Kültür sanat, kitap, yayıncılık, eğitim, öğretim, değerler eğitimi gibi mevzular gündeme geldiğinde adı çokça anılan, alanın duayenlerinden Alpaslan Durmuş hocamızla bu sayımızın dosya konusunu değerlendirmeye çalıştık. 2016-2019 arasında Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı da yapan şimdilerde ise Kızılay’da kurucu başkanlığını üstlendiği akademik araştırma, eğitim ve yayın çalışmaları birimi olan Kızılay Akademi’de çalışmalarını sürdüren Hocamız, kurumsal ve bireysel tecrübelerini de aktardığı hasbihâl tadındaki söyleşimizde eğitimin hem teorik hem pratik alanlarına dair çeşitli meselelerini farklı açılardan bizler için değerlendirdi.
Röportaj: Mehmet Kaman
Kıymetli hocam, esasen ilahiyat mezunusunuz ama lisansüstü çalışmalarınız bağlamında eğitim bilimlerinde odaklandınız, dolayısıyla ilahiyatçı yönünüzden ziyade eğitimci tarafınız daha çok ön plana çıkıyor. Yıllardır sahada yaptığınız ciddi çalışmalarınız var eğitime dair; ayrıca hem işin teori boyutunda hem de insana dokunma adına yaptığınız meselenin pratik yönlerine dair de çalışmalarınız var. Dolayısıyla biz de bugün dergimizin eğitim sayısı için bir röportaj yapmaya karar verdiğimizde aklımıza ilk gelen isim oldunuz. Yıllardır birçok özel ve resmî projede yer aldınız ve toplumun farklı kesimleri için de eğitim programları hazırladınız, öğretim programları geliştirdiniz. Özellikle “değerler eğitimi” başlığı altında yaptığınız ve milyonlarca insana dokunduğunuz projeleriniz var. Buradan hareketle resmî ve özel bir eğitimci kimliğinizin yanında size sivil bir eğitimci diyebilir miyiz aynı zamanda?
Türkiye’de çoğu insan mezun olduğu yükseköğretim yolunda devam etmiyor. Böyle olması da yükseköğretimin mantığına uygundur zira yükseköğretim bir meslek kazandırma yeri değil bir konsept kazandırma, ufuk kazandırma yeridir, öyle olmalıdır. Bizim de ilahiyatçı birikimimiz ile eğitimci tarafımızın ve birikimimizin böyle bir yan yana yürüyüşü var. Belki ilahiyat alanında çok fazla şu anda bir üretim yapmıyorum ama sonuçta ilahiyatta kazandığımız birikimin bize açtığı pencere ister eğitim alanında ister şu anda hizmet verdiğim Kızılay’da olsun -ki malum Kızılay halk sağlığı, insani yardım, afet ve acil durumlar, insani diplomasi gibi alanlarda çalışıyor- sürekli üstümüze ışık düşürüyor, yolumuzu aydınlatıyor, o birikimin katkısını daima görüyoruz. Sorunuza böyle giriş yapmış olayım.
Değerler eğitimi ile alakalı da bir şeyler söylemek isterim sorunuz vesilesiyle: 2000’de kurduğum bir danışmanlık firması vardır. Kurulduğumuz günlerde geleceğin önemli konularından birisinin karakter eğitimi olduğunu düşünüyorduk, bununla alakalı birtakım çalışmalar yapmak istedik. O günlerin yapraklarına bir göz atarsanız 28 Şubat postmodern darbe atmosferinin hâkim olduğunu hemen hatırlarsınız. O atmosferde çocuklarımıza kendi ebeveynleri olarak istediğimiz, ümit ettiğimiz, duamız olan çerçeveyi kazandırmakta zorlanıyorduk. Özellikle ilkokullarda din eğitimi ile alakalı bir şey yapmak mümkün değildi. Ortaokullara geldiği zaman ancak yazları, o da Diyanet’in gözetim ve denetiminde açılan Kur’ân kurslarıyla mümkün gibi mahdut bir çerçeve vardı. Biz o zaman düşündük ki bu böyle devam ederse darbeciler ilkokullarda olduğu gibi yaz Kur’ân kurslarında da din ve ahlak eğitimin kaldıracaklar, ağır cezalarla teyit ve takviye edilmiş yasaklar kapıda. Dolayısıyla kendi evlerimizde çocuklarımıza nasıl bir din eğitimi vereceğimizi düşünmemiz lazım, bununla alakalı tedariklerimizi oluşturmamız lazım, deyip bu anlayışla yola koyulduk. O zamanlar kurduğum danışmanlık şirketi üzerinden çeşitli kurumlara danışmanlık hizmeti veriyorduk. Bir taraftan bizim açımızdan danışmanlık verdiğimiz kurumlardaki çalışmalar da bu düşüncelerimiz için sınama laboratuvarı oldu.
O dönemde Ensar Vakfı’nın danışmanlığını yaptığımız Bağcılar’da bir koleji vardı. Bir gün rahmetli Ahmet Şişman abi ben okuldayken telefon etti, akşam vakfa uğramamı istedi. O zaman vakfın başkanıydı. Bir konuyu istişare etmek istediğini söyledi. Gittim. Kendisi, “Şu ana kadar vakıf, dernek çalışmaları dendiği zaman aklımıza devlet kurmak hariç her şeyi yüklenen birtakım kurumlar geliyor. Ben odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir mecrayı derinleştirelim istiyorum. İmam Hatiplerin kurduğu bir vakıf olduğumuz için de çalışmalarımız din eğitimi alanında yoğunlaştırmayı düşünüyorum.” diyerek bir girizgâh yaptı ve yapmayı düşündüğü faaliyetlerden bahsetti. “Ne dersin?” dedi. Proje bir piramit şeklinde bir faks çıktısının üzerine çizilmişti. Kâğıdın neredeyse her tarafı yazı çiziyle dolmuştu. Ancak belirgin bir şekilde seçilen bir piramitte işlerin hangi sırayla yapılacağı, işlem süreci de anlatılıyordu. Ben o zaman kâğıdı Ahmet Abi’nin önünden alıp piramidin tabanı tepeye, tepesi tabana gelecek şekilde çevirdim, ters yüz ettim ve “En son yapmayı düşündüğünüzü en başta yapmaya başlayarak gidelim abi!” dedim. En son bir akademik dergi çıkarmayı koymuştuk piramidin tepesine, ben onu piramidin temeline koydum. Gerekçemi de anlattım. Dedim ki: “Uzun ve güç bir yola çıkıyoruz, büyük bir insan gücüne ve birikimine ihtiyaç var. Bu insanların farklı alanlardan bakışlarına ihtiyaç var. Dolayısıyla kimlerle yola çıkabiliriz, kimlerle yolu sürdürebiliriz bunu görmek için de bir sınama yapmamız lazım. Her gelene ‘Hadi gel, sen de otur masanın bir tarafına!’ diyecek durumda değiliz, diye düşünüyorum. Akademik derginin böyle bir güzel tarafı var. Çünkü yazısı geldiği zaman adamın ismini gizliyorsunuz, bir hakeme gönderiyorsunuz, o hakem bunu enine boyuna tartışıyor. Metinle uğraşıyor, yazarla veya şahısla değil. Dolayısıyla adamın kabiliyetine, kapasitesine, birikimine dair bize ciddi rapor veren en az iki kişi olmuş oluyor. Akademik dergilerde her makale için en az iki tane hakem tayin ediyorsunuz. Buradan yola çıkarsak beraber yol yürüyeceğimiz arkadaşlarımızı seçe seçe çevremizi oluşturmuş oluruz abi!” Makul buldu. “İyi o zaman böyle bir şeyle başlayalım ama bizim akademik dergi çıkaracak bir adamımız yok. Bunu sen yapabilir misin?” dedi. Ben de o zaman bizim -şimdi artık satmış olduğumuz- bir dergimiz var, akademik bir dergi. Türkiye’de özel sektörce yayımlanan ilk akademik dergiydi, Türkiye’den eğitim bilimleri alanından uluslararası indekse giren de ilk dergiydi: Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri Dergisi. O dergiyi anarak merhum Ahmet Şişman abime “Böyle bir deneyimimiz var. Allah’ın izniyle çıkarırız.” dedim. “İyi o zaman. Teklifini hazırla gel!” dedi. Ben gittim. Din eğitimi, ahlak eğitimi, karakter eğitimi gibi alanlarda tarama yapmak suretiyle son bir iki yıl içinde yabancı memleketlerde kim neler yapmış, hangi gündemleri var, bunları tespite çalıştım. O çalışmada son bir iki yılın yayınlarından bahsetmiş oldum; ilgi alanlarını, trendleri göstermiş oldum ve en sonunda da bir iki sayfalık bir teklif sunup bitirdim. Toplamda 300-350 sayfalık bir teklif dokümanı oluşturmuştum. O dokümanda mealen dedim ki: “Çalışacağımız konu, alan ayan beyan belli, bu konuda hiç bir müphemlik yok. Ancak girdiğimiz mecrayı adamakıllı işlemek, derinleştirmek istiyorsak sadece din eğitimcilerinin değil psikologların, pedagogların, hukukçuların, siyaset bilimcilerin de dâhil olabileceği, farklı alanlardan katkıların alınabileceği bir kapasite oluşturabilmemiz lazım. Onun için de sınırlayıcı bir isim yerine daha kuşatıcı bir isim seçmek lazım. Çıkaracağımız dergiye salt ‘Din Eğitimi dergisi’ dersek kelâma, akaide, fıkha, kısacası ulum-u diniyeye aşina olanları ilgilendiren bir dergi olmak durumunda kalır, başka disiplinlerden insanların düşünmesini tahrik edemeyiz; çevremizi sınırlandırmış, yoldaşlarımızın sayısını azaltmış, renkli ve mütenevvi katkılardan mahrum kalırız. Buna meydan vermemek için daha yumuşak, genel, kapsamlı bir isim olarak ‘Değerler Eğitimi’ adını önerdim.” Ahmet abi de bu gerekçemi kabul etti, haklı gördü derginin adını Ahmet Şişman merhumla beraber Değerler Eğitimi olarak belirlemiş olduk. Sonrasında zaten Değerler Eğitimi Merkezini kurdu Ahmet Bey merhum.
Bu durumda aktardığınız anekdottan hareketle eğitimle alakalı bir çalışma ortaya çıkarmadan önce eğitimcilerin eğitilmesine, daha doğrusu nitelikli eğitimcilere yönelik bir çalışmanın yapılmasına öncelik veriyorsunuz diyebilir miyiz?
Tam olarak eğitimcilerin eğitilmesi değil de “bir eğitim yaklaşımı ve ufku çizmeye çalışacaksak kimlerle benzer referanslarla konuştuğumuzu, benzer çerçeveden baktığımızı görebilmemiz lazım ve bu anlamda kimin maraton nefesine yatkın olduğunu fark etmemiz lazım” şeklinde çıkarım yapmak daha doğru olur. Depar atmaya geldiği zaman yüz, yüz elli metre koşarsınız, dört yüz metre koşarsınız ama uzun mesafe yahut maraton koşacak kişinin üç beş kilometreden kırk elli kilometreye kadar çıkan bir mesafeyi koşması gerekir. Enerjisini ve nefesini idareli ve doğru kullanması gerekir uzun mesafe koşucusunun. Onu tespite çalıştık ve “Değerler Eğitimi” çalışmaları böyle başladı.
Buraya kadarki aktarımlarımdan hareketle net anlaşılmıştır ama altını kuvvetle çizmek isterim ki “Değerler Eğitimi” isminin de bu alandaki çalışmaların da altına tek başına benim ismim yazılamaz, kesinlikle doğru olmaz. Orada, daha işin en başında Ahmet Şişman merhum bu düşünceyi geliştirmeseydi, beni davet etmeseydi, benim önerdiğim arkadaşları yol arkadaşı olarak seçip benimsemeseydi, velhasıl işin önünde, arkasında, yanında, her tarafında dağ gibi durmasaydı benim de bizim de sürdürebilecek bir takatimiz olmazdı. Ahmet Bey, -Allah rahmet eylesin- onun sayesinde oldu bütün bu çalışmalar. O günden bugüne onlarca arkadaşımızın katkıları oldu Değerler Eğitimi Merkezinde, ama benim için sabikûndan olmakla çok özel yerleri olan başta hâlen Merkezin koordinatörlüğünü sürdüren sevgili kardeşim Hulusi Yiğit olmak üzere Mahmut Zengin, Mustafa Yılmaz, Recep Kaymakcan, Veli Karataş, [Z.] Şeyma Arslan’ı [Altun] özellikle anmak isterim. Hâlen ilk günkü heyecanla ve ciddiyetle çalışıyorlar, güzel işler çıkarıyorlar.
Sözlerinizin arasından bir şey dikkatimi çekti. Aynı referansta dediniz. Yani eğitimle ilgili bir çalışma yapacaksak aynı referansta, aynı tonda belki… Ben de şunu sormak istiyorum size: Eğitimle alakalı meseleler konuşulduğunda aynı tonda olması, bu alanda hizmet veren insanların da hizmetin kendisinin de eğitim meselesi hep aynı tonda mı olması lazım, aynı çizgide mi olması lazım? Bir değişkenliği var mıdır? Döneme, şartlara göre değişebilir mi? İlaveten sizin eğitim tarifiniz nedir? Eğitim deyince ne anlamalıyız? Okullu olmak eğitilmek midir? Veya bilgi aktarımı mıdır? Veya başka bir şey midir? Siz nasıl tanımlıyorsunuz eğitimi?
Bu son kısmı dile getirmeseydiniz, sormasaydınız ben de “Önce bir eğitimin tanımından başlamak lazım!” diyecektim. Ben Ahlak ve Karakter Eğitimi El Kitabı adlı derleme kitabı yayına hazırladığım zamandan beridir, o kitabın yedinci bölümünün yazarı Kenneth A. Strike’ın makalesinden esinlenerek ve yararlanarak eğitimi şöyle tarif ediyorum: Eğitim; kendisine güven duyulan ve kendisinin de güven telkin ettiği bir usta/ öğretmen eşliğinde birtakım işlerin, o işlere ait mükemmellik standartlarına uygun olarak bellenmesi ve o işlerin melekeye dönüşmesi suretiyle ustalık kazanılması sürecidir. Eğitim tarifimin bir başka esin kaynağı da İmam Gazzâlî’nin ahlakla alakalı tanımıdır. Gazzâlî ahlakı “Herhangi bir düşünüp taşınma, zorlanma yahut sunilik olmaksızın hâlin ve işin gerekli kıldığı eylemin tezahür ve tecelli etmesini sağlayan kişide melekeye ve seciyeye dönüşmüş heyettir.” diye tarif eder.
Meleke hâline gelmesi bütün beceriler için eğitimin nihai amacıdır. Bir süreç işi olan eğitim esnasında üstat size rehberlik ediyor, önce kendisi yapıyor gösteriyor, sonra siz yapıyorsunuz ona gösteriyorsunuz. Yaptığınız şeyle alakalı size geri bildirim veriyor. Bu geri bildirim istikametinde siz düzeltmelerinizi yapıyorsunuz. Gittikçe o mükemmellik standartlarını kazanmaya başlıyorsunuz. Mükemmellik standardı ne olabilir? Diyelim ki bir araba yapmak, yemek pişirmek veya pantolon dikmek söz konusu olsun. Burada size mükemmellik standardını kim öğretiyor? İşte bu standartlar kendisine güvenilen, kendisi de güven telkin eden bir ustanın, üstadın eşliğinde oluyor. Uzun bir yolculuk olarak oluyor. Yapa yapa oluyor ve nihayetinde elde ettiğimiz şey ne oluyor? Bir meleke oluyor, bir melekeye ulaşıyoruz.