“Kamuda çalışan hekimlerimizin gelirleri hakkaniyetli bir sistemle arttırılması gerek. Bu durum sadece hekimlerin özlük haklarıyla ilgili değil aynı zamanda vatandaşa da ciddi olumsuz yansımaları olan bir toplumsal hadisedir.”
Prof. Dr. Recep AKDAĞ (Sağlık Eski Bakanı)
Bu sayımızda, 2002-2013 yılları arasında uzun dönem sağlık bakanlığı görevini üstlenen Prof. Dr. Recep Akdağ ile sağlık dosyasını ele almaya çalıştık. Uzun yıllar ülkemizin çeşitli hastanelerinde hem hekimlik yapmış işin pratiklerine son derece vakıf hem de sağlık bakanı olarak görev yaptığı yıllarda adete kangrene dönmüş sağlık sisteminde gerçekleşen her biri birer devrim niteliğindeki başarılı projelere imza atmış birisi olarak sahadaki tecrübelerini bizlerle paylaştı. Özellikle pandemi döneminde ülkemiz sağlık sektörünün yaşadığı zorlukları ve bunlara karşı geliştirilen başarılı çözümlere dair aktardıkları oldukça ufuk açıcıydı. Ayrıca hekimlerin ve hekim adaylarının son yıllarda yaşadıkları sorunların ana kaynağı hakkında önemli tespitlerde bulundu. Bununla birlikte söyleşinin satır aralarından anladığımız o ki hekimlerimizin ülkede gönül rahatlığıyla hizmetlerine devam edebilmelerini sağlayacak yurt dışına çıkışları da önemli ölçüde azaltacak kapsamlı yeni bir sağlık reformu, çok yakın bir zamanda gerçekleşecek gibi görünüyor.
Ahmet Mercan: Sayın bakanım, üç aylık bir dergi çıkarıyoruz. Çeşitli konu başlıklılarını alıyoruz, dosya konularını inceliyoruz. Bir önceki konumuz insan ve insanın yapısıydı. Bu sayımızdaki konumuz sağlık. İstedik ki sağlık konusunu enine boyuna, yeni insan tasarımları dahil sağlık politikalarını bütün yönleriyle incelemeye çalışalım. Ve arkadaşların teveccühüyle hepimizin ortak fikridir ki Türkiye’de 20 yıldır bir devrim niteliğinde oluşan bu sağlık dönüşümünün mimarı sizsiniz. Sizinle röportaj/söyleşi yapmadan geçmek noksanlık olurdu. Bu vesileyle sizi rahatsız ettik.
Recep Akdağ: Estağfirullah. Kanaatimce sağlıkla ilgili bir sayı oldukça ilgi de çekebilir. Çünkü sağlık malum herkesi ilgilendiren bir alan. Toplumlarda insanları geçimleri, konutları, sağlıkları, güvenlikleri bunlar çok fazla ilgilendirir. Sağlık anne rahmine düşen, yerleşen bir bebekten insanın vefatına kadar devam eden bir süreç. Hayatın hiçbir dönemini dışında bırakmıyor sağlık alanı.
Mehmet Kaman: Bakan olduğunuzda sağlık sisteminde yaptığınız devrim niteliğindeki değişim başarıyla devam ediyor. Aynı zamanda bir hekim olarak içinde bulunduğunuz sektörü nasıl teşhis ettiniz ve nereden başladınız? Bu devrim/dönüşüm nasıl oldu?
Recep Akdağ: Teşekkür ederim. 1978 yılında tıp fakültesi girdim. 44 senedir sektörün içindeyim. Kasım 2002’ye kadar yani Ak Parti iktidarı öncesi dönemde Türkiye’de sağlık alanı büyük bir kaos içerisindeydi. Güzel dönemler de vardı. Refik Saydam zamanında (1923-1937) doğru işler yapılmış. Behçet Us, 1950-60 arasında doğru işler yapmış. Hatta biraz dünya görüşlerimiz farklı alanlarda da olsa iş sağlık kısmına gelince Prof. Nusret Fişek 1960 ihtilalinden sonra birtakım anlamlı işlere imza atmış ve işleyen bir sağlık sistemi kurgulamış.
Sağlık ocaklarını hatırlarsınız. Hastaneler, devlet hastaneleri, diğer farklı hastaneler… İyi kötü bir sistem vardı ama çok parçalı bir yapı vardı. Hem finansman tarafında hem sağlık hizmetleri tarafında hem adaletsizlikler çok fazlaydı. Ayrıca insanlar genellikle önemli hastalıkları için bir muayenehaneye giderek orada para ödemek, ameliyatları için para ödemek ve sonra hizmet almak durumundaydı. Buna vatandaş “bıçak parası” ismini takmıştı. İşçiler sadece kendilerine ait sağlık kuruluşlarına gidebilirler, çok az sayıdaki sağlık kuruluşundan onların eczanelerinden ilaçlarını böyle tıka basa dolu bodrum köşelerinde almaya çalışırlar falan. Beş altı çeşit hastane yapısı kamuya ait. Beş altı çeşit kamuya ait sigorta yapısı, her biri birinden farklı teminat paketi dediğimiz yani hizmet paketine, hizmet kapsamına sahip. Böyle bir zamanda geldik. Doğrusu Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının o gün kurduğu parti benim için de birçok arkadaşımız için de büyük bir umut kaynağıydı. Ve nasip oldu ben milletvekili seçildim ve hemen de Sağlık Bakanı oldum. Kolları sıvadık ve bu işi düzeltmeye koyulduk. Tamamen insan odaklı bir sağlık sistemi kurmak için kollarımızı sıvadık. İyi bir ekip kurduk. Sayın Cumhurbaşkanımız ve kabinedeki arkadaşlarımız, millet arkamızda durdu ve dolayısıyla da muvaffak olduğumuz bir dönüşüm gerçekleşti. Sektörü bizzat yaşayarak teşhis ettik. İçindeydik çünkü. Ben size bazı misaller verirsem oradan çok rahat anlayabilirsiniz. Düşünün bir üniversite hastanesinde çalışıyorsunuz. Asistanlığınız, uzmanlığınız, hocalığınız orada. Bütün bu süreçler boyunca bebek cenazeleri morglarda bekletiliyor rehin olarak. Eğer hasta yakını, ailesi tedavi ücretlerini ödeyememişse ya da evrakını tamamlayamamışsa hastanın işi bitmiş olsa da hastanede rehin tutuluyor. Bunu görüyorsunuz, yaşıyorsunuz her gün. Geliyor bir vatandaş size ve diyor ki: “Hocam ne olursunuz benim çocuğumu verir misiniz? İki haftadır morgda yatıyor.” Yeni doğan bir bebeği kaybetmiş aile, rahmetli olmuş bebek. O sanıyor ki siz oradaki doktor olarak onu verebilirsiniz. Halbuki siz de olayın mağdurusunuz. Veremezsiniz ki! Ben hatırlıyorum. “Hastayı neden/nasıl kaçırdınız?” diye bir nöbetçi personele ve hemşireye hastane soruşturma açılmıştı. Sanki onlar gardiyan yani! Orası cezaevi, onlar da gardiyan gibi. Buna benzer o kadar çok şey anlatabilirim ki! Bir SSK’lı hasta gelir biz üniversite hastanesindeydik oraya sevkli olarak, yazdığınız her ilacı SSK hastanesine gidip oradan almak zorundadır. Bir ilaç getirdi diyelim ki o akşam o ilaçtan tam fayda görmedi, gece yarısı ikinci bir ilaç yazdınız. Yine oraya dönmek zorunda. Ya da yeşil kartlılar mesela, hastanede ilaç yok, ben kanserli çocukları takip ederdim, hastanede ilaç yoksa tedavi edemezsiniz. Dışarıya yeşil kart için reçete yazamazdınız. Ya da ayaktan takip sırasında yazdığınız reçeteleri kaymakamlıklara gidecekler oradan almaya çalışacaklar. Buna benzer o kadar problem var ki! Dolayısıyla teşhis ettiğimiz şey şuydu: Sistem arızası. Geniş anlamlı bir sistem arızası vardı. Ve insan arada kaybolmuştu. Biz şunu yaptık: Geniş kapsamlı bir dönüşüm gerektiğine karar verdik. Aslında dünyada farklı eğilimler, trendler var. “Bunların hepsine birden girişirseniz altında boğulursunuz.” diyenler de vardı. Biz hiç böyle düşünmedik. Çok doğru yapmışız çünkü sağlık sistemi öyle bir sistem ki bütün parçaları birbiriyle ilişkili. Bir tarafını tek başına yapamazsınız. Buna da bir misal vereyim. Diyelim ki iyi bir ambulans taşıma sisteminiz yok. Biz geldiğimizde yoktu. Bunu kurdunuz. Geçmişte evinde kalp krizi geçirip vefat eden hastayı hızla hastaneye ulaştırdınız. Güzel bir şey yaptınız değil mi? Hastanede yeterli müdahale edecek ekipmanı, altyapıyı, yoğun bakımı oluşturmamışsanız yani hiç de iyi bir şey yapmış olmadınız. Ya da bir sigorta sistemi kurdunuz ama hastaya hizmet edecek sağlık kuruluşlarının altyapısı yetersiz. Vatandaş sigortaya prim ödüyor. Ne olacak? Hastaneye gidecek hizmetini alamayınca vatandaş iyice isyanlara oynayacak. “Ben prim ödüyorum. Niye benim hizmetimi vermiyorsunuz?” diyecek. Bütün sistemin yapı taşı birbiriyle ilişkili. Onun için biz geniş, kapsamlı bir dönüşüme başladık. Ama oldukça sancılı bir dönüşümdü bu. Önce hızlı kazanımlar elde etmemiz lazımdı. Vatandaş güvensin, vatandaşın itimadı artsın, biz daha büyük işler için zaman bulabilelim. Bir taraftan da o orta ve uzun vadeli planları hazırlıyorduk. Onların uygulamalarını yapıyorduk. Bu da önemlidir. Yani ben sadece sağlık için de demiyorum. Bütün reform ya da dönüşüm çabalarında mutlaka koordineli çalışmak lazım. Erken iyileştirmeleri sağlayacaksınız ki uzun vadeli iyileştirmelere vaktiniz kalsın. Bazen bana söyleniyor; “Tabi sizin şansınız vardı. Çok uzun Sağlık Bakanlığı yaptınız. Onun için bunları gerçekleştirdiniz.” Bu kısmen doğrudur ama biz işimizi baştan vatandaşı da bir itibar sağlayacak şekilde yapmasaydık, o uzun devam etmezdi ki! Benim ilk dönem on sene oldu. Sonra aradan üç, üç buçuk sene geçtikten sonra bir seneyi aşkın bir daha yaptım. Sonra bir süre Başbakan Yardımcılığım oldu. Dünyada Sağlık Bakanlarının ortalama hizmet süreleri bir buçuk yılı geçmiyor. Türkiye’de de Refik Saydam’ın dışında uzun süre bu işi yapan hiç kimse yoktu. O da parçalı parçalı yapmış. Bir kerede on sene yapan bir tek bendim. Dolayısıyla yani “Nereden başladınız?” diye sordunuz ya her taraftan birden başladık. Zordu bu. Bu bir haftada yüz saat çalışmak gerektiriyordu bana ve yakın çalışma arkadaşlarıma. Çalıştık. Aşağı yukarı beş sene haftada yüz saat çalıştık; ama elhamdülillah oldu.
İki açıdan destek sağlamak önemli, bu çeşitten değişimler yapan ekipler için. Biri vatandaşın desteği. İkinci başbakan ya da devlet başkanının desteği. Biz bu ikisini de aldığımız için Allah’a şükür işlerimiz tıkır tıkır yürüdü. Tabi böyle derken çok zorladığımız, kavga ettiğimiz alanlar oldu, çok düşüp kalktığımız alanlar oldu ama hiç yılmadık hamd olsun. Neticede de güzel işler oldu.
Ahmet Mercan: Bu süreçte karşılaştığınız en büyük sorun, direnç nereden ortaya çıktı? Doktorlar mı yoksa muhalefet mi? Nereden karşılık buldunuz?
Recep Akdağ: Etkisi açısından bakarsak en büyük direnç 1960 ihtilalinin artığı, yüksek mahkeme yapısıydı. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın o günkü yapısından bahsediyorum. Yaptığımız birçok işe karşı çıktılar. O zamanki ana muhalefet partisi onları Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. İşte o zamanki Türk Tabipler Birliği dolaylı olarak onlarla beraber hareket ederek ya da idare mahkemeler yoluyla Danıştay’a götürdüler konuları. Biz hastaneleri aynı çatı altında topladık. Bu çok büyük ve zorlu bir operasyondu. Yani o zamanki SSK dediğimiz sadece işçilerin istifade edebildiği ama işçilerin de diğer hastanelerden hiç istifade edemediği yapıyı değiştirdik. Başka diğer kurumların da hastaneleri vardı. Bunları aynı çatı altına aldık. Bu kanunları yaparken genelde kanunların sonuna “Bu kanuna uygun yönetmelikler yapılır.” diye de yazılır. Bunu yazmadık ve yönetmelik de yapmadık. Biliyorduk ki o gün bir yönetmelik yapsak Danıştay onu bozacak. Şimdiki Anayasa Mahkemesi üyelerimiz, Danıştay üyelerimiz bundan alınmasınlar. Tekrar söylüyorum 1960 ihtilalinin artığı bir yüksek mahkeme yapısı vardı. Her yaptığımız işte o taraftan bozulma riskiyle karşı karşıyaydı. Bir de maalesef yani adında Türk olan Türk Tabipler Birliği -maalesef diyorum çünkü hiç böyle davranışları yok. Bir takım bölücü örgütlerle şunlarla bunlarla irtibatları oluyor zaman zaman- onlar karşı çıktı. Ancak bu doktorların karşı çıktığı anlamına gelmiyor. Doktorlardan karşı çıkanlar da oldu, taraftar olan da oldu. Zaman içerisinde doktorların büyük kısmı sisteme uyum göstermişti. Bunun da bir örneği var. Biz devlet hastanesinde çalışanlar için muayene hekimliğini kaldırdık. Yani her iki tarafta birden çalışılmasın dedik. Çünkü bu olacak iş değil. Önce performans ödemeleri yapmaya başladık ve hekimleri serbest bıraktık. İki seçimden birini yapın. İsterseniz maaşınıza performans ödemesi yaparız. İsterse dışardaki çalışmanıza devam edin. Beş sene içerisinde hekim arkadaşlarımızın %85’i gönüllü olarak muayenehanelerini kapattılar. Dolayısıyla aslında sistemde çalışanlardan da biz büyük bir direnç falan görmedik. Zaten direnç görsek birlikte yapamazdık. O gün için iyi para ödemeye de başlamıştık. Son zamanlarda işin bu kısmında sıkıntılar var ama umuyorum ki onları da inşallah yakın zamanda çözülür.
Mehmet Kaman: Sayın Bakanım tam da burada ben belki güncel bir konu olabilir düşüncesiyle affınıza sığınarak onu da sormak istiyorum. Bu bahsettiğiniz gelir yetersizliği meselesinden çok bahsediliyor. Özellikle sağlık çalışanları. Dolayısıyla doktorların ülkeyi terk ettikleri, yabancı ülkelere gittikleri ve orada çalışmaya başladıklarına dair bazı doktor, hekim arkadaşlarımızın görüşmelerde sizinle yapacağımız görüşmeyi de bildikleri için ifadeleri oldu. Bununla ilgili neler söylersiniz?
Recep Akdağ: Son birkaç senedir hekim arkadaşlarımızın yurtdışına özellikle de Almanya’da gitme eğilimlerinde bir artış görüyoruz. Türkiye’de Almanca eğitimi çok yaygın değildir. Daha çok İngilizce yaygın. Buna rağmen bir kısım arkadaşlarımız Almanca öğrenerek Almanya’ya gitmeye çalışıyorlar. Bunda doktorların kazançlarının biraz geçmişe kıyasla, ilk dönemlere kıyasla görece olarak azalmış olmasının elbette payı var. Yani 2006-2016 arasında hekimlerin alım gücünü bugünle kıyaslarsanız gerçekten devlet hastanelerinde çalışan hekimlerin gelirlerinde ciddi bir azalmanın olduğunu görürsünüz. Bunun mutlaka arttırılması gerekir. Bu sorunu Cumhurbaşkanımızla da konuştuk. Sağolsun Cumhurbaşkanımız bundan bir müddet önce benim de dahil olduğum birkaç bakan arkadaşımızla bir toplantı yapmıştı. Orada ben kendisine de arz etmiştim. O da biliyorsunuz 14 Mart Tıp Bayramı’nda kamuda çalışan doktorların gelirlerinin arttırılacağını açıkladı. Sağlık Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve bizim milletvekili arkadaşlarla birlikte şu anda bu konu çalışılıyor.
Kamuda çalışan doktorların gelirleri hakkaniyetli bir performans sistemiyle mutlaka arttırılmalıdır. Bunu yapmazsak sadece hekimlerin hakkını ihlal etmiş olmuyoruz. Bunun vatandaşa da büyük zararı oluyor. Hekimler sadece yurtdışına gitme meselesi de değil. O sayı şu anda çok büyük değil. İnşallah da büyümez ama özel sektöre de gidiyorlar ya da çalışsalar bile motivasyonlar düşük çalışma riskleri oluşuyor. Dolayısıyla hekimlerin çok iyi para kazanması gerekir. Hele hele özel sektörde çalışan hekimlerle kamuda çalışan hekimler arasında kazanç açısından uçurum açılırsa bu kabul edilemez. Onulmaz yaralar açabilecek bir durumdur. Mutlaka kamuda çalışan doktorların hakkaniyetli bir performans sistemiyle ciddi kazançlara sahip olmasını sağlamak lazım. Vatandaşlarımızın da bunu çok görmemesi lazım. Hekimlik gerçekten zor bir meslek. Bunları konuşunca hekimler hep böyle para için çalışıyor da zannedilmesin. Şartlar başka bir yerde daha çok kazanmayı mümkün kılıyorsa herkes kendisine, kendi çalıştığı işe baksın yani. O daha çok kazanacağı yere gidebilir. Dolayısıyla bu meseleyi ben çok önemsiyorum.
Mehmet Kaman: Allah razı olsun, çok teşekkür ederiz Sayın Bakanım. Siz de takdir edersiniz ki her sektörün kendi içerisinde bir finansmanı vardır. Siz biraz önceki konuşmanızda özellikle insan odaklı bir sistem oluşturmaya gayret ettiğinizi ifade ettiniz. Bu benim çok dikkatimi çekti. Elbette inançlı bir hekim olarak hedefe insanı almayı ve insana hizmet etmeyi öncelemeniz takdire şayandır. Bu, bir varlık meselemizdir hakikatte. Şimdi buradan yola çıkarak oluşturduğumuz bu sistemde istismara açık konular da olmadı değil açıkçası. Çok ciddi presler gördüğünüzü biz de kamuoyundan ve dışarıdan izledik. Soruya gelecek olursam; ilaç konusu meselesinde de zaman içerisinde kendini yenileyen bir mekanizmaya dönüştürme konusunda nasıl bir yapılanma geliştirdiniz? Çünkü siz de ifade ettiniz. İnsanlar önce sağlık ocaklarında ilaçlarını yazdırıyorlardı, sonra onu gidip eczanelerden değil hastanelerin eczane birimlerinden alabiliyorlardı. Bu konuyla ilgili de düşüncelerinizi, fikirlerinizi duymak isteriz Bakanım.
Recep Akdağ: Geçmiş dönemde farklı sigorta yapıları vardı. Emekliler, esnaflar, memurlar ilaçlarını gidip serbest eczaneden alabilirlerdi kendilerine bir reçete yazıldığında. İşçilerse ancak o günkü Sosyal Sigorta Kurumu’nun hastanelerinden ya da dispanserlerinden bazılarından alabilirlerdi. Bunların sayısı çok azdı tabi. 10 milyonlarla ifade ettiğimiz işçinin ilacını alabileceği mekân son derece azdı. Dolayısıyla insanlar şöyle bir şey yaşıyorlardı: Üç dakikada muayene edildiler. Muayene edilmediler aslında. Bir reçete yazıldı. Üç dakikada kim muayene edebilir? O reçeteyi gidip kendi hastanesinden almaya çalışır, bazen saatlerce bekler, oradan alamayınca en yakın diğer SSK hastanesine gider oradan almaya çalışır. Artık orada da eksikse bir serbest eczaneden kalan kısmını alıp sonra SSK’dan geri almaya çalışır falan. Tam bir felaketti. Yeşil kartlılar da gidecekler paralarıyla alacaklar, ondan sonra gidip paralarını kaymakamlıktan geri almaya çalışacaklar. Özellikle işçiler ve yeşil kartlıların durumu felaketti. Biz ne yaptık? Türkiye’de 20.000’in üstünde eczane var. Bütün bu eczanelerden bütün vatandaşların ilaç almasının önünü açtık. Bunu yaparken de bir taraftan ilaç fiyatlarını düşürecek tedbirleri aldık. O günleri hatırlarsınız. Piyasada 80 liraya satılan bir ilaç 20 liraya, 15 liraya düştü. Birtakım uluslararası ilaç firmaları, ilaç lobileri bizim üzerimizde ciddi baskılar oluşturmaya çalıştılar ama kendilerini sonuna kadar destekleyen bir Başbakanla, Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte biz bunların üstesinden geldik. Amerikan büyükelçileri bir gün Amerikalı ilaç firma temsilcileriyle geldiler yanımıza, başka neler neler oldu ama hiçbirine pabuç bırakmadık. Neticede Türkiye’de ilaç fiyatları çok ucuzladı. Şu anda uluslararası bütün ilaç firmaları, Çin dahil diğer ülkelerin kendilerine Türkiye’yi örnek alarak bir fiyatlaması yaptıklarından yakınmaya başladılar. İlaç fiyatları çok ciddi bir şekilde düştü, vatandaş ilaca erişti. Burada enteresan şeyler duyuyoruz bazen. Mesela muhalefetten çıkıp diyorlar ki: “SSK’nın ilaç fabrikasını kapattınız.” Bir kısmı bunu samimiyetle bilmediği için söylüyor, bir kısmı insafsızlığından söylüyor. O zaman SSK’nın kötü bir ilaç fabrikası vardı. SSK’nın toplam ihtiyacının % 1’ini bile üretmesi mümkün olmayan ve aslında bir ilaç fabrikası denilemeyecek kadar yapısı kötüydü. Orada bir ilaç üretemezsiniz aslında. Hep idare edile gelmiş. Hepsi piyasada muadilleri olan ucuz ilaçlar. Şimdi bunun neyini devam ettireceksiniz yani? Bir anlamı yok ki. Biz ilaç konusunda gerçekten bütün dünyaya örnek bir sistem oluşturduk. İlaç fiyatlarını büyük ölçüde ucuzlattık ve vatandaşın ilaca erişimini büyük ölçüde kolaylaştırdık. Ancak bugünlerde özellikle kurların çok hızlı artmasından dolayı bazı sıkıntılar yaşanıyor. Belki de sistemi yenilemek lazım. Bugün bu işlerden sorumlu arkadaşların çalıştıklarını, çalışıyor olduklarını düşünüyorum. Sistemi yenilemek yine bir taraftan kamuyu, vatandaşı koruyacak bir taraftan da ilacın arzıyla ilgili güvenliği devam ettirecek yeni tedbirler geliştirmek durumunda olduğumuzu da görüyoruz.
Ahmet Mercan: Sayın Bakanım bu bahsettiğiniz sistemi en iyi bilenler biz hastalar yani. Ben de Sosyal Sigortalar Kurumundaydım o dönemlerde. Emekli Sandığını, Sosyal Sigortaları, BAĞ-KUR’u birleştirip güçlü bir emniyet sistemi yapmak birinci merhale, ikinci merhale de bu hastaneler arası koordinasyonu sağlamaktı. Bir de üçüncüsü var bence. Bu da acil servislerin işlevselliğini oluşturmak, burada belirlenen mesela sarı alanlar, yeşil alanlar, kırmızı alanlara kadar olayların hepsini düşündüğümüz zaman burada hasta merkezli bir bakış açısı var. Yani tedaviyi öne çıkaran bir yaklaşım olduğu zaten kendiliğinden anlaşılıyor. Bu açıdan bu büyük bir devrim olarak telakki edilebilir. O zamana kadar gidilemeyen hastaneler, hastaların gözünde kapısından geçilmeyen hastanelere insanlar tedavi için gitmeye başladılar. Gece yarılarında kuyruklar yaşadık. Bütün bunlar biliniyor. Hele bizim gibi bizzat olayı yaşayanlar çok daha iyi biliyorlar bunları. Burada tedavi merkezli bir yapı vardı. Ve daha sonra sistem sizin birinci alan dediğiniz o sağlık ocaklarından başlayan koruyucu sağlığı teşvik eden, aile hekimliğinin de beraberinde gelmesiyle birlikte hastanelerin yükünü de azaltan bir yapıya dönüştü. Buna bağlı olarak bu Türk sağlık sisteminin Covid-19 ile yaptığı mücadeleyi nasıl değerlendirirsiniz?
Recep Akdağ: Covid-19, bütün dünyayı kasıp kavuran bir salgındı. Üç önemli ayağı vardı mücadelenim. Bir: Finans tarafı. Finans tarafında zaten herkese ücretsiz olarak hizmetler verildiği için Türkiye onu çoktan aşmıştır. Türkiye çoktan aştığı için biz bunun önemini fark edemiyoruz. Birçok ülkede çok sıkıntılar çıktı. İkincisi: Sahada filyasyon dediğimiz vakaların peşine düşerek, vakaların hızlı yayılmasını azaltma çabaları. Biz daha önceki salgınlar sırasında bu filyasyon ekiplerini hem sayı anlamında hem de kalite anlamında ciddi ölçüde güçlendirmiştik. Çok kaliteli ekiplerimiz vardı. Onlar da sahada çok başarılı işler yaptılar. Filyasyon tarafını işi kolaylaştıran bir de bakanlığın dijital altyapısıdır. Yani iftiharla söylemek lazım ki Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığının dijital yapısı çok güçlüdür. Bugün e-Nabız, Herkes Eve Sığar uygulamasını düşünün, benzeri hususlarda çok süratle Bakanlık adapte olabildi ve bu uygulamalar hayata geçirildi. Üçüncüsü: İnsan hayatıyla ilgili bir husus. Yoğun bakımların yeterliliği. Bakın biz iktidar olduğumuzda Türkiye’de toplam yoğun bakım yatak sayısı 2000’in biraz üstündeydi. Pandemi koptuğunda 30.000’ler civarındaydı. Pandemi sırasında daha da arttırarak 40.000’in üzerine çıktık. İlk anda kolay telaffuz ediliyor; ama yoğun bakım meselesi sadece bir altyapı, bina, oda meselesi de değil. Bir cihaz meselesi de değil. Yetişmiş ekipleriniz olmalı, doğru bir organizasyon şemanız olmalı. Türkiye bu hususta çok hazırlıklıydı. Biz bunu sağlıkta dönüşümle beraber yıllardır benim dönemlerimde geliştirmiştik ve sadece büyükşehirler değil her şehir her bölge yoğun bakım açısından kendisine yeter hale gelmişti. Daha önceki pandemilerden, depremlerden de ders aldığımız için. Türkiye yoğun bakım yatak sayısı açısından kendi nüfusuna düşen yoğun bakım yatak sayısı açısından dünya birincisi bir ülkedir. Bu, pandemiyi bizim çok kolay geçirmemizi sağladı. Aynı anda onbinlerce kişi yoğun bakımlarda hizmet alabildi. Pandemi sürecinde biliyorsunuz Türkiye’ye kıyasla çok daha zengin, sağlığa Türkiye’nin kişi başına harcadığı paranın on katını hatta yirmi katına kadar harcayan ülkelerde ciddi yoğun bakım yatak problemleri oluştu. Avrupa ülkelerinde, ABD’de bazı eyaletlerde bunu gördük. Farkındaysanız Türkiye bunu hiç yaşamadı. Belki acilde birkaç saat bekleyen, bir gece bekleyen hasta olmuştur. Yine orada da yoğun bakım tedavisini acilde de alıyor. “Kusura bakmayın bu hastayı yatıramıyoruz. Yoğun bakımımız yok.” bu cevabı Türkiye’de hiçbir Türk vatandaşı almadı. Bu hastanede yoksa öbür hastanede var. Dediğim gibi belki birkaç saat, bir gün arama ihtiyacı oluşmuş olabilir o en yoğun zamanlarda ama hepsi bu kadar. Bu üç mesele yani finansman tarafı, sahada birinci basamaktaki filyasyon ve bunu destekleyen dijital altyapı ve yoğun bakım tarafı gerçekten Türkiye’nin yüz akı olmuştur. Türkiye’de de çok insan hayatını kaybetti. Allah hepsine rahmet etsin ama söylediğim gibi hiç kimse hastane koridorlarında, sokaklarda, ambulansların içinde, yaşlı bakım evlerinde ya da kendi evlerinde tedavi imkânı arayarak beklemedi ve bu şekilde hayatını kaybetmedi. Bunun için de Allah’a şükrediyoruz.
Ahmet Mercan: Sayın Bakanım, özellikle İstanbul’da devlet hastanelerinin poliklinik hizmetlerinden bir randevu talep ettiğinizde bunun süresi bazen iki aylık, üç aylık zamanlara yayılıyor. Bunun sebebini sorduğumuzda şöyle deniliyor: “Bir doktorun günlük hasta bakma süresiyle alakalı bir sınırlama var.” Yani doktor daha iyi baksın diye belli süreyi arttırılmış vaziyette. Bu güzel bir şey. Hastanın lehine bir durum ama öte taraftan müracaat eden hasta için aleyhte bir durum ortaya çıkıyor. Sanıyorum muhalefet de burada sağlık sisteminden artık eskisi gibi cevap vermediği üzerinde duruyor. Bu da belki sistemin yeniden özellikle tam yenilenme zamanının ya da noksan yerleri tamir etmeye başlaması gerektiğinin, bir özeleştiri yapmanın zamanının geldiğini sanki ifade eder pozisyonda. İkincisi de şu: Buna bağlı olarak doktorların da bir anlamda maddî bir anlamda da manevî biraz taltife ihtiyacı var gibi, sağlık çalışanlarını da buna katarak söylüyorum. Bu kaygımıza yanıt verirsiniz?
Recep Akdağ: İkinci yorumunuzla başlayayım. Doktorların ve bütün sağlık çalışanlarının sadece taltife ihtiyacı değil aynı zamanda hakkı da var. Onlar canla başla insanımıza hizmet ediyorlar. Elbette maddeten de desteklenmeleri, bugünkü kazançlarının üstüne ilave kazançlar elde etmeleri gerekiyor. Bakın bunları çok açık söylüyorum. Ve kanaatime göre de Türkiye Cumhuriyeti devleti bunu yapabilir. Bizim bu açıdan ciddi bir finansman sıkıntımız falan yok. Yeter ki doğru bir organizasyon şemasıyla ve biraz da performanslara dikkat ederek ödemeleri yapalım. Peki hani biraz önce bahsettiğiniz bekleme listeleri, randevu ya da hastanın işte muayene edilmesi ile ilgili kamu hastanelerinde bir sıkıntı var. Buradaki ana problem sistemin randevulu oluşu değil. Ya da siz hastalara belli bir zaman ayırmazsanız bu sefer hastaya bakmış gibi yaparsınız. Problem şurada: Son yıllarda özel sektörle ilgili kadro kısıtlamalarını bypass eden birtakım mekanizmalar gelişti. Biz 2008 yılından itibaren Türkiye’de özel sektörün doktor istihdamının üzerine kurallar koymuş durumdayız. Yani özel hastaneler istedikleri sayıda doktor istihdam edemezler. Belli bir kapasiteleri var. O kapasitenin dışına çıkamazlar. O kapasitelerini istedikleri gibi büyütemezler Türkiye’de. Bunların kuralları, yönetmelikleri, kanunları var. Ancak dediğim gibi son yıllarda bu konu biraz maalesef bypass edildi. Muayenehane kısmı da biraz bypass edildi. Orada da çok kontrol yok. Dolayısıyla Türkiye’de uzman olan, yeni uzmanlığı tamamlayan ya da mevcutta uzman olan hekim arkadaşlarımızın önemli bir bölümünü özel sektöre kaybettik. Kaybetmeye de devam ediyoruz. “Kaybetme” lafını kimse yanlış anlamasın. Kamu hastaneleri zayıflamışsa ben bunun adına kayıp diyorum. Kamu hastaneleri eğer zayıflamamışsa bunun adına kayıp demem. Özel sektörümüz de bizim için önemli; ama öncelikle kamu hastanesini güçlü tutmak gerekiyor. Şu anda bunların yeniden değerlendirilmesi ve tedbirlerin acilen alınması lazım.
Ahmet Mercan: Sayın Bakanım, burada vardiya sistemine geçilebilir mi? Mesela sağlık hizmeti açısından hem doktorun hastaya bakma süresini sabit tutup, onu verimli kılıp, hastayı tatmin edecek boyuta taşıyıp sonra üç vardiyaya, iki vardiyaya dönüştürülebilir mi?
Recep Akdağ: Buna imkân var. Bunu yapan hastaneler de var şu anda. Mesela Erzurum’da Şehir Hastanesi’nin yönetimi bunu yapıyor. Mesai dışında ve hafta sonlarında Cumartesileri belli branşlara hasta kabul ediyorlar ama başta sormuştunuz “Sistemi nasıl teşhis ettiniz?” diye. Bu teşhisi her zaman doğru yapmak lazım. Benim alanım çocuk sağlığı hastalıklarıdır. 1999 yılında profesör oldum ama bugün bana sorarsanız benim uzmanlık alanım sağlık sistemciliğidir. Yani 20 senedir bu işle ilgileniyorum Türkiye’de ve yurtdışında. Harvard’da dersler verdim, burada 2012 ile 2017 arasında doksana yakın sağlık bakanı ve maliye bakanına kurs verdik. Ben de kurs veren ekibin içerisindeydim. Burada teşhisi doğru koyarsanız doğru tedavi edersiniz. Dolayısıyla Türkiye’deki teşhisim şudur: Özel sektör son beş senedir kontrolsüz bir biçimde büyümekte ve hekim istihdam etmektedir. Bunun misalini de vereyim. Son üç sene içerisinde sistemin sağlık sistemimizin net uzman hekim kazancı 12.000 kişidir. Yani emekli olan var, vefat eden var, az sayıda da olsa yurtdışına giden var. Bütün bunlarla birlikte yeni uzman olan hekimlerimiz de var. Net artışa baktığınız zaman 12.000 artış olmuş. Hangi üç sene? 2019-2020-2021. Uzman doktor sayımız 86.000’den 98.000’e çıkmış. Bu 12.000’in ne kadar özel sektöre gitmiş derseniz son üç senede? 8.000’i özel sektöre gitmiş. Üçte ikisi özel sektöre gitmiş. Dolayısıyla özel sektörün de bunu anlaması lazım. Bizim artık kamuda doktorları istihdam etmemiz gerekiyor. Altını kalınca çizelim, bir kere daha söylüyorum: Onların hakkettikleri ücretleri hakkaniyetli bir performans ölçümüyle kendilerine verilmek suretiyle. O zaman biz bu bekleme listelerini küçültebiliriz, randevu alma sıkıntılarını ortadan kaldırabiliriz. Zaten her alanda yok. Belli branşlarda oluşuyor bu. Tabi bir taraftan da birinci basamak dediğimiz aile hekimliğini yeniden bir güçlendirmek lazım. O ilk başladığımız kadar şu anda güçlü görünmüyor. Vatandaşın oraya güvenini arttırmak gerekiyor. Vatandaş gereksiz yere hastaneye gitmesin. Bir taraftan da sağlık okuryazarlığını arttırmak gerekir. Ne zaman doktora gidelim, nasıl gidelim? Bütün bunlar sistemin yükünü azaltabilecek hususlar. Bir de bizim sağlıklı yaşamayı teşvik edecek mekanizmaları geliştirmemiz lazım ki hastalık yükümüz artmasın. İnsanlarda şişmanlık fazlaysa, hareketsizlik varsa, sigara içilme oranları yüksekse hastalık yükünüz gittikçe artar ve sistem buna cevap vermekte zorlanır ama bu söylediğim sağlık okuryazarlığı, sağlıklı yaşamın teşvik edilmesi orta uzun vadeli işlerdir. Kısa vadede yapılacak iş doktorlarımızı kamuda motivasyonlarını arttıracak biçimde yeterli parayı vererek tutmaktır ve sistemi de buna göre geliştirmektir. Gerekirse mesai sonrasında da hizmet verebilirsiniz ama bir doktora mesai sonrasında hizmet verdiriyorsanız onun hakkını ödeyeceksiniz. Ödemeden olmaz.
Mehmet Kaman: Sayın Bakanım, bir soru sormak istiyorum. Siz biraz önce dediniz ki; “Türkiye Cumhuriyeti devletinin bunu yapmaya yani hekimlerimize hakkettiklerini verebilecek güçtedir.” Gerçekten devlet sağlık alanında kendini finanse edebiliyor mu? Bunu çok merak ediyorum. Çünkü biliyorsunuz batmış bir Sosyal Güvenlik Kurumu devralmıştınız. Çok ciddi bir enkazın geldiği noktayı biliyoruz. Çok ciddi bir başarı söz konusu. Gerçekten devletimiz sağlık alanını finanse edebiliyor mu? Rakamsal olarak belki bazı bilgiler vermek istersiniz diye merak ettim.
Recep Akdağ: Türkiye’de sağlığın finansmanı iki büyük kaynaktan sağlanıyor. Bunlardan birincisi Sosyal Güvenlik’in topladığı primler, az sayıda olsa da vatandaşın ödediği küçük katkı payları da var bunun içinde. İkincisi de normal vergilerden toplanarak oluşturulmuş devlet bütçesinden verilen para. Bunların ikisi aslında iki ayrı finansal sistem yapısıdır. Yani dünyada bazı ülkeler bunu vergilerden yapıyorlar, bazı ülkeler primlerden. Almanya vergilerden yapar, İngiltere primlerden yapar. Biz çok akıllı bir biçimde bu ikisini birleştirmiş durumdayız. Sağlığın finansmanı hem vergilerden para geliyor hem primlerden para geliyor. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun açıkları var. Devraldığımızda da çok büyük açıklar vardı, bugün de açıklar var ama sağlık alanında aslında toplanan primler büyük ölçüde yeterli. Özellikle kamu bütçesinden de verilen para olduğu için. Burada ciddi bir açık yok. Varsa bile küçük açıklar oluşabiliyor. Tabi bir de finansmanın bir başka boyutu var. Vatandaşın cebinden ödediği para. Bu paranın mümkün mertebe oranının az olması lazım ve özellikle de yıkıcı sağlık harcaması dediğimiz bir aile başına yüksek sağlık harcamasından biz vatandaşları korumalıyız. Yıkıcı sağlık harcamasına dair Dünya Sağlık Örgütünün bir tarifi var. Onu biraz değiştirdiler ama bizdeki 20 yıllık veriler bu tanımlamaya göre şöyledir: Eğer bir aile gıda harcamalarını, temel harcamalarını çıktıktan sonra yıllık gelirinin % 40’ını sağlık için harcamışsa buna yıkıcı sağlık harcaması deniyor. Diyelim ki bir ailenin yılda 40.000 lira 50.000 lira geliri olsun. Bir asgari ücretli olduğunu varsayalım. Varsayalım ki bunun 30.000 lirasını gıdaya ve temel harcamalara harcadı. Geriye kaldı 20.000 lira. Bu miktarın eğer 8.000 lirasını sağlığa harcamışsa buna yıkıcı, ağır sağlık harcaması diyoruz. Bunlar vatandaşı çoğu zaman fakirleştiriyor. Vatandaşı bundan koruyacaksınız. Bu çok önemli bir şey. Vatandaştan onu sıkıntıya sokmayacak bir biçimde küçük katkı payları alabilirsiniz ama eğer kamu doğru, yeterli hizmet veremezse işte başımıza bu yıkıcı harcamalar geliyor. Nasıl oluyor? Vatandaş muayenehaneye gidiyor. Orada bir ameliyat için para ödemek zorunda kalıyor. Özel hastanede para ödemek zorunda kalıyor. Biz buna razı olamayız. Biz Ak Parti olarak böyle bir parti değiliz. Sayın Cumhurbaşkanımız bu ülkenin gözbebeği bir Cumhurbaşkanı olarak hiç böyle bir düşünce yapısına sahip bir Cumhurbaşkanı değil. Biz vatandaşımızı sağlık gibi bir temel hak konusunda mağdur edemeyiz. O zaman kamu tarafını güçlü tutacağız. Peki mümkün mü? Evet mümkün. Çünkü biz son derece verimli ve harcaması az bir sağlık sistemi kurmuş durumdayız. Bu kurlar arttığı için kişi başına sağlık harcamaları 400 dolarların altına düştü yılda. Bu en fazla arttığı zamanlarda da 500-550 dolar civarındaydı. Bugün Avrupa’da 4.000 dolardan daha düşük kişi başına sağlık harcaması yapan ülke yılda hemen hemen yok. Bir taraf 400 dolar, bir taraf 4.000 dolar. ABD’de bu kişi başına 10.000 dolar. Çok yüksek rakamlar. Ve Türkiye’de cepten harcama oranı %15 veya 17’yi hiç geçmiyor. Bunun daha da azaltılması mümkün, azaltılmalıdır da. Şimdi burada şöyle bir şey var. Ben sağlıkla ilgilenen bir kişiyim. Her zaman bütçelerde sağlığa daha fazla para ayrılması taraftarıyım. Çünkü benim için sağlık bir temel insan hakkıdır. Güvenlik gibi bir şeydir. Parayla alınıp satılması gereken bir şey de değildir. Özel hastanelerde para vererek hizmet alabilecek kişiler yalnızca zengin insanlardır. Olsun, oralar da olsun. Varlıklı insan gidip oradan satın alabilir ama bu Türk insanının %5’ini, 10’unu geçmez. Geri kalan vatandaş cebinden para vermeden sağlık hizmeti almalıdır. Biz bunu yapabiliriz. Bu sene -2022 için- 300 milyar liranın üzerinde sağlığa devlet bütçesinden para ayrıldı. Sosyal Güvenlik Kurumuna ve Sağlık Bakanlığına. Bu yıl sonuna kadar belki de 350 milyar lirayı bulacak. Bütün bu miktarlara 50 milyar lira daha eklemek lazım. Başka yerlerden keseriz buraya koyarız. Ama tabi ki verimliliği de arttırmak gerekiyor. Yani biz aslında Türkiye’de bu hususta okyanusları geçmiş durumdayız. Hiç derede falan boğulmaya lüzum yok. Sayın Cumhurbaşkanımızın da bu görüşte olduğunu biliyorum. Doğru organizasyonlar yapacağız, israfa mahal vermeyeceğiz, kamuyu güçlü tutacağız, kamudaki doktorları güçlü kılacağız, onlara iyi para vereceğiz.
Doktorlarla ve sağlık çalışanlarıyla vatandaş arasındaki ilişkiye gelince bu iki eşitlerin ilişkisidir. Herkes birbirine karşı saygılı olacak. Ben doktorum size karşı saygılı olacağım, siz vatandaşsınız bana karşı saygılı olacaksınız. Vatandaşın içinde maalesef 84 milyon içinde yanlış davrananlar var. Bu yanlış davrananlara da müsaade etmeyeceğimizi, çok güçlü kanun maddeleri yaparak ortaya koyduk. Bir kimse gidip de bir sağlık kuruluşunda ortalığı birbirine katamaz. Vatandaşın başımızın üstünde yeri var. Genel olarak da vatandaşımız zaten böyle davranır ama az sayıda huzuru bozacak, orada rahatsızlık çıkaracak, çalışanlara şiddet uygulayacak kimse varsa aslında kanunlar, mevzuat itibariyle buna müsaade etmeyeceğimizi de ortaya koymuş durumdayız.
Ahmet Mercan: Bununla ilgili bir düzenleme çıktı değil mi Sayın Bakanım?
Recep Akdağ: Tabi tabi çıktı. Uygulama eksikleri vardı. Uygulama eksikleri de bu yeni yasayla zannediyorum ki ortadan kalkacaktır. Daha açıklayıcı ve güçlü yasa maddeleri oluşturuldu.
Ahmet Mercan: Sayın Bakanım, yasa tabi olmalı ama yasayı uygularken bu anlık bir şey. Orada hazır bir gücün bulunması ve anında müdahale etmesi söz konusu olmalı gibi. Bir diğer konu da şu: Benim şahsi olarak gördüğüm bir eksiklik. Mesela hasta hakları var, hekim hakları var tamam da bir de durumu bozan, ahengi bozan hasta yakınları var. Hasta yakınlarını bilgilendirici bir birimin oluşması lazım gibi geliyor bana. Bunu bir eksiklik gibi görüyorum. Bir oda, bir birim olur. Şahsi tecrübeme göre hasta haklarıyla ilişki çok zayıf gibi geliyor..
Recep Akdağ: Aslında bu soru güzel bir soru. Bunlar kurulmuş durumda. Belki sizin bile bu hususta bilginiz olmamış. Bu da bizim bilgilendirme konusundaki eksikliğimizi gösterir. Türkiye’deki her hastanede hasta hakları birimleri var. Bunlar aslında vatandaşın kolay ulaşacağı, herkesin görebileceği yerlerde. Meselenin birçoğu orada çözülebiliyor. Ayrıca 184 hattı var. Vatandaş meselelerini buradan da çözebilir. Zaman zaman bu hat bir şikâyet hattı gibi doktorlara karşı bir soruşturma hattı haline dönüştürülmüşse eğer geçtiğimiz zamanlarda, bunun da düzeltilmesi lazım. Bunlar sorun çözücü yerler. 184 hattı ya da hasta hakları birimleri vatandaşın sorununu ne kadar hızlı çözerse, tekrar söylüyorum buraları bir doktor ya da çalışan şikâyet alanları gibi düşünmemek lazım, problem çözücü alanlar olarak kullanmamız gerekiyor. Ne kadar buralarda problemler çözülürse gerginlik, tansiyon o kadar azalır. Tabi burada çok açık ifade edeyim. Gerginliği ve tansiyonu yüksekte tutmanın çalışanlara da bir faydası yok. Bunu bazı meslek örgütleri yapıyorlar. Doğru bir şey yapmıyorlar. Gerginliği nasıl düşürürüz, oturup elbirliğiyle bunu düşünmemiz lazım. Ama biz şunu gördük: Mekanlar vatandaşa hizmet etmeyi kolaylaştırıcı organizasyon ne kadar mükemmel hale getirilirse bu gerginlikler de o kadar azalıyor. Bir yerde keşmekeş, kalabalık, sıkıntı, bekleme, itiş kakış varsa orada sıkıntıların artma riski de artıyor. Dolayısıyla olay çok boyutlu. Bizim sağlık çalışanları açısından hem bu meseleyi daha da çözecek yeni çözümler oluşturmamız lazım, hem dediğim gibi onların gelirlerini arttıracak çözümler oluşturmamız lazım. Böylece kamu sağlık sistemini kuvvetlendirmek gerekiyor. Tekrar söylüyorum: Özel sektör ölsün bitsin anlamında söylediğim bir cümle değil. Ama kamu sağlık sisteminin güçlü olmadığı yerde özel sağlık sisteminin güçlü olmasının hiç kimseye faydası yok.
Mehmet Kaman: Allah razı olsun Sayın Bakanım. Bir soru da özel sektörle alakalı. Yani devletimizle özel sektör arasında nasıl bir ilişki söz konusu, nasıl bir denge var? Bu ilaç sektörü de dahil edilerek düşünülebilir, medikal sektörü de hatta özel hastaneler özellikle dahil edilebilir. Bu konuyla ilgili de bazı sıkıntılar söz konusu. Mesela kamu hastanelerinde tabi ki böyle bir şey olmamasına rağmen özel bir hastaneye gittiği zaman vatandaş orada kendisinden çok fazla ücretler alındığı, ilave hizmetler eklenerek işte bu rakamın arttırıldığına dair şikâyetler oluyor dönem dönem. Bu konuyla alakalı da genel bir cevap rica edeceğiz sizden.
Recep Akdağ: Tabi. Biraz önce de buna temas ettik aslında. Kamudaki hastanelerin ya da kamu sağlık kuruluşlarının zayıflaması pahasına bir özel sektör gelişmesini ben asla kabul etmiyorum, etmem. Böyle bir şeye mahal veremeyiz, vermemeliyiz. Dolayısıyla bütün düzenlemelerimiz, mevzuatımız, uygularımız kamu sağlık sistemini güçlü tutmak ve güçlendirmek üzerine bina edilmelidir. Herhalde bunu önce net olarak ifade edebiliyorum. 2005’lerden sonra 2007’lerde yaygın biçimde yeni kurulan Sosyal Güvenlik Kurumu yani herkesin sigortası olan Sosyal Güvenlik Kurumu özel sektörden yaygın hizmet almaya başladı. Ve o zamanki kural şöyleydi: Her 100 liralık fatura için vatandaştan sadece 30 lira istenebilir özel sektör tarafından. Bu Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından 2013 yılından sonra değiştirildi. Her 100 liralık fatura için 200 liraya çıkarıldı. Gerçi o zaman da kanun her 100 lira için 100 liraya müsaade ediyordu değiştirilmeden önce; ama azami süreç içinde 100 liraya 70 lira gibi bir rakama karar verilmişti. Bu değiştirildi. 100 liraya 200 lira denince doğrusu işin biraz dengesi kaydı. Maalesef bu 100 liraya 200 lira ilave alma durumu şu anda 200 liranın da üzerine çıkabiliyor. Ben bunu kabul etmiyorum. Bunun böyle olmasını asla kabul etmem. Bu durumun mutlaka bir taraftan denetimlerle bir taraftan yeni kurallarla düzeltilmesi lazım. Çünkü Cumhurbaşkanımız baştan şunu söylemişti: “Biz özel hastaneleri de artık bütün vatandaşlara açtık.” Tabi 100 liraya 30 lira verirseniz herkese açmış olursunuz. Şu anda 100 liraya 200 lira olunca bu Cumhurbaşkanımızın söylediği gibi davranmamış oluyoruz. O halde meselenin bu tarafını yeniden düzeltmek gerekiyor. Birincisi bu. Bu biraz daha Sosyal Güvenlik Kurumunun harcama yapmasına yol açabilir. Olsun. Harcayabilir. Tabi ki kontrollü bir biçimde, denetimleri de doğru yapmak şartıyla. İkincisi de biraz önce söyledim. Özel sektörünün istihdam edebileceği uzman doktor sayısı mutlaka kontrol edilmeli. Muayenehane tarafı da böyle kontrol edilmelidir. Bunu bu şekilde uygulayan çok ülke var. Mesela bugün Almanya’da Türkiye’nin üç misli uzman sayısı var. Ama Almanya’daki bir eyalette çalışmak isterseniz bir uzman olarak, eğer oranın kotası doluysa çalışmazsınız, muayenehane de açamazsınız. Size başka bir eyalet gösterirler. Türkiye’de de buna benzer kuralları geliştirmek ve ayakta tutmak gerekiyor vatandaşın mağdur olmaması açısından.
Mehmet Kaman: Allah razı olsun Sayın Bakanım. Son gelişen salgınla alakalı yeni yeni ortaya çıkan salgınla alakalı da fikir ve düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bir pandemiye dönüşür mü? Ülkemizde henüz vaka görülmedi bildiğim kadarıyla ama son olarak bununla sohbetimizi tamamlayalım isterseniz.
Recep Akdağ: Doğrusu ben enfeksiyon hastalıkları uzmanı olmadığım için konuyu da çok yakından takip ettiğimi söyleyemem. Kesin bir şey söylemem zor. Enfeksiyon hastalıkları uzmanları ve halk sağlıkçıları ile konuştuğum zaman domuz gribi ve hele hele son zamanlardaki Covid-19 pandemisi gibi bir pandemi beklemiyorlar. Bir taraftan da bunu gerek DSÖ gerek ülke sağlık otoriteleri yakından takip ediyor. Yani vatandaş için tedirgin olunacak bir durum görünmüyor ama bu mesele takip edilerek karar verilebilecek bir şey.
Mehmet Kaman: Son olarak Sayın Bakanım, okuyucularımıza vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Recep Akdağ: Şöyle bir mesajım var: Gençler sağlık sisteminin eski felaket durumunu bilmiyorlar. Hatta genç olmasa bile insanlar çok rahat dönemler yaşadılar. Onun için şimdi bazı aksamaları kabullenemiyor olabiliriz ama şunu bilelim ki bugünkü ufak tefek aksamaları da çözecek olan Ak Parti’dir, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bunlar muhalefetin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kafasıyla çözülebilecek işler değil. Şehir Hastaneleri’ne karşı çıkıyorlardı, sonradan “Finansman sistemine karşı çıkıyoruz.” dediler. Sağlık Bakanlığı zaten bütçenin kendine verebileceği bütün parayı kullanarak hastaneler yaptı, yapıyor. Şehir Hastaneleri ilave bir finansman kaynağıdır. Onu kullanmasaydık onları yapamazdık. Ne olurdu pandemideki halimiz? Perişan olurdu, büyükşehirlerde özellikle. Dolayısıyla buna benzer o kadar örnek var ki… Bütün vatandaşlar ortak hizmet alsın diye biz hastaneleri birleştirdiğimiz zaman Cumhuriyet Halk Partisi bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Aile hekimliğini kurduk mahkemelere gittiler. Nerede hayırlı bir iş yaptıysak mahkemelere gittiler. Ellerinden gelse bozacaklardı. Dolayısıyla işi yine mükemmel hale getirecek olanın Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan olduğunu bir kere daha milletimize özellikle vurgulamak isterim.
Ahmet Mercan: Sayın Bakanım, burada çalışanlara malumdur yani çalışan insan içeriyi pek göremez ama siz hem birikiminizle hem bilirkişi olarak bu sektörün bütün boyutlarını bilen birisi olarak dışarıdan buraya katkı yapabiliyor musunuz şu anki sistemde?
Recep Akdağ: Ben şu anda milletvekiliyim ve sağlık komisyonu başkanıyım. Bize kanun maddesi gelirse ya da biz kendimiz bir kanun hazırlarız milletvekilleri getirir, şu andaki ana katkımız odur. Onun dışında gördüğümüz bazı meseleleri Sayın Bakanımıza, diğer bakanlıktaki arkadaşlarımıza zaman zaman anlatıyoruz ama benim icraî bir görevim yok.
Mehmet Kaman: Sayın Bakanım, yoğun çalışma temponuz içerisinde zaman ayırdınız. Allah razı olsun. Rabbim muvaffak eylesin. Teşekkür ederiz.
Recep Akdağ: Ben de çok teşekkür ederim…