Kabalığımı bağışlayın, ama sormasam olmaz. Ben İletişim Kuramları dersimde de öğrencilerime sorarım: En son ne zaman bir gazete satın aldınız?
En iyi cevap, son bir yıl içinde gazete alınmış olmasıdır. Bu arada annesi kızartma yaparken tavanın etrafına sersin diye için sağdan-soldan “okunmuş gazete” toplayanlara da rastlamışımdır. Hepimiz her gün hem de bütün gazeteleri “okuyoruz.” Onu kastetmiyorum. Bayiye veya büfeye uğrayıp parayı uzatıp, fiilen, resmen, ticarî anlamda gazeteyi satın alma halini soruyorum. Bu arada ben, “O gazetenin fiyatına bakayım, abi!” diyen bayilere de rastladım. Gazetelerin hepsi 25 kuruşken, hayat ne kadar kolaydı! Ama bu bahs-i diğer.
Siz muhterem okuyuculara arz ettiğim soru, asıl bahsimizle ilgili: İktisatta, siyasette, eğitimde, Dijital Göç. Bu bahsin size yönelttiğim soruyla ilgili şudur.
Bir ansiklopedi, iktisatla, siyasetle, eğitimle, kısaca hayatın bizi birinci derecede ilgilendiren her veçhesi ile, ama bilgi üreten, bilim insanı sıfatıyla değil, üretilmiş, biraz da kitabî bilgilerle “kullanıcı” sıfatıyla ilgilenen sıradan insanlar olarak bizim birinci başvuru kaynağımızdı. Ben, lisedeyken, bizim eve gelen günlük gazetede kupon yayınlanmıştı; şu kadar kuponu kesip gönderip koca üç cilt ansiklopedi almıştık. Sonra ben de aynı yöntemi uyguladım Tercüman’da 1980’lerde; Millî Eğitim Bakanlığının bir tarihte başlayın bir türlü bitiremediği Bin Temel Eser dizisini okuyuculara kupon karşılığı vermiştik. Gazetenin satışı arttığına göre, demek ki o tarihte kişiler, kitabî bilgiye, kitaba fiziken erişime önem veriyordu.
Size yönelttiğim soru da bu noktada cevabınızı, daha doğrusu onayınızı sağlamaya yönelik. Onaylanacak teori şu:
Biz, 1990’larda başlayan dijitalleşme süreci çerçevesinde, önce yazılı eserden, kitaptan, gazeteden, dergiden, yavaş yavaş göç ettik. Nereye? Dijital kaynaklara.
İnsanoğlu göçmendir; hayatımız hicret üzerine kuruludur. Kaçımız doğduğu köyde, kasabada, kentte kalıyor? Bir üste, bir daha zengin olana, bir daha rahat olana, bir daha çok imkân sunana doğru geçip gidiyoruz ki en sonda, imkanların en sınırsızına, zamanın ve mekânın bile artık ölçülemediği asıl durağa varıncaya kadar.
Bu mevzuu derginin bu sayısında enine boyuna irdeleyeceksiniz; benim değinmek istediğim nokta bu göç olgusunun, bilime, kültüre, edebiyata yansıyan tarafı: Dijital kültür göçü.
Neden oldu? Nasıl oldu? Nerede duracak? Sondan başlarsak, 1990’larda bir bilişim yayını olan Byte dergisinde bu dijitale doğru hızlı gidişe değinen bir yazımda, yazılı yayınların, mesela gazetelerin bu akımın sonunda ortadan kalkıp kalkmayacağı meselesine değinmiş ve bir çıkarsamada bulunmuştum: Yazılı yayınların alıcısı azalır; türleri azalır. Ama tümüyle ortadan kalkmazlar. Nitekim öyle oldu. 1990’larda 20 küsur günlük gazete vardı ve hepsinin toplam tirajı 5 milyona yaklaşıyordu. Bugün 140 adet günlük gazete var ülkemizde; hepsinin toplam satış miktarı 2 milyonun altında.
Bu sonuca bakıp da “Halkımız artık haber edinmiyor!” sonucuna varmayınız. Tersine, artan nüfusumuzla doğru orantılı olarak ama oran olarak nüfusu kaç kat aşan artışla, ülkemizde Internet sitelerinde haber kaynaklarına erişim sayıları da hızla yükseliyor. Bunu nereden çıkartıyoruz? Google, Amazon, Bing, Yahoo gibi belli başlı on arama motoru sitesinde yayınlanan haber konulu aramaların artışından. Haberle ilgili bir terimi arayan Internet kullanıcılarından kaçta kaçının kendisine verilen arama sonuçları listesinden bir bağlantıyı tıkladığı belli. Arama firmaları bu tıklama sayılarına dayanarak reklam alıyor; reklam geliri elde ediyor. Onlar için bu sayıların bilinmesi ve artması önem taşıyor; dolayısıyla bu rakamları açıklıyorlar. Buna dayanarak biliyoruz ki ülkemizde de tüm dünyada olduğu gibi, günlük haber kaynağı olarak Internet’teki herhangi bir siteyi kullanan kişi sayısı akıl almaz oranlarda artıyor. Gazetelerin tümünün 2 milyonun altına sattığı ülkemizde, sadece bir arama sitesinin haberle ilgili arama yapan (ve dolayısıyla bu aramanın sonuçlarına göre haber sitelerini ziyaret eden) kişi sayısı (ben bu yazıyı kaleme almak üzere bilgisayarın başına oturduğum anda) son 24 saat içinde 18 milyon olduğuna göre… 18 milyon kişi, sayın beyler-hanımlar! Bunun yarısı aldığı sonuç listesinde bir yeri tıklamış olsa… Ki benim gibi haber sitelerine erişmek için arama sitelerini kullanmayanlar da var. Her gün sürekli en az bir kere baktığım ve listelenen 20 haber varsa en az ikisi-üçünü tıklayıp okuduğum, 10-15 site var. Gazetelerin birinci sayfalarını görüntülü olarak sunan siteler de cabası!
Yani, son on yıl içinde elini bir ansiklopediye sürmemiş olan sadece siz değilsiniz. Hepimiz dijital göçmen olduk ve hepimiz için metin olarak veya görsel olarak haber edinme, bilgi alma, sorun çözme kaynağı Internet’teki bir sayısal (dijital) kaynak oldu. Çok değil şurada 10-15 yıl önce, istatistik dersinde öğrencilerin hemen hepsinin önünde bir hesap makinası vardı. Artık yok. Hesap işi bile dijitale göç etti. Açıyorsunuz Google’ı, arama yerine “900+700/2=” yazıyorsunuz ve sonuç karşınıza geliyor: 1250. Yani geçenlerde bir siyasetçi hesabı kafadan yapamamakta haklı. Elinin altında bir akıllı telefon olmuş olsa idi, vardığı yanlış sonuca varmayacaktı.
Evet hepimiz, kaynaklarla birlikte dijitale göç ettik. Tavuk-yumurta denklemiyle söylersek, kaynaklar dijitale göç ettiği için biz kullanıcılar da dijitale kaydık veya biz dijitale göç ettiğimiz için kaynaklar da hepimizden geldi.
Hepimiz -en azından benim yaşımdakileri kastediyorum- dijitale göç etmedik; bazılarımız, özellikle 1990’lardan sonra dünyaya gelenler, dijital dünyada yerli olarak yerlerini aldılar. Dijital göçmenlerle, dijital yerliler arasındaki sayısal kaynaklardan yararlanmadan tutun, kullanım sıklığına, kullandıkları alanların türlerine kadar fark var. Bunu kendi çocuğunuzda veya ebeveynlerinizde görüyorsunuz. Benim (yaşlı) kuşağım için hâlâ ne kadar akıllı olursa olsunlar, telefonların avuç içi kadar ekran, kullanılır bir mecra değil. Benim gözlerim için gazetenin yerini alabilecek şey belki kocaman bir bilgisayar ekranı olabilir. O bile gazeteyi şakırdatarak okumanın verdiği zevki veremiyor ama mademki göçtük, en azından avuç içi kadar bir ekranda sıkışıp kalmak zorunda değiliz. Fakat çoğumuz için akıllı telefon ekranı sıkışıp kalma sayılmıyor; tersine dünyaya açılmayı sağlıyor.
Bugün ülkemizde en çok reyting alan bir televizyon tartışma programını ekran başında ortalama 20 bin kişi izlerken, aynı program mesela YouTube’a konduğu anda, ilk bir saat içinde ortalama 2 milyon, 24 saat içinde ise 15 milyon kişi tarafından izleniyor. Beğendiğiniz TV şahsiyetlerinin birer birer dijital mecralara göç etmesi boşuna değil: televizyon kurumlarının verdiği aylık maaşın birkaç katını, dijital kanalınızdan kazanmanız işten bile değil.
“İşten bile değil” derken, daha az çalışabilirsiniz, kaliteden fedakârlık edebilirsiniz, sosyal medya-işte adı üstünde, sosyal bir şey! Demek istemiyorum. Kalite nerede olsa kalitedir ve ona sahip olan kaynak ile ona sahip olmayan kaynak, mecrası neresi olursa olsun, birbirinden ayrılır… Çünkü müşteri ikisinde de insandır; okuyan-yazan, dinleyen ve bilen kişidir. Dijitale göç etmek, kavram olarak kalitenin bittiği, kalitesiz malın, işporta tezgâhı gibi, sayısal mecraları, Web sitelerini, sosyal platformları işgal ettiği sonucunu çıkartmak yanlış olur. 1980’lerde, bizim kuponla verdiğimiz ansiklopediler, Bin Temel Eser kitapları kapış kapış giderken de kalitesiz rakiplerimiz vardı ve onlar daha ucuza mal edildikleri için, daha çok sürüm bulabiliyordu. Rahmetli Mithat Perin, Tercüman’ın Yan Yayınlar Yönetmeni olarak Bin Temel Eser arasında yayınlayacağımız bazı kitapların eldeki kopyalarının dilini beğenmiyor “Bunlar tahrif edilmiş olmalı” diye eserlerin Osmanlı alfabesi ile basılmış orijinallerini -hatta birkaç kere yazarın el yazısı ile aslını- bularak yeniden bugünün alfabesine aktarılmasını sağlıyordu. Bunun zaman alması, bize baskı ve ciltleme için zaman bırakmadığından yakındığımız zaman da gözlüğünün üstünden bakarak, “O bozuk şeyi mi yayınlamak isterdiniz?” diye bizi köşeye sıkıştırıyordu. Hayır, tabii bozuk şeyi biz yayınlamak istemezdik ama başkaları yayınlardı ve onların ucuza mal ettikleri şeyler rafları doldururdu. Bugün de Web sitelerini doldurdukları gibi.
Bu dijital göç başlamadan önce, okuyucu yayıncının şöhretinden tutun, elinde tuttuğu eserin diline, baskı kalitesine, cildine, rengine, mürekkebine bakarak kalite sorgulamasında bir ipucu elde edebilirdi. (Ciltli kitabın sırtındaki zamkı koklayarak, kitap ucuza mı getirilmiş, yoksa gereken özen gösterilmiş mi anlayan kişiler hatırlıyorum. Nur içinde yatsınlar.)
Bugün arama motoru dediğim hepsi yabancı bilgisayar programı işleten firmaların karşınıza çıkarttığı her ne ise, listenin ön taraflarında olmasını bir tür kalite verisi sayarak, bulduğunuzla yetinmek zorundasınız.
Gerçekten öyle mi? Yani bu dijital göç bizi kalitesizliğe mahkûm mu ediyor? Belki değil. Belki önüne çıkanla yetirmemek hâlâ mümkün. Arama sonuçlarını size sunan listenin ön taraflarında yer almak belki her zaman kalitenin simgesi değil. Aşağı doğru inmek ve geniş kitlenin rağbetini, bir kalite ölçüsü saymadan, aramak, tekrar aramak, beğenmediğinizi işaretleyip ona tekrar dönmemek hâlâ bir çare. Günümüzde, kitlelerin teveccühü, “en çok tıklanma” rakamları, ne yazık ki kalitenin bir ölçüsü, bir değil tek ölçüsü sayılır oldu. Çünkü dijital bu demek: Ne kadar çok kişi bakıyor, ne kadar çok kişi seyrediyor veya dinliyorsa o şey o kadar rağbet görüyor, herkes onu istiyor, demek ki doğru adres orası demek ki kaliteli olan o. Bu mantıkta temelden bir hata yok mu?
Elbette var. Batıvari demokratik teoriyi, kaynağından alarak irdeleyecek olursak, göreceğimiz ilk altbaşlık, “çoğunluk diktası” olacaktır. Ekonomide en yaygın “yasa” hükmündeki teoremlerden birisi, “Gresham yasası” olarak bilinir ve “kötü para iyi parayı kovar” şeklinde ifade edilir. Piyasaya aynı değerde, mesela 1 lira hükmünde, birisi ağır (iyi para), diğeri hafif (kötü para) külçeleri olan madeni para sürseniz. Külçe olarak değeri daha yüksek olan parayı millet toplar ve saklar. Piyasada değeri düşük olan para, yani kötü para piyasada egemen hale gelir. Siyasetçiler de de bir ölçüde böyle tartılmıyorlar mı? Dijitale göç ederken, iyi ile kötüye eşit alan tanımış olmuyor muyuz? Beni “seçkinci” (elitist) diye görmeyin ama derdini, kendini, meselesini anlatmak için daha çok çaba gösteren ile bulduğu mecraya kalite-değer, gelecek kaygısı, hesap-kitap gibi ölçütlere bakılmaksızın atılıveren siyasetçilerin tıpkı arama motorunun verdiği listede tepelerde çıkmaktan başka hasleti olmayan, denenmişliği, sınanmışlığı, sınavlardan geçmişliği olmadan karşınızda bitiverenlere meyletmeyi teşvik etmiyor mu bu dijital göç?
Yoksa dijital göçün de bize kaliteden fedakârlık etmeden yaşama imkânı veren tarafları var mı?
Göç olgusu yerini yavaş yavaş yerleşmişliğe bırakmayacak mı?
Dijitalin Gresham’ları bize iyi parayla kötü parayı ayırt edebilmemiz için yeni yasalar sunmayacaklar mı?
Cildin kalitesini anlamak için tutkalını koklamayı sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak (ks) öğretmişti bana. Eminim, dijitalin yerlisi olan gençler bize bu yeni ortamın da püf noktalarını öğreteceklerdir.
Umutla bekleyelim.