Dile kolay on iki sene şehir şehir gizlenerek Haccâc’ın zulmünden kaçtım. Sonra denizden bunalıp okyanusu özleyen balık misali yoruldum ne olacaksa olsun diyerek saklanmayı bıraktım. Zincire vurulup Irak’a götürüldüm. Ölüm emrimi veren Haccâc b. Yusuf’un gözlerinin içine bakarak “Allah’a karşı bu cüretine şaşarım” dedim. Kıbleye dönüp “Yüzümü yerin göğün yaratıcısı olan Allah’a çeviriyorum” ayetini okudum.
Öfkeden deliye döndü. Çevirin şunu başka tarafa, diye bağırdı. Yüzümü zorla başka yöne çevirdiler. Bu defa da:
“Hangi yöne dönerseniz dönün, Allah oradadır” ayeti döküldü dilimden.
Kafasından aşağı kaynar sular boşaltıldı sanki “Yüzünü toprağa çevirin,” diye inletti yeri göğü.
Bu seferde de mutluluk manasına gelen ismimin anlamına layık bir tebessümümle “Sizi topraktan yarattık, tekrar oraya iade edeceğiz ve oradan ikinci kez çıkaracağız” ayeti yankılandı sarayın duvarlarında.
Sinirden kıpkırmızı olup “Öldürün şunu!” diye haykırdı.
Kelime-i şehadet getirdim “Ya Rab! Bu adamı benden sonra hiçbir Müslümana musallat etme!” diye dua ettim.
Habeş asıllı bir siyahinin, ikinci sınıf insan sayılan, Müslüman olmasından pek de memnun olunmayan, adı bile anılmayan mevali diye çağrılan benim bu duamı kabul etmiş Rabbim. Ölümümle Haccac’a her gün kâbus olmuşum. Bu sözüm ile bir devir kapanmış. Haccac’ın öldürdüğü on binlerce Müslümanın sonuncusuymuşum. Vali, benden on yedi gün sonra acı bir şekilde çok sevdiği dünyaya istemeyerek de olsa veda etmiş. Son sözleri de “Sait beni kovalıyor. Ah! Ben ne yaptım da Sait’le uğraştım?” olmuş. Mezarı tahrip edilmesin diye kuş uçmaz kervan geçmez bir yere defnedilerek üzerinden akarsu geçirilmiş. Benim Vâsıt’taki kabrim ise Haccâc’ın ölümünden sonra halkın ziyaretgâhı olmuş.
Sonun başlangıcı
Yusuf es-Sekafî’yle ile birinci karşılaşmam, ilk eğitimimi aldığım Abdullah b. Abbas’ın Mekke’deki ders halkasında gerçekleşti. Benim dersteki halimden, sorularımdan şüphelenmiş olacak ki yanına çağırdı, gözlerini ruhumda gezdirerek emire itaatin önemi konusunda uyardı. İkinci rastlaşmamız Mekke’de oldu, bu kez de yeni halife için benden zorla biat aldı.
Üçüncü görüşmemiz ise Kûfe’deydi. Öncekilerin aksine bu defa bana karşı olumlu davrandı, ben de tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır ümidiyle iyi mukabelede bulundum. Beni Kûfe kadılığına tayin etti ve imamet görevi verdi. Ama Arap olmadığım için bu görevlerin verilmesi tepki toplayınca beni görevden almak zorunda kaldı. Sonra da “Görüşüne başvurulmadan hiçbir hükmün karara bağlanmayacağı bir kâtip” olarak tayin etti. Zaman zaman Haccâc’ın meclislerine katılıp dinî sorulara cevap verdim. Halife Abdülmelik’in rüyalarını yorumladım ve isteği üzerine tefsir hazırlamaya başladım. Zaten Kur’an okuyup da onu tefsir etmemeyi körlükle eşdeğer gördüğüm için bu isteği yerine getirmek benim için zor olmadı. Şu an kaynak olarak kullandığınız cilt cilt tefsirlerin ilkini yazmak bana nasip oldu.
Ferâiz ilminde hocam Abdullah b. Ömer’in, kendisine gelen soruları bana havale edeceği kadar derinleştim. “Mushafü Saîd b. Cübeyr” adıyla anılan bir Kur’an nüsham var. Kıraat ilmini Abdullah b. Abbas’tan arz yoluyla öğrendim. Meşhur yedi kıraat imamından Ebû Amr b. Alâ’ya kıraat dersi verdim. Tabiinden bilinen birçok talebem oldu.
İbn Abbas, Kûfe’den bazı kimseler gelip kendisine soru sorduklarında aranızda Saîd b. Cübeyr varken Mekke’ye gelmelerinin gereksiz olduğunu söylemiş ve insanları bana yönlendirmiş. Henüz yirmili yaşlarında bir delikanlıyken tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite olan, çok hadis rivayet edenler arasında yer alan bir sahâbînin, Hz. Peygamber’in amcasının oğlunun, İbn Abbas’ın bana bu şekilde güvenmesi beni çok duygulandırdı.
Kûfe’ deki görevim esnasında Haccâc’ ın birçok icraatını tasvip etmediğim halde bunu açığa vurmamaya çalıştım ama bu sessizliğimin Müslümanlara çok da fayda sağladığını göremeyince tavrımı değiştirmeye karar verdim. İbnü’l-Eş‘as isyanına destek oldum. Haccâc’a karşı yapılan Deyrülcemâcim savaşına katıldım. Savaş bozgunla sonuçlanıp İbnü’l-Eş‘as’ın ordusu dağılınca da kaçtım.
Bağımsız fetvalarıma, sadece Ehl-i beyt imamı olmayı rivayetin yeterliliği için şart görmeyişime, takiyye inancına karşı çıkmama ve resmî görev kabul etmeme rağmen sırf Emevîlere muhalif olduğumdan Şiî olduğumu söyleyenler oldu.
Ölümümden sonra hadis münekkitleri sika, âlim, âbid ve Zahid, müctehid, sıfatları ile andılar beni. Hadis, tefsir ve fıkıh başta olmak üzere İslâmî ilimlerde otorite kabul ettiler ve “Cihbizü’l-ulemâ” (âlimlerin başı) diye isim verdiler bir de. Başta Kütüb-i Sitte olmak üzere hadis kitaplarında benim rivayetlerimi de almışlar.
Adım Sait bin Cübeyr. Birçok sahabeyi görüp onlarla irtibat kurduğum için tabiin diyorsunuz bana. Kimileriniz şehidi de ekliyor yanına. Kuran’la yaşadım, Kuran için yaşadım ve Kuran’la öldüm. Şükürler olsun. *
*Efendioğlu, Mehmet, “Sait b. Cübeyr” DİA, 35/552-554