Bilgiye yön vermenin hem norm hem form açısından başlıca göstergesi kavramsallaştırmalardır. Yani, kavramların içini doldurabilmenizdir. Kavramları kim belirliyor, nasıl kullanılacağına ve manasına kim karar veriyorsa, gücü de o elinde bulunduruyor.
Kavramların içini doldurabilmek için elbette öncelikle kavramların kullanılacağı alanları oluşturmak gerekir. İhtisaslaşma adına kavramların parça parça edildiği, birbirinin alanına girmesinin yasaklandığı, anlaşılmak ve dilin sadeleşmesi adına dilin hapsedildiği manzaralar, kavramların sahibi iddiasında olan beşerin yapıp ettiklerinin sonucudur.
Kavramsallaştırmanın temelinde ya da tepesinde -belki de- ‘doğru’ kavramı yer alıyor. Göreceliliğin yaşatıcısı ya da görecelilik sayesinde ayakta duran ‘doğru’nun kişiden kişiye değişecek olması zenginlikken, tek tip insan oluşturma hedefinde olanların mahpus hayatı yaşattığı kavramların başında ‘doğru’ geliyor.
‘Doğru’ya hakkını verdikten sonra karşımıza çıkacak ilk kavramlar sanırım ‘iyi’ ve ‘kötü’ oluyor. İkisini birbirinden ayrı düşünemeyiz. Düşünmemeliyiz. Zira eşyanın zıddıyla kaim olduğundan haberdarız. Kavramların efendileri öyle istemese bile görecelilikle ayakta duran zıtlığın ne kadar önemli olduğunun farkındayız. İyi ki kötü var. Olmasaydı olmazdık! Kötülüğü güzellemediğimin farkında olanlarla devam edelim…
‘İyi’ kavramının ‘iyilik’ ifadesine kapı açmasının şaşırtıcı olmadığı aşikâr. Fakat alenî olmayan ve bizi kavramsallaştırma üzerine düşünmekten berî tutanların uzak durmamızı istediği bir soru var: İyiliğin nasıl yapılacağı öğretilebilir mi?
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki insanoğluna nasıl insan olması gerektiğinin anlatılması gerekiyor. Hata, yanlış ya da günahtan bahsetmiyorum. Bunlar kadim mevzular. Hâbil ile Kâbil’den beri içimizde yaşayan şeyler konumuz dışında. Bizi ilgilendiren, iyiliğin öğretilebilir olup olmamasıdır. Postmodern zamanda ise dünyanın bütün halklarına -ki bu halklar büyük oranda birbirine benzemektedir- nasıl insan olmaları gerektiği anlatılıyor. İyi insan olmak için şöyle davranmak, kötülük yapmamak için böyle olmak, insanlara faydalı olmanın püf noktaları ve daha ne başlıklar… İçine düştüğümüz içler acısı hali ifade edecek kavram bulmakta zorlanıyorum.
Elbette felaket tellallığı yapacak değilim. “Önce tespit, sonra tedavi” düsturu ile yol alıyorum ve tedavide sanatın ve sinemanın rolünün altını çizmek istiyorum.
Malumunuz, inancımızda da ‘iyilik’ ya da ‘sâlih amel’ kavramları çok önemli. Lakin sadaka vermek, fakire yardım etmek, dünya mazlumlarının sesi olmak için sosyal medyada slogan atmak ve benzeri çerçevelerin dışına çıkamayan bir anlayış olmamalı bu. İyiliğin de dili olmalı. Sahici ve pazarlıksız olmalı.
Sanatın, insanın kendini anlaması, yaşadığı dünyayı anlamlandırması noktasında mühim bir vazife icra ettiği malum. Bunu inkâr eden olmaz sanırım. Ve sanatın duygu belirleme ya da yönlendirme rolü de var. Sanat, farkında olalım ya da olmayalım duygularımıza yön veren unsurlardan biridir.
‘Popüler kültür’ dediğimiz şeyin en güçlü araçlarından biri de sanattır. Müzik, sinema ve edebiyat olmadan popüler kültürün oluşması mümkün müdür?
Mesela sinema -Hollywood elbette- olmasaydı çift kutuplu soğuk savaşın kazananının ABD olması mümkün olur muydu? İçine televizyon ve video klip sektörünü de koyarak ifade edeceğimiz bu sektör olmasaydı kot pantolonu Çin’in en ücra köşesine ne taşıyabilirdi. Baharat Yolu’nda ticaret yapan Batılı tüccarlar değil sanırım!
Hollywood ve televizyonun beslediği reklam sektörü olmasaydı- kola denen içeceğin imajitif etkisi mümkün olur muydu? Yine Hollywood olmasaydı- ABD işgaline karşı savaşırken ‘terörist’ olan Afgan halkının çok öncesinde Rusya’ya karşı direnirken Rambo diliyle ‘mücahit’ olarak adlandırılmasına şahitlik eder miydi?
Peki, genelde sanatın- özeldeyse sinemanın bu yönlendirici etkisine karşı insanoğlu hakikaten çaresiz mi? Manipülasyonun önüne geçilemez mi? Ya da huzur için ‘ölsün mikroplar’ mı dememiz lazım? Hangi kavramlara sığınabiliriz? Bir saniye… Acaba kullanabilecek kavramımız olmadığından ya da hangi kavramları kullanacağımızı bilemediğimizden savunma yapamıyor olabilir miyiz? Veya hep savunmada kalmak da kavramsallaştırma noktasındaki yumuşak karnımız olabilir mi? Hücuma mı geçmemiz lazım? Davullar çalınmalı, süngüler çekilmeli, yağız atlar dizginlenmeli ve küffara karşı cenk mi eylemeliyiz? Anlam ve duygu sütunlarının üzerinde duran sinemanın da işlevi bu aksiyona eşlik etmesi midir? Mesela herkes Çağrı filmini mi çekmeli? Çağrı gibi filmler çekilmezse olmaz mı? Her sene bir Çağrı filmi çekilse kurtulacak mı dünya? Dünyanın herhangi bir yerindeki ihtiyaç sahibine ulaşıp bir bardak su vermek için hep aynı yolun ve aynı aracın kullanılamayacağı gibi yine dünyanın herhangi bir yerinde sinemadan kendisine anlam ve duygu oluşturmasını bekleyen ihtiyaç sahibine de bambaşka biçim ve içeriklerle sayısız kişinin ulaşma imkânı olması, yani hem aynı araç ve yolun kullanılamayacağı sonucu da çıkmaz mı?
Sinema, tebessümün sadaka olması mesabesinde bir işlevsellikle sâlih amelin aracı ya da kendisi olamaz mı? Sadece ve sadece tebessüm ettirse bile yetmez mi? Tebessümün sadaka olduğuna kâni olan Müslümanlar, tebessüm ettirecek filmlere geldiğinde (komedi türü) neden mesafelidir? Üstelik, sâlih amelin karşılığı olamayacak komedi filmlerine bile giderken Müslümanlar, samimi niyetlerle yola çıkan ve sâlih amelden ötesini hedeflemeyen kişilerin çabalarına karşı neden bigânedir? Tek sebep ‘yetersizlik’ midir? Yani hakikaten ehliyet ve liyâkat sahibi olanlar destekleniyor mu?
İzleyici bir tarafa… Sanatın destekçisi olması gereken kişiler -para sahipleri- sâlih amelin sanat eseriyle gelebilme ihtimaline karşı neden körlerdir? Kulaklarını hangi ‘kavram karmaşası pamuğu’ tıkamıştır?
Ya sinema üreticisi… Kulluğun hakkını verebilmek, yeryüzü imtihanının belki en çetin alanlarından birinde ama en verimli mecralarından biri olan sinemada, sâlih amelin en çok kişiye ulaşabilen ve en çok kişiyi tebessüm ettirebilenini başarabilmek dururken, neden öykünmeci, taklitçi ve bayağı çabalar peşinde koşar? Cebinde akrep olan destekçinin kaçırdığı fırsatı, başka bir zaviyeden aynı akreple imtihanda kaybederek yol alan birçoklarının inanmadığı şey nedir?
Sürekli üretmek zorunda olan insanı, sürekli üretmek zorunda olan Müslümanı bundan uzak tutan şey nedir? Bu soruların muhatabı olmayan bir tek kişi bile var mıdır? Şu satırların ulaştığı herhangi biri, bu soruların muhatabı olamadığını iddia edebilir mi? En başta muharriri olmak üzere, bu sorularla muhatap olanların yapması gereken nedir?
Bize nasıl iyilik yapılacağını anlatan sistemin içerisinde ‘normal’ olarak kalarak mı kavramımıza sahip çıkacağız, yoksa sadece iyi insan olmaya çalışarak iyiliği yaşatabileceğimizi bütün dünyaya haykırmadan önce, dostlara alışverişte kendimizi göstermeden önce, üzerimize giydiğimiz rol kıyafetlerinin şeklinde kaybolmadan önce hakikaten niyetimize odaklandıktan sonra sadece ve sadece içimizden gelerek mi davranacağız? Ve bu kadar basit olan meselelerde kalıcı sonuç alabilmek için çok çalışmamız ve kendimizi iyi yetiştirmemiz gerektiğini anlayabilecek miyiz? İyi insan olmak için birilerinin yönlendirmesine gerek var mı? Sadece insan olmak kâfi değil mi? Birilerinin tanımlamasına ya da direktifine mahkûm muyuz? Sâlih amel işlemek için de kullanım kılavuzuna ihtiyaç var mı? İyi niyetle hareket etmek yetmez mi?
Tıpkı bir sanatkarın, üretim yaparken pazarlıklı olmaması gerektiği gibi… Sadece ve sadece içinden gelen şekilde sanatını icra etmesi gerektiği gibi… Sahici ve samimi olması gerektiği gibi… Esasında sadece samimiyetle ve sahicilikle iyiliğe iyilik ektiği gibi… Sinema, tohum ekmektir. Sinema, iyi insan olabilmenin yollarından biridir. İyi insan olmanın, insan sayısı kadar çok yollarından sadece biridir. Etkili bir yöntemdir. Zordur.
İçerik ve biçim açısından birikim ve üretim ister. Fakat üretimin samimi ve sahici olması gerekir. Lazım gelen sadece budur. Gerisi, bütün sanat dallarında ihtiyaç duyulacak teknik şartlardır.
Abdulhamit Güler