanışıklığın hem de yabancılaşmanın tarihi olarak okunabilir. Müslümanlar, İslâmî dünya görüşü içinde ve ona uygun bir yaşam sürdürdükleri sürece tanışık ama o dünya görüşünden uzaklaştıkça yabancılaşırlar. Bu yabancılaşma hem fert planında geçerli hem de sosyal zeminde; siyasî, toplumsal ve kurumsal zeminde de geçerliliğini korur.

İnsanlık tarihi boyunca yabancılaşma inişli çıkışlı süreçlere mebni olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak modern dönem, yabancılaşmanın doruğa çıktığı ve kurumsallaşıp hegemonya kurarak neredeyse her zemine tahakküm ettiği bir varlık kazandı. Modern düşünce işe, insanı yalıtarak var kılma arayışını temellendirerek başladı. Önce aşkınlıktan; Tanrı, din ve dinin kurumsal yapılarından uzaklaştırarak, yani Hristiyanlığa dair ne varsa ya değişime zorladı ya inkâra yöneldi ya da yeniden kendi bakışı içinde tanımlayarak onu asli özelliğinin dışına çıkmaya zorladı. Protestanlık tam da bu arayışa tekabül eder. Sonra insanı doğadan kopartarak doğa üzerine tahakküm kurmaya ve onu yeniden biçimlendirmeye başladı. Buradaki yabancılaşma beraberinde bir zorbalığı da taşıdı. Modernleşme ve bu projeye hayat verenler bununla da yetinmediler; bu sefer insanı insandan kopararak onu yalnızlığa mahkûm kılma ve insan topluluklarını sosyal mühendislik faaliyeti ile yeniden düzenlemeye başladılar. Bu da doğal olana muhalif bir durumu oluşturduğu için yabancılaşma süreklileşerek devam etti. Bu durumun oluşturduğu psikolojik ve sosyal psikolojik sorunlara atıf yapmaya kalksak, sayfalar yetmeyecektir. Örneğin, ahlâkî ilişki yerine hukukî ilişki yerleştirilerek yabancılaşma meşrulaştırıldı. Sonra kabile bağlarını dağıtarak daha büyük bir unsur olan ulus kavramı altında toparlarken yerinden edilen kişi kendi yalnızlığı içinde var olmaya çalıştı. Böylece disiplin toplumu oluşturuldu. Ancak bununla sınırlı kalmayan bu bakış, otoriterliğe ve totaliterliğe yöneldi. Yeni durum, artık bireye ne sunulursa sunulsun kabul edilmesi şart olarak dikte edildi. Pandemi süreci ve olup bitenler nasıl bir otoriterlik durumu ile karşı karşıya kaldığımızın somut bir göstergesidir.

Modern dönem, klasik dönem değer ve anlam arayışlarını yetersiz ve anlamsız bulduğunu ilan etti. Ancak yerine koymaya çalıştığı değer ve anlamlar, beraberinde değersizlik ve anlamsızlık getirmekten başka bir işe yaramadı. Böylece yabancılaşma derinleşirken, değer adına ortaya konan bütün düşünce sistemlerini, medeniyet ve kültür havzalarını değişime zorladı. Onları kötülüğün menbaı olarak görerek ondan kopmadan modern insan olunamayacağı yargısını bir totalite kıldı. Sürekli ezberden okunup durdu. Bu cümle önce Hıristiyanlığı, Yahudiliği, sonra batı dışında kalan Ortodoksluğu, daha sonra Çin ve Hint kültürlerini, ardından Latin Amerika kültürlerini de asimile ederek karşısında bir muhalif blok bırakmadı. İslâm’a yönelik ise yaklaşık iki yüz yıldır farklı zeminlerde ve farklı arayışlar içinde bir değişim projesi hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Siyasi, düşünsel, sosyal baskılar ile Müslümanların zihinsel bir değişim yaşamaları için her türlü çaba ortaya konulmaktadır. İslâm olmasa bile Müslümanların önemli bir çoğunluğu da bu yabancılaşmadan nasiplerini aldılar. Potansiyel olarak İslâm dışında kalan kültürlerin yitip gittiklerini ve yeniden yapılandırıldıklarını söylemek mümkün görünüyor. İslâm’ın ise potansiyelini harekete geçirmemek için her türlü hazırlığı yaptıklarını gözlemliyoruz. Ortadoğu’nun bir kan ve acı deryasına dönüşmesinin bu durumla ilişkisini de ayrıca dikkate almalıyız.

İşte bu yabancılaşma doğal olarak muhatabını “öteki” diye tanımlayarak ilişki kuruyor. Bu ilişki öteki üzerine kurulu olduğu için, onu yabancılaştırıyor. Tıpkı Yahudilikte kendi dinlerinden olmayanlara takınılan tutum gibi, modernleşmenin de kendi dışındaki aydınlanmamış barbarları insan yerine koymada bile tereddüt ettiği tarihi vesikalar ile biliniyor. Amerika’nın keşfi ile orada olan yerlilerle kurulan ilişkide verilen hüküm; “Onlar insan olmayabilirler, dolayısıyla onlara zarar vermenin bir mahsuru yoktur.” şeklinde oldu. Bu bakış, yerlileri yerle yeksan etmeye ve büyük çoğunluğunu katletmeye neden oldu.

Öteki üzerinden kurulacak her ilişki, yabancılaşmayı derinleştirecektir. Bunun kavramlara sirayet ettiğini de gözlemliyoruz: Gelişmiş ülkeler; batılı ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, gelişmeye aday ülkeler, gelişmemiş ülkeler vesaire denilerek bir sıralama yapıldığını ve böylece ötekileştirmenin sadece salt ve kültürel bir zeminde değil de sosyal, siyasi ve psikolojik zemine de taşındığını görüyoruz.

Müslüman ise ötekiyi bilmez! Yabancılaşma da mutlak değildir. İslâm, kişiyi mutlak iyi ve mutlak kötü olarak tanımlamayarak mutlak bir öteki ve mutlak bir yabancılaşmayı devre dışı tutmaktadır. Kişi, tövbe ederek arınır ve diğer Müslümanların kardeşi olur. Kişi kâfir, facir veya fasık biri olabilir; ama tövbe eder, iman eder ve sâlih amele yönelirse hemen diğer Müslümanların kardeşi oluverir. Yani Müslüman için öteki bizzat kendisi; kendi nefsi ve onu kötülüğe çağıran nefsi emaresidir. Şeytan Müslüman için bir ötekidir. Ancak bu soyut bir ötekileştirmedir ve onunla kurulacak bir ilişkinin zemini yoktur. Şeytan kişiye kötülüğü emreden nefsi üzerinden ilişki kurabilir. O yüzden kişi, muhlis olduğunda şeytanın ona yönelik bir etkisi söz konusu olamaz! Bu temel gerçeklik bize Müslümanların bir ötekisinin olmadığını gösterir.

İslâm, yabancılaşmayı, kişinin Yaratıcısından uzak düşmesi olarak betimler. Allah’tan uzaklaşan kul, her şeyden uzaklaşarak yabancılaşır, ilk yabancılaşma ise kişinin kendisine matuftur. Bu yüzden Müslüman bir suçlu arayışına girmez, önceliği kendi nefsine verir, onu suçlar. Bu da İslâm bağlamında bir öteki oluşturma ihtimalini ortadan kaldırır.

İslâm, Hz. Âdem’den (as) Hz. Muhammed’e (sas) kadar gönderilmiş bütün peygamberlerin ortak dininin adıdır. Bu yüzden İslâm evrensel ölçekte tüm ilâhî dinlerin ortak adıdır. Ötekisi oluşamaz. Mevcut bütün kültürlerin ise bir Müslüman bakış açısı ile ancak ilâhî dinlerin arkada bıraktıkları üzerine kurulu olduğu gerçeğini dikkate aldığımızda İslâm’ın her kültürde bir izi, emaresi ve etkisi olduğunu söylememiz hakikatli olur. O yüzden İslâm bir öteki icadını gerekli görmemiştir, bu doğası gereği böyledir. Ancak modern düşünce ancak öteki üzerinden kendini kurgulayarak var olduğu için o da doğası gereği ötekisi olmadan yaşayamaz.

Öteki ise sadece yabancılaşma doğurur. Yabancılaşma bir çatışmayı zorunlu kılar, tehdit algısı ise yok etmeyi bir ihtiyaç hâline dönüştürür. İşte modernleşmenin dünyanın başına bela olarak sardığı durum tam olarak budur. Medeniyetleri, kültürleri, dinleri, değerleri, anlamlı olan her ne varsa her şeyi yok ederek insanlığı yok etmeye kadar işi vardırır.

İslâm ise ötekileşmeye zemin oluşturmadan ve barışı ikame ederek kendi dışındakileri de kendi otantik yapısı içinde var kılarak onların hesabını da öteye/ahirete bırakarak, burada ise yargılamaktan çok, anlamayı öne çıkartarak insanların, hayvanların ve doğada var olan her şeyin birbiri ile barış içinde yaşamalarını önceler. Bunu da ‘toptan silme/kurtuluşa/barışa girin’ diyerek açıkça belirtir.

İslâm, yaratılışın farklılıklarını tearüfün/tanışıklığın bir tecrübesi olarak betimler. Farklılıklar, tamamlamanın aracı kılınır. Çatışmayı ve kaosu ortadan kaldıracak bir psiko-sosyal vasat inşa eder. Bu vasattan öteki ve yabancılaşma çıkmaz. Modernleşme ise tek tipleştirici bir yapıyı zorunlu kılar. Modernleşme ideolojisi tek yapıyı, tek kültürü, tek insanı zorunluluk olarak dayatır. Bu yüzden çatışmayı zorunlu kılar ve kaosu derinleştirir. Her yabancılaşma ve ötekileştirme beraberinde bir düşmanlığı, düşmanlık çatışmayı, çatışma ise kaosu getirir. Bu durum doğa, düşünce ve kültür düzeyinde de psikolojik vasatta böyle idame edilir. Sorun tam olarak bu…

Müslüman, yabancılaştırmadan bir diğeri ile ilişki kurar. İlişkisini hem inanç zemininde hem sözleşme zemininde inşa eder. Aynı inancı paylaştığı kişilerle o ‘inancın’ sağladığı ahlâkî zeminde ilişki kurduğu gibi aynı inancı paylaşmasa da birlikte yaşadığı kişilerle bir ‘sözleşme’ üzerinden ilişki kurarak onlarla barış içinde yaşamaya devam eder. Bu Müslüman olmanın doğasında var olan temel kuraldır. Bu kurala uymayan Müslüman, inancı ile tezada düşmüş kabul edilir.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x