Din alanının eğitim ve öğretime yönelik boyutları son birkaç yüzyılın vazgeçilmez tartışmaları arasında yer alır. “Nasıl bir toplum?”, “Nasıl bir gelecek?” ve “Nasıl bir hayat?” soruları etrafında şekillenen bir gelecek tasavvuru dinî alanın sınırlarını sürekli gözden geçiren bir teyakkuz halinde sabit kalmayı seçmiştir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin hiç de berrak olmayan sisli dünyasında dinin nerede duracağı-tutulacağı ya da anlamlandırılacağı problemi, ileride sadece Cumhuriyetçilerin bir konusu olarak lanse edilse de bu sorunun kökleri daha da derinlere götürülecek bir içerik ve bağlam üretir. Gerçekten de Osmanlı’nın gerileme-çözülme ve tarihten tasfiyeyle sonuçlanacak yıkılma süreçlerinde bu fiili durumu ortaya çıkaran gerekçelerin neler olduğu sorusu asla ihmal edilmemiş, aksine etrafını sarmalayan dünyanın gidişatıyla kendi gerçekliği arasında giderek artan mesafenin nasıl azaltılacağı konusunda başta din olmak üzere belli başlı kültürel ve entelektüel müktesebatın neredeyse tamamı yeniden harekete geçirilmiş, bu bağlamda dinî olanın bütün boyutlarıyla yeniden masaya yatırılması konusunda özellikle genç kuşak arayışlar içerisinde coşkulu bir heyecan kendini sürekli canlı tutmayı başarmıştır.
Osmanlı İmparatorluk düzeninin dışarıdaki dünyaya ayak uydurmaktan çok onu anlamaya yönelik gecikmiş heveskârlığının dine yer yer sadakat yer yer de eleştirel bir düzlemde bakmayı mecbur kılacak bir perspektifte gidiş gelişler yaptığı bellidir. Nitekim başta tanzimat olmak üzere belli başlı reformlara ruhunu veren asıl enerji, elimizden kayıp giden bir dünyaya dahil olmaktan çok onu anlamaya yönelik bir çabayı sürekli canlı tutmanın yollarını bulmaktı. Bu beklenti din ve dinî alanın bildik yapı ve temsillerini yeniden ele alma, onu farklı bir yorumlamayla devlet gereklilikleri içinde yeniden inşa etme gibi bir dizi ameliyeyi, manevî bir rükün olarak topluma mal etmekte gecikmeyecektir.
Buna karşılık Cumhuriyetçilerin meram ve niyetlerinde bu denli açığa çıkmış bir muğlaklıktan söz etmek mümkün değildir. Modernleşme sürecini kendi inisiyatifleriyle birlikte başlatmaktan keyif aldıkları tartışmasız Cumhuriyetçi kurucu elit için hem Batı ulaşılması gereken bir hedefti hem de Batılılaşma bu tartışılması yüce sayılan hedefe ulaşmak için biricik bir vasıtaydı. Ne var ki başlangıç süreçlerinin kolaycılığı mutlaklaştıran ruh halinde din de sonuçta kendisinden bir an önce kurtulunması gereken arkaik bir fenomenken çok geçmeden bu kanaatin yersizliğini ağır bir şekilde hissettiren sosyoloji, atılan radikal adımlardan kademeli bir hızla vazgeçmeyi mecbur hale getiren yeni bir süreç başlatacaktır.
Dinin daha başta sorunlu bir bakiye ve eğer onunla bir şekilde ilerlenecekse üreteceği maliyetten çoktan şikayetçi olmaya hazır bir girizgâhın ortaya çıkardığı sendelemeler Türkiye’ye ileride pek sorun yaratacak kurucu bir başlangıç var etmiştir. Dinden uzak durmakla onu bir şekilde tasfiye etmeye ya da onunla korporatif bir şekilde de olsa bir yer bulmaya kadar varan arayışların ileride ortaya çıkaracağı sorunları özellikle 80’lerden sonra yoğun bir şekilde hissederek kavramak daha mümkün bir hâle gelecektir.
Modern Cumhuriyet’in ürettiği paradigmalara da bütün boyutlarıyla yansıyan dert ve hedef modernleşmektir. Yukarıda da vurgulandığı gibi bir yandan Batılılaşma çizgisinden modernliğe dahil olma bir yandan da artık dünya ölçeğinde rağbet gören ulus-devlet modelleri içinde kendi tarzını üretme iştiyakı, devasa güç, varlık ve organizasyonlarıyla dinin nerede tutulacağı sorusunu pek çokları için yakıcı birer azaba dönüştüren kaygılara yol açacaktır. Gerçekten de Türkiye’nin gerek tek partili gerekse çok partili siyasi yaşam teşekküllerinde hayatın hangi istikamette kurgulanacağı ve gündelik dilin hangi tahayyül üzerinden Batı’ya yöneltileceği konusunda sayısız uygulamalarla şekillendirilen pek çok örneğin içinde din de kendi nasibini almış, ister kaba ve baskıcı bir retorik içinde isterse ılımlı ve liberal bir genişlik içinde din sonuçta ulus-devlet tabiatının parçası haline getirilmekte gecikmemiştir.