6 Şubat sabahı ülkemiz bir felakete uyandı. Yüzyılın felaketi olarak nitelendirilen ve verdiği hasarlarla bilim adamlarını bile şaşırtan bu felaket sonrası ülkemiz çok büyük bir afetle karşı karşıya kaldı.
O sabah yediden yetmişe herkes şaşkındı. Depremi yaşamayan bizler bu kadar şaşkın ve üzgün isek o koskoca sarsıntıyı yaşayanların ruh halini tahmin etmek çok zor. O sabahtan sonra pek çok kişi hayata veda etti pek çok insan her gün altında bir hayat yaşadığı evinin tavanı, duvarları arasında enkazda kaldı pek çok insan bin bir zahmetle elde ettiği içini bin bir zahmetle donattığı evini kaybetti. Keşke bir kişi bile ölmeseydi de evler yine yerine gelirdi.
Yaşanan felaketin ilk beş günü bizler de herkes gibi bir şeyler yapmaya çalıştık. Sosyal medyadan veya telefonla gelen enkaz ihbar adreslerini yetkililere ulaştırmaya çalıştık. Enkaz adresleri arttıkça yaşanan felaketin boyutunu da yavaş yavaş anlamaya başladığımızı sanmıştık ama bölgeyi görmeden tam anlamıyla hiçbir şey anlaşılamayacakmış bunu anladım.
Yaşadığı evin üstüne çökmesi sebebiyle enkazın altında kalan ve elindeki telefonla sosyal medyadan birilerine sesini duyurmaya çalışan insanların yazdığı mesajlar o zamana kadar okuduğum en çaresiz paylaşımlardı. “Başım kanıyor, sanırım ölüyorum. Allah’a emanet olun” veya “Anneme onu çok sevdiğimi söyleyin” gibi mesajlar çoğaldıkça üzüntümüz ve çaresizliğimiz artıyordu. Bulunduğu yeri sormak, adres tarifi istemek, sakın uyuma az sabret birazdan gelip seni alacaklar minvalinde sözler onu birkaç saat teselli etmeye yeterdi ama sonunda ne oldu çıktı mı çıkmadı mı kurtuldu mu o kişi bilemediğimiz için hep yarım kalan bir his oluştu içimizde.
“Kar suyunu eritip içiyoruz, yağmur suyunu toparlıyoruz.”
Enkaz adresleri ile birlikte depremden kurtulanların da ihtiyaçları başlayınca yeni bir mücadele alanı başladı. Önce su, herkes susuzdu, kim yazsa su istiyordu. Tüm Türkiye bu felakete çok hazırlıksız yakalandı. Belki bir iki şehir olsa önce çevre şehirler sonra tüm Türkiye sonra dünya yetişirdi belki de hızlıca ama deprem Türkiye’de 10 ilde yaşanmış Suriye’nin Cenderes (Cinderesi) bölgesi dahil 11 bölge etkilenmiş ve herkesin komşu ilinin yaralı olması sebebiyle çaresizliğin boyutu artıyordu. Hava soğuk deprem bölgesi kar altında. Bana gelen mesajlarda “kar suyunu eritip içiyoruz, yağmur suyunu toparlıyoruz” gibi paylaşımlar da vardı.
Yaşanan afeti yerinde görmek amacıyla bizler de altıncı günden itibaren deprem bölgesine ulaştık. İlk olarak ilk beş gün maalesef sağlıklı bilgi alamadığımız Adıyaman iline gittik. Amacımız bölgenin ihtiyaçlarını yerinde tespit ederek bölgeye yardım gönderecek insanlara sağlıklı bilgi vermekti. Adıyaman’a ilk gidişim değildi daha önce iki kez belgesel gösterimlerimiz sebebiyle gitmiştik lakin bu şehir ilk geldiğim zamanki şehir değildi. Geçtiğimiz cadde ve sokaklarda neredeyse tüm binalar yıkılmış şehrin üstünü bir toz bulutu kaplamıştı. Adıyaman sonrası sırasıyla Şanlıurfa, Gaziantep, Islahiye, Nurdağı, depremin merkez üssü Pazarcık, Kahramanmaraş merkez, Hatay ve nihayetinde Suriye’ye giriş yaptık. Gördüklerimize inanmak çok zordu, ağlamaktan hatta dizlerimizi döverek ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu insanın aklına. Dağlar yarılmış, yollar ayrılmıştı. O zaman anladık ki felaketin boyutu bizim tahmin ettiğimizden çok ama çok fazlaydı ve toparlanmak için süreç çok uzun olacağa benziyordu.
İnsani yardım çalışmalarımızı hızlıca kadın ve çocuklar için temel ihtiyaçlar noktasına çevirdik. Gittiğimiz her bölgede çadırlar hızlıca kurulmuştu ve insanlar üstlerine giyecek bir şey bulamıyor en insanı ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyorlardı. Bir kadın bir anne olarak kendimizi onların yerine koyduk ve biz böyle bir felaketi yaşasak acaba en çok neye ihtiyacımız olur diye düşünerek hızlıca çözüm yolları bulmaya çalıştık. Öncelikle insanların yemek ve suya ihtiyacı vardı. Allah razı olsun devletimiz ve sivil toplum örgütlerimiz hızlıca vaziyet almış, deprem bölgesinin dört bir yanında sıcak yemek noktaları oluşturulmuştu. Hava çok soğuktu ve çadırda yaşayan insanlar üşüyordu. Kışlık giyim ve battaniye duyurularına hız verdik. İki gün önce bizden ceset torbası isteyen insanlar bu kez iç çamaşırı istemeye başlamıştı. Arkadaşlarımızla hızlıca 8 bin adet kadın çocuk ve erkek iç çamaşırını bölgeye ulaştırdık ama değil 8 bin 108 bin parça olsa yine yetmeyecekti çünkü afet çok büyük bir alanda yaşanmıştı ve insanlar çadırda da olsa dışarda yaşıyordu.
“Bazı kadınlar saçlarını kazıttı!”
Depremin ilk günlerinde insanlar uzun süre banyoya erişemedi. Hatta bazı hanımların saç yıkama sorunu olmasın diye saçlarını kazıttıklarını duyduk. Yüzyılın afeti 11 ilde yaşanmış gözün gördüğü her yer yıkılmıştı. Vefat eden kadınların çoğu çocuklarına sarılmış bir şekilde beraberce bulundu ve yakınları tarafından “beraber öldüler beraber defnedilsinler” tekliflerini duyduklarını söyledi köy imamları. Ah anneler ve babalar yine kendilerinden önce çocuğunu düşünmüş yavrusuna koşmuştu. Anne baba olan herkes başka türlüsünü düşünemez bunu çok iyi biliyoruz. Ama bunların yaşandığını bilmek gerçekten çok büyük bir üzüntü.
Depremi yaşadıktan sonra erken doğum yapan pek çok anne adayı olduğunu öğrendik. Hatta ilk bir hafta o kadar çok bilgi geldi ki bu anne adaylarını yönlendirecek hastane arayışına girdik çoğu zaman ve ambulanslarla başka illere gidenler de oldu.
On bir ilde hayat durmuş anılar etrafa saçılmıştı. Ağır hasarlı binalardan uçuşan perdeler ne kadar de hüzün veriyordu insana. Bir çay kaşığına ağlar mı insan? Yıkılmış evinin önünde kendi çay kaşığını tanıyan bir kadın bir kayba ne kadar ağlayabilirse o kadar ağladı deprem bölgesinde. Nurdağı’nda kurulmuş turşu bidonları kalmıştı yıkılan evden geriye kalan Adıyaman’da fotoğraf albümleri yollara saçılmıştı. Maraş’ta Ebrar Sitesi önünde bir günlük görmüştük yol kenarında kim bilir hangi genç hayallerini yazmıştı o deftere. Antakya’da yıkıntıların arasında bir dede namaz kılıyordu belki de enkazdan çıkardığı tek emanet seccadesiyle. Böyle bir üzüntü uzun yıllar unutulamaz, şehirlerimiz yok oldu içinde yaşanan anılarla beraber.
Neyse ki insanız var alışmak yaratılmasaydı insanlar delirirdi. Herşeye olduğu gibi depremi yaşayan insanlar yeni hayatlarına da yavaş yavaş alışmaya başladı.
“Koşun koşun çadır kente kahveciler gelmiş.”
Temel insani ihtiyaçlar büyük ölçüde ilk günler için karşılandıktan sonra insanların rutin hayatlarını çok özlediklerini düşündük. Deprem bölgesinde olmamız sayesinde gözlem yapabiliyorduk ve insanlarda doğal olarak deprem öncesine büyük bir özlem vardı. Biz bu özlemi kahve kokusuyla geri getirmeyi düşündük. Kahve bizim geleneğimizde de tüm dünyada da muhabbetin bir parçası. Komşular birbirlerine bir kahve içimlik sürelerde gider gelirler. İnsanlar kahvenin yanındaki muhabbet ile hemhal olur birbirleriyle ünsiyet kurarlar. Yaptığımız insani yardım çalışmaları bir yandan devam etsin bir yandan da ince bir fikir olarak sıcak Türk kahvesi ikramımızla çadır ve konteyner kentlere gidelim özellikle hanımları toparlayalım ve konuşalım istedik.
Kahve standımızı ilk görenler hep şaşırdı ve gerçekten kahve ikram edip etmediğimizi sordu. Günlerdir kahve içmediklerini söyleyenler ikramımız karşısında çok duygulandı ve depremden önceki günlerine geri gittiler. Çadır kentin diğer ucundan kahve kokusunu takip edip gelenler de vardı, “koşun koşun çadır kente kahveciler gelmiş Türk kahvesi ikramı varmış” çağrısını duyup koşanlar da.
“En büyük keyfim televizyon karşısında kahve içmekti.”
Kahve ikram ettiğimiz depremzedelerden biri bu yaşananlardan önce en büyük keyfinin televizyon karşısında ayaklarını uzatarak kahve içmek olduğunu söyleyen de vardı, ikram şeklimizi görüp gözyaşlarına hakim olamayanlar da. Kahve muhabbettir, coşkudur, gönülden gönüle giden bir yoldur gerçekten de biz bunu Adıyaman’da, Malatya’da, Kahramanmaraş’da, Hatay’da, Islahiye’de hepsinde gördük.
Kahve ikramı projemizle birlikte deprem bölgesinde kadınlarla bir araya gelme, sohbet ve dertleşme alanımız oluşmuş oldu. Anlattıkları öyle tanıdık ki şimdi gündelik hayatlarını, rutinlerini yaşayamamış olmaları gerçekten büyük bir travma oluşturmuş. Örneğin Adıyaman’da birkaç hanımla bir araya geldik ve çadır hayatının nasıl gittiğini konuştuk. “bu hayatı yaşayabileceğimiz aklımızın ucundan bile geçmezdi. Bir çadırda yaşamak çok zor elimizi ayağımızı nereye koyacağımızı bilemiyoruz. En zoru da toplu tuvaletler oluyor. Evimdeyken musluğun üzerindeki su lekesi bile beni rahatsız eder her defasında uzun uzun temizlik yapmadan çıkmazdım. Şimdi onlarca insanla aynı tuvaletleri kullanıyoruz. Gerçekten insan bazen hayal bile edemeyeceği şeyleri yaşayabiliyor ve en kötüsü insan her şeye alışıyor.”
Bu konuşmayı depremin üçüncü haftası yapmıştık. Şimdi o hanımlar konteynerlere taşındı ve her birinin kendine ait bir tuvaleti var. Onlar adına çok mutluyum.
Depremin etkilerinin üzerinden üç ay geçtikten sonra bile ilk günkü gibi hissedildiği yerler var; köyler. Hayvancılıkla geçindikleri için köydeki evi yıkılsa da bırakıp gidemeyen, köyün çıkışına koyulan konteynerlerde değil yıkılmış evinin bahçesine kurulan çadırlarda yaşamaya çalışan köy halkı ve şehirdeki evi yıkılınca köydeki anne babasının yanına yerleşen evli çocukları ve onların da çocukları. Çekirdek aileler deprem sebebiyle mecburen köylerde geniş ailelere evrilmiş. Köylerden gelen insani yardım talebi üzerine gittiğimiz Hatay’da biz de depreme yakalandık bir süre önce. 4.9 şiddetindeki depremin başlamasıyla köydeki tüm çocuklar bağıra bağıra ağlamaya başladı. Anneler hemen çocuklarına sarılarak sakinleştirmeye çalıştılar ama çocuklar üst üste o kadar yıkım ve korku yaşamışlar ki aynı şeyler olacak diye titreyerek annelerine sarıldılar. Gerçekten çok aciz kaldığımız bir andı. Çocuklara balon vererek sustursak da en ufak bir sarsıntıda korkuları yeniden tetiklenecekti. Köyün okulu yıkıldığı için konteynerde eğitim devam ediyordu ve eminim çocuklar bahçesinde koşuşturdukları o güzel okullarını çok özlüyorlardı.
Köydeki hanımların en büyük isteği köydeki hasarlı binaların bir an önce yıkılıp enkazın kaldırılması. Hala ağır hasarlı binalarla iç içe yaşayan köy halkı hem her gün burun buruna geldikleri bu manzaradan kurtulmak hem de bir sarsıntıda yaşanabilecek bir olumsuzluktan korkuyorlardı haklı olarak. Bizim tüm bölgelerde gördüğümüz kadarıyla çadır ve konteyner kentlerde pek çok eksik tamamlanmış insanların hizmetine sunulmuştu lakin köyler ulaşılması zor olduğu için özellikle gidilmez ise gözden ırak kalıyordu. Köydeki hanımlar için götürdüğümüz iç ve dış giyim büyük ilgi gördü. Hatta sevinçle karşılandı diyebilirim. Anneler çocukları için bebek bezi ve mama talep ettiler. Hatta bir anne yeni yürümeye başlayan bebeği için yürüteç, bebek arabası gibi malzemelere ihtiyaç duyduklarını tüm eşyalarının enkazın altında kaldığını söylüyordu. Hatay’ın o çok yüksekte bulunan köyüne gitmemiz köyde bir bayram havası estirdi diyebiliriz. Kahveyi bu kez onlar yaptı bize tek içimlik kahvelerini de bize yaptılar. Dertlerini anlatacak birilerinin gelmesi onları dinlemesi günlük hayattan sohbet etmek onlara başka dünyaları anlatmak hayal kurmalarına sebep olmak çok güzeldi. Sanki deprem olmamış da ben o köye bir şeyler çekmek için gitmiş gibi hissettim bir an. Neredeyse köydeki tüm kadınlarla tanıştık ve hepsinde yeni bir insanı tanımış olmanın sevinci vardı. İkramda yaşıyor olmaları Anadolu insanının ne yaşarsa yaşasın yoklukta bile var olanı paylaşmaya can atması gerçekten belki de bizim insanımıza özgü bir şeydi.
Bu felaket on bir ilde yaşandı ama etkilerini tüm Türkiye olarak yaşıyoruz. Depremin ilk günlerinde hızlıca bölgeye aktarılan yardımlar yavaş yavaş kesilmeye başladı. “Devletimiz her şeyi temin ediyor” düşüncesi doğru olsa da eksik. Çünkü bizim bölgeye giderek kuracağımız sıcak bir münasebet en az kurumsal yardımlar kadar önemli. Bölge insanının kendisini yalnız hissetmemesi ve bu felaketi sadece onların yaşamadığı, hepimizin dünyasını alt üst eden bir durum olduğunu zaman zaman bölgeye yapacağımız ziyaretlerle onlara hissettirebiliriz.
Unutmak, çağın hastalığı olsa da bizim hastalığımız olmamalı ve bize uğramamalı. Ne depremden zarar görenleri unutmalıyız ne de depreme dayanıklı ev yapmayarak bile bile insanların ölümüne sebep olan insanları. Ülkemizin deprem bölgesi olduğu gerçeği daha fazla gör ardı edilmeyerek zamanında önlemler alınmalı.
Bir daha böyle günleri hiç yaşamamak duasıyla…