Menü
Ali Osman Öncel
Ali Osman Öncel
… her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikenine katlanır…
Aralık 22, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

… her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikenine katlanır. Biz bu vatanı seviyoruz, cennet vatan diyoruz. O zaman diken mertebesindeki bu fay üzerinde meydana gelecek depremleri ciddiye almamız gerekir.

 

Mehmet Kaman: Euzübillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü. Kıymetli izleyenlerimiz, yeni bir Siyer’in Sayfaları’ndan programıyla sizlerle birlikteyiz. Bugün Siyer dergimizin yeni dosya konusu olan doğal afetleri ele alacağız. Konunun uzmanı Prof. Dr. Ali Osman Öncel beyefendi ile birlikteyiz. Doğal afetlerle ilgili birkaç sorumuzu ileteceğiz hocamıza ve onun da cevaplarını alacağız. Bu vesileyle evvela 6 Şubat tarihinde Kahramanmaraş Pazarcık merkezli meydana gelen 11 ilimizi de etkileyen, binlerce insanımızın canını kaybettiği depremler nedeniyle ölenlerimize rahmet diliyoruz. Kalanlarımıza da yaralı olanlara öncelikle acil şifalar ve sabırlar diliyoruz. Allah bir daha böyle depremler yaşatmasın duasıyla programımıza başlamak istiyorum. Hocam hoşgeldiniz, safalar getirdiniz.

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Hoşbulduk efendim. Teşekkür ederim gerçekten böyle bir fırsatı verdiğiniz için; çünkü bugüne kadar konuştuğum kitleler arasında ilahiyatçılar yok. İlk defa konuşma fırsatını elde etmiş oldum. Teşekkür ediyorum.

Mehmet Kaman: Eyvallah, biz teşekkür ederiz. Şeref verdiniz. Kısaca sizi tanıyarak programımıza başlamak isteriz hocam.

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: 1989 İstanbul Üniversitesi mezunuyum. 1992’de yüksek lisansımı Kuzey Anadolu fay zonu üzerinde yaptım. 1996’da doktoramı Anadolu fay zonları üzerinde çalıştım. 2000 yılında doçent oldum. 2000 yılından sonra da post-doc olarak iki defa Japonya, bir kere de Kanada’ya gittim. Kanada ve Japonya Yer Bilimleri Deprem servislerinde çalıştım. Öğretim üyesi olarak Kral Fahd Üniversitesi ve Kanada’daki Alberta Üniversitesi’nde çalıştım. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi’ne profesör olarak geldim. 2010 yılından bugüne kadar da Türkiye’de çalışmalarıma devam ediyorum. 12. dönem İstanbul Jeofizik Odası şube başkanlığı yaptım. Bunun dışında da İstanbul Üniversitesi’nde 2019 yılına kadar çalıştıktan sonra Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Sismoloji Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktayım.

Mehmet Kaman: Allah kolaylıklar versin hocam. Ömrünüze bereketler dileriz. Sizin meslek için zor bir meslek diyebilir miyiz?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Her meslek zordur. Her mesleğin zorlukları vardır. Tabi ki sonuçları itibariyle zor ve üzücü oluyor; ama insanların bu sonuçları azaltması konusunda bizler yardımcı olabiliyorsak insan hayatının doğal afete bağlı kaybetme riskini azaltılmasına katkımız olabiliyorsa ki tüm amacımız bu. Bir insanın haksız yere ölmesi durumunda bizler ölmemesi için bir katkımız oluyorsa tabi ki bütün insanları kurtarmış gibi bir katkımız olacak. O nedenle de tüm motivasyonumuz buradan geliyor. İnsan hayatının doğal kökenli afetlerde ölmemesi, ölmek zorunda değil, tabi ki insanların bir zamanı var, bir nefesi sayılı; ama bu sayılı nefeslerini hiç olmazsa bu tür finalini afette sonlandırmamaları için çalışmalar yapıyoruz.

Mehmet Kaman: Teşekkür ederiz, Allah razı olsun hocam. Programımıza başlarken ben afetle bir tanımlama yapmak isterim. Neticede şöyle bir şey var: Bizim bildiğimiz belli hâdiseler var. Deprem bunlardan en bilinenidir. Sel bazen hakeza öyle. Yangınlar olabiliyor. O da doğal afetlere giriyor mu bilmiyorum; ama bilgilenmek adına soruyorum. Doğal afet nedir?

Her tabii, doğal hâdise doğal afet olarak nitelendirilebilir mi? Böyle bir tanımlama yapmak doğru mu? Bunu da şununla temellendirmek istiyorum hocam. Seküler akıl doğa olaylarını bir afet olarak tanımlıyor; ama İslâm düşüncesi, İslâm aklı ise bunları bir ayet olarak okumamız gerektiğine dair bize vaz ediyor. Dolayısıyla bunun neticesinde bir tefekkür doğuyor ve neticeleri itibariyle de sonuçlar çıkarmamız gerektiğine dair bize dersler çıkıyor. Sizin tanımlamanız nasıl oluyor? Bilim adamı sıfatınızla soruyorum. Her hâdise doğal afet midir? Doğal afetin tanımı nedir?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Genellikle yerbilimciler bunu düzeltiyorlar. Afetin doğalı olmaz, doğa kökenli afet olur, doğayı tanımamız gerekir, doğada bir sistematik var, bu sistemi anlamamız gerekir, yerin altında nasıl bir enerji birikiyor, bu enerjinin yer üstündeki izleri nedir, bunları tanımlamamız aramamız gerekir diyorlar. Bu nedenle de sonuçları da doğal değil. Çünkü sonuçları bizler kendimiz tayin ediyoruz. Yani fay zonu üzerine binalar yapıldığı için son meydana gelen depremde dünyada fay depremleri, fay şehirleri Türkiye’de oldukça fazla. İki tane büyük fayımız var. Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu fay zonları. Hemen hemen nüfusun % 70’i bu fay zonları üzerinde yaşıyor. Tabi ki insanların tercihi fay zonu üzerinde olma tercihi aslında sebepsiz değil; çünkü faylar yenilenmenin güncel, sürekli olduğu yerler. Orada kırılmaya, depreme bağlı olarak depremin sonuçları olarak orada en güzel görüntüler ortaya çıkıyor. İşte topoğrafyanın yüksek olması, dağlık bölgelerin oluşması, vadilerin derelerin oluşması, bunlar hep deprem dediğimiz yerin hareketlenmesi ve kırılmasıyla oluşan ve sürekli güncellenen alanlar olduğu için insanlar tabi ki bu tür aktif ve dinamik alanlara gitmek zorunda. Tabi ki sonuçlar güzel, biz depremlere çok şey borçluyuz. Bulunduğumuz coğrafyada depremler çok oluyor. Ben Arabistan’da çalıştım, orada hiç deprem olmuyor; ama Arabistan sürekli Türkiye’ye doğru hareket halinde. Arabistan dümdüz bir yer; ama Türkiye görüyorsunuz doğusu dağlık, batısı vadilerle dolu, üç tarafı deniz, cennet vatan dediğimiz bir yer. Bunun temel nedeni işte depremler. Niye bu ülkede depremler meydana geliyor? Çünkü bizler büyük kıtaların arasına sıkışmış durumdayız. Türkiye’deki bu güzelliklerin, bu doğa üstü güzelliklerin buluşmasında işte güneyden gelen Afrika levhasının, Arabistan levhasının ve ülkemizin kuzeyinde yer alan Avrasya levhasının büyük katkısı var. Alttan gelen levhaların hareketlerine bağlı olarak bizler sıkışıyoruz. Sıkışmanın sonuçları olarak depremle yenileniyoruz. Ve yenilenen ve güzelleşen bir coğrafyada yaşamanın tabi ki keyfini çıkarmamız gerek; ama bunun keyfini çıkarmamız için de bu sonuçlara, deprem olarak gördüğümüz bu sonuçlara karşı önlem almamız gerekir. Tabi ki her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikenine katlanır. Biz bu vatanı seviyoruz, cennet vatan diyoruz. O zaman diken mertebesindeki bu fay üzerinde meydana gelecek depremleri ciddiye almamız gerekir. Çünkü bunlar rastgele meydana gelmiyorlar. Bunların bir matematiği, bir sistematiği var. Ve bunların nerede geleceğini bizler tabi ki bu ülkede çok geç fark ettik. Mesela Kuzey Anadolu fay zonunun keşfedilmesi ancak 1939 Erzincan depremi meydana geldikten sonra ve bu depremden sonra meydana gelen işte 1941, 1943, 1947, 1951, 1957 depremleriyle doğudan batıya doğru büyük bir kırık geometrisi ortaya çıktıktan sonra Kayserili yerbilimci bir bakıyor ki bir kırık zonu. İşte ülkemize Karadeniz blokunu, Anadolu blokundan ayırt eden bir kırık zonu olarak keşfediyor. Bunu 70 yıl önce keşfedebildik. Keşfetmemiz geç olduğu için buna karşı önlem almamız da son yıllarda başladı; çünkü eskiden depremler biliyorsunuz ceza olarak değerlendiriliyordu, musibet olarak değerlendiriliyordu.

 

Fiziğini bilmediğimiz için bu şekilde değerlendiriliyordu; ama tabi ki modern sismoloji, özellikle 1906 San Francisco depremini ilk defa biz modern sismometrelerle kaydettikten sonra aslında istasyonların sayısı arttıktan sonra depremlerin olmuş olduğu alanlar bizlere depremleri oluşturan kırık kuşaklarını, büyük global küresel kırık kuşaklarının olduğunu bize gösterdi. Demek ki depremler rastgele bir yerde olmuyor. Depremlerin oluş yerinde bir düzen var. Tabi ki oluş zamanında da bir düzen var; ama biz bunu şu anda kestiremiyoruz. Ancak diyoruz ki 30 yıl içerisinde bir depremin olma olasılığından bahsediyoruz. Hangi büyüklükte olacağını tahmin edebiliyoruz; ama ne zaman olacağını şu anda tahmin edemiyoruz. Şu anda depremin meydana geleceği yerler rastgele değil. Çok düzenli yerlerde meydana geliyor, bu nedenle de biz onlara zon diyoruz. Mesela Doğu Anadolu fay zonu. Neden zon diyoruz? Çünkü oradan bir tane fay geçmiyor, birden çok fay geçiyor. Belki de son depremde o fay zonlarından biri kırıldı. Ama kırılmayan daha derinde ya da daha batısında ya da daha doğusunda fay sistemleri olabilir. İşte bu nedenle zon diyoruz. Kuzey Anadolu fayı demiyoruz. Fay desek tek bir çizgiden bahsederiz. Ama zon diyoruz; çünkü bunlar birbirine paralel gelişmiş, birbirine benzeyen birden çok kırıklardan oluşan bir sistemden bahsediyoruz. 1939 yılında büyük Erzincan depremi oldu. O zaman “Bir daha burada deprem olmaz” deniliyordu; ama 1992 yılında da oldu. Çünkü burası bir zon. Aynı yer farklı şekilde kırılabilir. Farklı kırıklarla ilişkili olarak meydana gelebilir.

Mehmet Kaman: Yeryüzünde bilinen ilk deprem hangi tarihte olmuş hocam?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Evet bilinen ilk deprem özellikle Türkiye’deki deprem 4.000 yıl öncesine kadar gidiyor. Özellikle tabi ki Türkiye’nin tarihi, Anadolu’nun tarihinin geniş olması nedeniyle 4.000 yıl öncesine kadar milattan önce olan depremler bu ülkede bizler bilebiliyoruz. Özellikle Türkiye’deki İstanbul’u etkileyen depremlerin en büyük göstergesi, yaşayan sismometre dediğimiz Ayasofya Camii. Çünkü her depremde yıkılmış ve depremden sonra tamir edilmiş bilgisi de yazılı. O sebeple Ayasofya aslında yaşayan bir sismometre olarak İstanbul’u etkileyen depremlerle ilgili olarak bilgiler veriyor. Allah rahmet etsin Selçuk Sipahioğlu isminde bir hocam vardı. Hocam camileri dolaşırdı. Camilerde tabi ki her depremden sonra eskiden biliyorsunuz taş yapılar camilerdi. İnsanlar genellikle hafif ahşap yapılarda yaşarlardı. Oradaki kitabeleri Türkçeye çevirtirdi. Derdi ki; “Bak Ali Osman! Bu cami yıkılmış, yapıldığı tarih de yazılmış” derdi. Aslında depremlerle ilgili en büyük tarihi bilgiler ve veriler camilerden geliyor; çünkü taş yapıların depreme karşı gerçekten dayanmama durumu var. Çünkü taş yapılar ağır olduğu için deprem tehlikesini de arttırıyorlar. Bu nedenle de yıkımlar biraz taş yapılarla, ağır yapılarla biraz daha fazla olabiliyor.

Mehmet Kaman: Eyvallah hocam. Her depremden sonra bazı şeyler sık sık gündeme geliyor. Ben buna dair bir soru soracağım; ama öncesinde sünnetullah dediğimiz bir Kur’anî tabir var biliyorsunuz. Allah’ın tabiatı yaratıp devam ettirmek için, toplum düzenini de sağlamak için koyduğu kanunların geneline diyoruz; ama her depremden sonra tartışılan bir şey var: Tetiklemesi için dışarıdan bir müdahale söz konusu oldu, olmadı tartışmaları. Allah’ın koyduğu kanunlar belliyken ve bu kanun gereği bazı yer hareketleri cereyan ederken bu doğal afetler insan eliyle tetiklenebilir mi? Mümkün mü?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Evet, insan eliyle tetiklenebiliyor. “Yes, Humans Cause Earthquakes” diye Amerikan Deprem Servisi’nin 2020 yılında posteri var. Sonunda onlar da kabul etti.

Evet, insanlar deprem üretebiliyor. Nerede üretebiliyor? İşte Amerika’da Oklohama’daki kaya içerisinde saklı petrol rezervi keşfedilmeden önce Amerika dışarıdan petrol alan bir ülkeydi. Ama Oklohama’da petrolü keşfetti kaya içerisinde ve o kayayı kırma süreciyle petrolü çıkarmak zorunda kaldığı için tabi ki orada depremler meydana geldi ve şu anda Oklohama tabi ki insan eliyle deprem riski ya da tehlikesi Kalifornia fayları düzeyine yükselmiş durumda. İnsanlar tabi ki deprem meydana getirebilir. Petrol bulundu diye Amerikalılar sevindi. Kıra kıra o yerin altındaki petrolü almak zorundasınız. Nasıl kırıyorsunuz? Yüksek basınç uyguluyorsunuz ve kaya kırıldıktan sonra içindeki petrol ya da sıvı gaz enerji kaynağı açığa çıkıyor ve onu dışarı çıkartıyorsunuz. Tabi ki insanların petrol üretmesine ilişkin ilk örnek Oklohama’da ortaya çıkmış durumda. Bazen sevinmek durumdayız, işte petrol bulduk, doğalgaz bulduk. Tabi ki diğer olaylarda mesela ilk depremlerden bir tanesi 7.8 büyüklüğündeki bir deprem Çin’de kaydedilmiş. 7.8 büyüklüğündeki bu deprem işte insanlar neden oldu diye kaydedilmiş. Şimdi nasıl kaydediyor? Çin’de büyük bir baraj yapılıyor. Sevinmek lazım değil mi? Baraj yapılıyor. Barajın bir kendi yükü var, bir de baraj suyu tuttuğunuz zaman ilave bir yükü var. O yüke bağlı olarak yerin altında bir gerilme, yük meydana getiriyorsunuz. Son günlerde ne konuşuluyor? İşte İstanbul’daki barajların doluluğu nedir? Dolup boşalıyor değil mi? Doldukça yerin altına bindirdiği stres artıyor. İşte bu barajların yapılmış olduğu alanlarda daha derinde kırılma özelliği olan veya olmayan kırıklar varsa doğal ya da tektonik ya da sünnetullah dediğiniz sisteme bağlı olarak gelişmiş kırıklar varsa bunlar etkileniyor, enerji alıyor ve aldıkları enerjiyi almalarından sonra depremler meydana geliyor. Tabi ki insanlar tektonik kırıklarda depremlerin meydana gelmesini hızlandırabiliyorlar. Siz baraj da kurmalısınız. Orada deprem meydan gelecek; ama baraj kurmakla orada olacak depremin oluş zamanını öne çekiyorsunuz ve oluş sıklığını artırmış oluyorsunuz. Kısaca insanlar deprem meydana getirebilir. Özellikle Türkiye biliyorsunuz 2012 yılında jeotermal enerjiden yararlanan ülkeler arasında dünyada son sıradaydı, şu anda birinci sırada. Mesela baktığınız zaman AFAD’ın deprem verileri var. İkiye ayırmışlar. Deprem diyor, bir de patlatma diyor. Patlatmayı seçtiğiniz zaman Türkiye’nin altı patlıyor. Niye patlıyor? Altın, maden, jeotermal enerji çıkarmak için patlıyor. İnsanlar bir bakıma yerin altındaki o enerji kaynaklarından bizler yararlanmak isterken yerin altında doğal seyri içerisinde deprem üretecek o kırıkların hızlanmasına, deprem üretmesi zamanının öne çekilmesine katkı sağlamış olabiliyoruz. Bunlara biz insan kaynaklı, insanların tetiklediği depremler diyebiliriz. Tabi ki birebir insanlar deprem üretmiyor; ama insan kaynaklı depremler maksimum 5.2 büyüklüğüne kadar çıktığı söyleniyor; ama tetiklemiş olduğu depremler onların oluş süresi öne çekmelerinden kaynaklı olarak 7.8 büyüklüğüne kadar deprem ürettiği not edilmiş durumda.

Mehmet Kaman: Konya civarındaki obrukları da biraz önce saydığınız maddelere ekleyebilir miyiz hocam? Onlar da bir doğal çöküntü oluşturabilir mi?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Obruklar nedir? Yer altı sularının kullanımında bir kontrol yok. Jeofizik mühendislerini, çubukçuları çağırıyorlar. Yerin altındaki su hepimizin ortak milli serveti, kontrolsüz kullanım olduğu için. Yerin altındaki suyu çektiğiniz zaman o su tabi ki basınç uyguluyordu. O basınca bağlı olarak o zeminin sıklığı, taşıma gücü biraz daha yüksek oluyordu. Çektiğiniz zaman boşluklar orada kalıyor, bışluklar da tabi ki taşımıyor. Taşıma gücünü bizler azaltmış oluyoruz. Yer altı su seviyesini bizler aşağıya çektiğimiz zaman yer üstünde suyu çekilmiş olan bu boşluklu yapılar -ki biz bunlara porozite diyoruz- çöküyorlar ve bu nedenle de tabi ki su kullanımı da çok önemli.

Su kullanımında sınırsız ve kontrolsüz su kullanımına bağlı bu tür çöküntüler de genellikle insanların neden olmuş olduğu bir sonuç ya da afet diyebiliriz.

Mehmet Kaman: Eyvallah hocam. Biraz da mesleğimiz gereği sinema ile alakalı bir araştırma yaptığımızda özellikle Hollywood yapımlı filmlerin temalarını, konularını incelediğimizde karşımıza ilginç bir tablo çıkıyor. Gerçi neticede fıtri bir şeydir yani tüm insanlığın belki de doğal afetlere karşı vereceği tepkiler aynıdır; ama sonuçları itibariyle bir değerlendirme yapacak olursak Hollywood yapımlı filmlerin çoğunda ben açıkçası şunu gördüm: Tabi bu arada bunlardan bazılarını sayabiliriz. Mesela 2017 yapımı Korkusuzlar. İnsanların hayatını tehdit eden bir boyuta gelen bir orman yangınını konu ediniyor film. Yaşam Savaşı diye bir film var 2013 yapımı. Yenidoğan bebeğiyle hastanede mahsur kalan, yağmalara karşı mücadele veren birinin kasırga ile mücadelesi anlatılıyor. Artçı Şok var, 1976 yılında meydana gelen depremde enkaz altında kalan bir annenin enkaz altında kalan bir çocuğunu enkaz altında bırakıp diğer çocuğunu kurtarması ile ilgili bir mücadele anlatılıyor. Zor Saatler var mesela, deniz fırtınasını anlatan. 30 kişilik bir gemi mürettebatının mücadelesi anlatılıyor. Çok ilginç bir filmdir, belki siz de hatırlarsınız. Biliyorsunuz 2012 Maya Takvimi’nin bitiş tarihidir. Onların inancına göre dünyanın sonu gelmiştir, bu dünyadan başka bir dünyaya yaşamak için gitmek zorundadırlar. Bunun için çok büyük bir gemi yaparlar; ama bu gemiye sadece parası olanlar ya da zengin olanlar binecektir. Bunu konu edinen bir film. Kıyamet Günü diye bir film var 2012 yapımı. Bu da tsunamiyi ele alan bir film. Bunları şunun için örnek verdim: Alt metinde fatura Allah’a kesilir bu filmlerde. Katılır mısınız bilmiyorum; ama siz bilim adamı olarak meseleye farklı bir biçimde yaklaşabilirsiniz. Karşı karşıya kaldıkları olayların neticesinde yaşadıkları çaresizlikleri ki bütün bu senaryoların karşı konulmaz bir hâdise ile insanın cezalandırılması anlatılıyor. Yani gerçekten böyle midir? Bunu şunun için söylüyorum: Kur’an-ı Kerim’de Mülk, Sebe, Hac, İsra, Nahl, Araf, En’am gibi birçok surede âfetlere yönelik vurgular yapılır. Hatta yerin dibine batırmak, gökten üzerine parçalar yağdırmak gibi ifadeler de kullanır Rabbimiz. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra sorum şöyle olacak: Allah kullarına zulmeder mi? Özellikle son Kahramanmaraş depreminden sonra bazı insanlar bunu dillendirdiler. “İnsanların yapıp ettiklerinden dolayı bu böyledir” diye. Doğal afetlerle insanların yapıp ettikleri arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Siz bir bilim adamı olarak bu meseleye nasıl yaklaşırsınız?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Evet dediğiniz çok doğru. Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak için önce kalbinin atıp atmadığına, sonra nabzına bakıyoruz. Ayda, Mars’ta hayat var mı anlamak için oranın kalbi atıyor mu diye sismometreler yolluyoruz. O sismometrelerde deprem kaydediliyorsa Ay’da hayat olabilir, Mars’ta hayat olabilir, ama sonra da Moon Quakes (Ay Depremleri), Mars Quakes (Mars Depremleri) diyoruz. Demek ki deprem aslında insanın yaşamış olduğu bu mavi gezegenin dışında da hayat var ya da yok anlamında ilk yapılan test. İlk testi onunla yapıyoruz. O nedenle de deprem aslında içinde göremediğimiz bir hayatın, döngünün olduğunu bize gösteriyor. Biz buna life cycle diyoruz. Bir taraftan levhalar yer üstüne çıkıyor, o malzemeler çıkarken soğuyor ve soğuma devam ederken kenarlara doğru açılıp yayılıyor, o kenarlarda çarpışmalar meydana geliyor, o kenarlara giderken yaşlanıyor, yaşlandıktan sonra birbirinden farklı olan daha az yoğun olan levhanın altına dağılarak tekrar merkeze gidiyor ve tekrar bir doğuş var. Yeryüzündeki yenilenme, yer içindeki bu döngüsel harekete bağlı. Yerin altında bir döngüsel hareket var. Bu bilgi çok yeni bir bilgi. Yerin içinde konveksiyonel akımlar var, saatin ters yönünde dönen akımlar var. İçi dışı bir olmak diye bir kavram var değil mi?

Yerin içi dışı bir değil. Merkezi tam kaya, dışı tam sıvı, kaynar kazan. Gerçekten güneşteki sıcaklık kadar bir sıcaklık var orada. İçi ve dışı bir değil. İçi katı olduğu için dünya kendi etrafında dönüyor; ama dünya içindeki o iç çekirdek dünyanın dönme hızından daha fazla dönüyor. Yerin içindeki bu sıcaklığa bağlı olarak yeryüzünde malzemelerin çıkmasına bağlı olarak yeryüzünde büyük levhaların hareket halinde olduğunu görüyoruz. İlk baktığımızda bu yeryüzünde tek bir coğrafya vardı. Daha sonra bunlar kırıla kırıla birbirinden ayrılmış ve 12 kadar kıta meydana gelmiş. Demek ki parçalanmanın ve çoğalmanın nedeninde yerin içindeki bu dinamik yapı var. Dediğiniz doğru. Artçı şok deyince aklıma özellikle Maraş depreminde bir çocuk; “Baba ben enkazın altında kaldım” diye mesaj atıyor. Babası da ancak çocuk kurtulduktan sonra telefonuna bakıyor. “İnternetim olsaymış demek ki ben bu mesajı alacaktım” diyor. Kolay değil, artçı şokların meydana gelmesi şu anda bir deprem oldu; ama devam ediyor bu. Geçen hafta artçı şoklarla ilgili dersimi verirken artçı şokların yayılması hastalığın yayılması gibi, Covid’in yayılması gibi deprem depremi enerji transferidir sürekli artçı şokların meydana gelmesi bu. Daha büyük deprem daha küçük depremleri meydana getiriyor. Daha küçük depremlerin daha büyük depremleri meydana getirme olasılığı % 5; ama birbirini tetikleye tetikleye bu artçı şoklar 3-5 sene devam edecek. O nedenle de deprem oldu bitti diyemiyoruz. Siz başında dediniz. Tek deprem oldu; ama Türkiye’de ilk defa duble deprem meydana geldi. Bu deprem literatüre duble deprem olarak geçti. Bir beklerken hani derler ya ben istiyordum bir göz, Allah verdi iki göz, iki deprem altında kaldık. Birbirini etkileyerek devam ediyor. Hiç burada deprem bekleniyor muydu bu yerde? Aslında baktığımız zaman deprem öncesinde çok sakin ve durgun bir yer; ama birden bu durum değişkenlik gösterebiliyor. Biz bu duruma sismik durgunluk ve suskunluk diyoruz. Derler ya suskunluk durumu olan yerler aslında büyük deprem üretmeye en yakın yerler. İşte Marmara Denizi içerisinde sismik suskunluk bölgesi var. Ona sismik boşluk diyen de var. Orada neden sismik suskunluk var? Çünkü orası aslında büyük deprem üretecek en dirençli alan olduğu için biz küçük depremleri göremiyoruz. Ancak oradaki suskunluk büyük depremlerle açılabilir. Görüldüğü üzere Maraş depremleri ile kilit açıldı ve bu depremler her yere yayılıyor. Herkeste bir deprem bize de gelecek mi korkusu var. Önemli olan depremin Gaziantep merkezli, Diyarbakır merkezli, Urfa, Kayseri merkezli olmasına gerek yok. Maraş merkezli bir mega deprem tüm coğrafyayı etkiledi. Suriye’de Halep’te 7200 kişi öldü. Bu deprem o nedenle Dünya tarihinde Türkiye-Suriye depremleri olarak geçiyor. O nedenle totalde insan kayıplarını aslında dikkate almamız gerekiyor. Bu depreme bağlı olarak bulunduğumuz coğrafyada ölen toplam insan sayısına değinmemiz gerekiyor ki gerçekten nasıl büyük bir afete döndüğünü görebilelim. Tabi insanların başına gelenlerden bahsediyoruz, kendi yapıp ettikleri. İnsanlar gelir düzeyi ile alakalı insanlar kendi eliyle yaptılarsa, mühendislik görmediyse, yetişmiş inşaat mühendisi ve mimardan destek almadıysa bu binalar tabi ki biraz proje destekli olmuyor. Proje ya da bilimsel esaslarla uyumlu olmuyor. İnsanlar başlarını sokacak bir mekan yapmaya çalışıyor. O nedenle de yıkılmayan evler de umut verici. 180.000 TOKİ binaları, bilimsel referanslı yapıların yıkılmadığını gösteriyor. İkinci referans da şehir hastaneleri. Sismik izalatörlü şehirlerdeki yapılaşma sonucunda orada ameliyat anında deprem bile meydana gelse ameliyatı yapan doktorun bu depremi farketmediğini bizler görebiliyoruz. Demek ki bizler aslında depreme karşı nasıl korunulacağını ya da korunmamız gereken yapı örneklerini biliyoruz. Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı şehir hastaneleri modelini biliyoruz. Aynı şekilde İskenderun Devlet Hastanesi’nin 2012 senesinde depremde yıkılacak raporu olmasına rağmen 2012’den günümüze kadar bu hastanede güçlendirmenin neden yapılmadığını da anlamaya çalışıyoruz. Bir tarafta modern hastaneler, bir tarafta eski hastaneler.

Ben tıp fakültesi öğrencilerine de ders veriyorum. “Hocam, deprem kodu güncellendikten sonra eski hastanelere uygulanıyor mu?” diyorlar. Maalesef uygulanmıyor. 2018 yılında deprem kodumuz güncellendi. Hem eski depremlerden ders aldık ancak 2018 yılından sonra yapılarda bu kod güncelleniyor. Bu neyi gösteriyor? 2018 öncesi eski deprem koduna göre yapılan binaların hazırlıksız olduğunu gösteriyor.

Mehmet Kaman: Hocam bu deprem kodu nedir biraz açar mısınız?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Deprem kodu bir binanın depreme dayanıklı olması için uyulması gereken yapı mühendisliği ya da yer mühendisliği esaslarını açıklayan bir kod. Bunu devletimiz açıklıyor. İki gün önce Amerikan Deprem Mühendisliği’nin bir konferansına katıldım. Üç defa bina gösteriliyor ki bu 1975 deprem koduna göre yapılmış, biri 2001 deprem koduna göre yapılmış, diğeri de 2018 deprem koduna göre yapılmış. Eski deprem koduna göre yapılan iki bina yıkılırken son deprem koduna göre yapılan bina yıkılmamış. Demek ki deprem kodunu güncellemek bize eski deprem koduna göre yapılmış binaların da güncellenmesini gerektiriyor. Biz bu güncellemeye güçlendirme diyoruz. Güçlendirebiliyorsak güçlendireceğiz, güçlendiremiyorsak yenileyeceğiz. O nedenle de geriye dönük olarak bunların işletilmesi gerekiyor. Geriye dönük olarak bu deprem koduna göre gerçekten bu yapılar nasıl güçlendirilebilir ya da güncellenebilir şeklinde geriye dönük bakmamız lazım. Aksi takdirde şehir hastanelerinin depremde yıkılmamasına sevinirken şehir hastanelerinin yapılmış olduğu güncel deprem koduna göre güçlendirmesi yapılmamış olan İskenderun Devlet Hastanesi’ne üzülemiyoruz; çünkü sebep ortada. Aklın yolu birdir deriz, aklımızı kullanmamız gerekir. Kuran-ı Kerim’de de; “Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” diyor. Bir şeyin yanlışlığını ispat ettikten sonra o yanlış üzerine yanlış esaslar üzerine yanlış deprem kodu üzerine yapılmış binaları da düzeltmemiz gerekiyor ki gerçekten biz faturayı Allah’a kesmeyelim; çünkü depremden korunabildiğimizin örneklerini son deprem bize göstermiş oldu. Tabi ki bununla ilgili olarak mühendislikle ilgili sorunlar var. Her mezun olan mühendise imza yetkisi verilmemesi gerekiyor; ama Çevre ve Şehircilik Bakanlığı belli kat yüksekliklerine göre işte en az 4 yıldan daha fazla deneyimi olan yapı mühendisi şu kata kadar, 8 yıldan daha deneyimli yapı mühendisi ne bileyim on kata kadar ilk defa bu depremden sonra geçtik; ama yıllardır bunlar Amerika’da ve Japonya’da uygulanıyor. Biraz güncellemede geç kalıyoruz. Bu da bize kaybettiriyor. Diğer ülkelerde meydana gelen büyük depremlerden sonra yapılan güncellemeleri biz de benzer deprem meydana gelmeden önce referans alırsak benzer standartları ülkemize kazandırsak aslında dünyadaki bu birikim ve deneyimden faydalanbiliriz. Amerikalılar Maraş’taki hastaneleri incelemeye geldiler. Türkiye’den hiçbir grup duydunuz mu Nepal’de deprem oldu, oradaki hastaneleri incelemeye biz bir ekip gönderdik? Duymadık yani. Kendi hastanelerimize bile giden bir grup var mı yok mu onu da bilemiyoruz.

Mehmet Kaman: Japonya örneği çok sık önümüze geliyor hocam. Özellikle her depremden sonra bir kıyas ya da mukayese yapılıyor. Japonya’da o kadar büyük depremler oluyor, onların yıkıcılığı olmuyor; ama bizde olan her depremde can kaybı oluyor mutlaka. Bu tartışmaların sonunda da şöyle bir şey söyleniyor: Japonya bir okyanus ülkesi olması hasebiyle oradaki deprem dalgalarının farklılığı, işte karasal bir coğrafyada olmamız sebebiyle Anadolu’da yaşanan depremlerin farklılığı mukayesesi yapılıyor. Buna dair de bizi bilgilendirebilir misiniz hocam?

 

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Tabi ki Japonya’nın bulunduğu coğrafya ateş çemberi dediğimiz bir bölge, genellikle orası Pasifik denizi; çünkü Japonya’nın üzerine giden levhalara baktığımız zaman Pasifik levhası ve Filipin levhası hareket ediyor. Bizdeki işte Arabistan ve Afrika levhasına benzer olarak daha büyük hızda hareket ediyorlar ve bu nedenle de iki levhanın çarpışmasına bağlı daha derin depremler meydana geliyor. Dünyanın bir bölgesine ateş çemberi denir. Neden böyle denir? Dünyada meydana gelen her 100 depremden 80’i burada meydana gelir. Biz ateş çemberinde değiliz; ama tabi ki depremden en çok etkilenen ülkelerden biri de biziz. Hem ikinci derecede çok büyük işte 9 büyüklüğünde bir deprem beklemiyoruz; ama Japonya ve Şili’de 9 büyüklüğünde depremler olduğunu biliyoruz. Şili ile Türkiye arasında ekonomik olarak bir benzerlik var; ama Şili’de artık büyük depremler büyük kayıplara neden olmuyor. Japonya’da 8 büyüklüğünde deprem meydana geldi, kimsenin burnu kanamadı. Tabi ki depremin etkileri yalnızca büyüklükle alakalı değil. Derinlikle ve sizin uzaklığınızla da alakalı. Okyanusta meydana geliyorsa hem uzak, hem derin hem de büyük. Uzaklık ve depremin derinliği de deprem etkilerini özellikle etkiliyor. Japonya’da bize benzer depremlerin meydana gelmesi için geçen süreler en az 1000-2000 yılda bu tür büyük depremler meydana geliyor. Okyanus tabanında meydana gelen depremler tsunami etkilerine bağlı olarak Japonya’da 2010 yılıda büyük bir tsunamiye bağlı büyük bir yangına neden olmuştu. Tabi ki Japonya’daki depreme hazırlık olayı eğitimle başlıyor. Deprem kültürü dersleri var. Her ay deprem tatbikatı yapıyorlar. Deprem kültürü dersleri Amerika’da da var. Bizim okullarımızda deprem kültürü, afet kültürü dersleri yok maalesef. Ancak afet kültürünü biz yaşayarak öğrenmiş oluyoruz. Bu afetler bizde tabi ki büyük izler ve acılar bırakıyor. Eğitim içerisine bu dersleri eklememiz lazım. Bir de İngiltere’de ve Amerika’da okullar deprem istasyonuna çevrilmiş durumda. Okullardaki eğitimin içerisinde deprem var. Her sabah çocuklar bakıyorlar işte okulun girişinde buna Deprem Okulları deniyor. Tabi ki Londra’da, Paris’te büyük bir deprem beklenmiyor; ancak onlar deprem enerjilerini kullanarak çocuklara coğrafya eğitimi, matematik eğitimi ve deprem farkındalığı eğitimi veriyorlar. Bizim de okullarımızı birer deprem okuluna, istasyonuna çevirmemiz gerekir. Dün öğrencilerime Mexio City’de meydana gelen bir depremi anlattım. Neyi öğrenmiş oldular? Mexico City nerede, depremin yeri nerede, hangi levhalar nedeniyle bu deprem meydana geldi, global coğrafya ve deprem farkındalığı eğitimini de bu şekilde almış oluyorlar. Bu şekilde biraz daha dünyaya entegre olmamız lazım. Deprem kodu çok önemli. Geriye dönük işletilmesi gerekiyor. O nedenle de iyi örnekler var; ama tabi ki iyi olacak nedenler de var. O nedenle de tabi jeofizik mühendislerinin istihdamı da çok önemli. Şimdi deprem şurada meydana geliyor. Tam olarak depremin meydana geldiği yerin üzerinde biz oturmuyoruz. Deprem bizi farklı farklı etkiliyor. Bakıyoruz yanımızdaki bina yıkılıyor; ama bizim oturduğumuz bina yıkılmıyor. Aynı sitedeyiz, yan bina yıkılıyor, bizim oturduğumuz bina yıkılmıyor. Bakıyorsunuz fotoğraf olarak geçen yayınlanan bir dergide haber dergisinde iki site de yan yana, yapılar aynıysa demek o yapıların oturduğu zeminler aynı değil. O zaman çok detaylı zemin araştırması yapmamız lazım. Binaların oturacağı zeminin çok detaylı, kapsamlı, sağlamlık araştırmasının yapılması lazım. Şu anda jeofizik mühendislerinden biz faydalanmadık. Jeofizik mühendisliği şu anda Türkiye’de kapanmak durumunda olan bölümlerden. Benim bölümümde şu anda öğrenci alınmıyor; çünkü hiçbir belediyede yeterli kadar jeofizik mühendisine kapı açılmadığı için kapısını jeofizik mühendisliğine kapatan belediyeler olduğundan jeofizik mühendisleri de neresi sağlam, neresi sağlam değil konusunda belediyeler içerisinde katkı veremediği için tabi ki bu afetler de başımıza geliyor. Aslında bu afetlere karşı bizi bilinçlendirecek, sağlam ile sağlam olmayan bu zeminleri ayırt edecek bilimsel mühendislik disiplinlerinden ülkemizde maalesef pek faydalanmıyoruz. Ben 12. dönem oda başkanıyım. Bizim zamanımızda tabi ki yer mühendisliği ile ilgili oda olarak denetim yapıyorduk. Şu anda sadece yapı mühendisliği ile ilgili denetim var. Sanki binaları havaya yapıyoruz! Bir defa deveyi önce sağlam bir yere bağlamak gerekir, ondan sonra tevekkül edersiniz. Önce bina sağlam zemine yapılacak ki sonra tevekkül edeceksin. Sağlam zayıf ayırt etme, ondan sonra gelen yıkımın faturasını “Allahım neydi günahımız?” diye Allah’a fatura etmeye çalışmak diye bir şey olmaz. Bunlardan yararlanmak zorundayız. Yararlanan ülkeler Japonya ve Amerika başta olmak üzere sonuçlarını bu depremlerden sonra gözlüyorlar.

Mehmet Kaman: Haramidere örneğini anlatmıştınız programdan önce. Ona istinaden bir soru aklıma geldi. İnsanoğlunun gelece tasavvuru vardır bilirsiniz; ama bu gelecek tasavvurunda tabiatla irtibatına dair bir şeyler var mıdır bilmiyorum açıkçası. Bir jeofizik mühendisi insanoğlunun gelecek tasavvurunda tabiatla irtibatını nasıl anlatır, nelere vurgu yapar, neler söyler? Mesela şehirleşme. Biraz önce az da olsa girdik o konuya; ama şehirleşme, toprakla irtibat, hayvanlarla diyalog olabilir. Kendi dışındaki dünyayla irtibatının nasıl olması lazım? Buna dair gelecek tasavvurunda neler yer alması lazım?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Evet genellikle ben bunu jeofizik şehirleşme olarak ifade ediyorum; çünkü bizler yeri inceleyebilirsek, tabi yer deyince millet toprak zannediyor. Yer dediğimiz 30 metreye kadar olan blokun analiz edilmesinden bahsediyoruz. Bu bloku bizler jeofizik mühendisliği olarak analiz ettiğimizde kaya niteliğinde olup olmadığını ayırt edebiliyoruz. Önce yerin altının bir envanterini çıkarmamız lazım. Gerçekten kaya niteliğinde olan zeminlerde yaşamaya öncelik vermemiz lazım. Genellikle son depremden sonra ovalarda yapılaşmayı artık bırakacağız, dağların eteklerine ve dağlara doğru şehirleri taşıyacağız. Aslında baktığınız zaman sağlamlıkla ilgili analizlere, yüksek yerlerin daha dirençli olduğunu bugün topografya analizi ile görebiliyoruz. 1 km hassasiyetle dünyanın her bir noktasında sağlam ve zayıf yerlerin ayrımı yapılmış durumda. Bununla ilgili olarak bizlerin aslında bu dünyadaki yer direnç datasından faydalanmamız gerekiyor. Tabi ki genel olarak son depremin gösterdiği sonuçlar önemli; ama bu sonuçlardan değil aslında bilimsel olarak jeofizik mühendisliğinin özellikle yerin altındaki yapının görüntüsünü ya da üç boyutlu değişimini aynen bizim akciğer ya da beyin tomografimizi görüntülememize benzer şekilde görüntülemesine benzer olarak çalışmamız gerekiyor. Mesela baktığınız zaman bir deprem sonrasında doğu batı ve kuzey güney yönünde deprem dalgaları kayıt eden istasyonlarımız var. Doğu batı ve kuzey güney yönündeki deprem güçlerinin farklı olduğunu görüyoruz. O zaman deprem nereden güçlü geliyorsa o yönlerde yapıyı güçlendirmemiz gerekir. Nereden zayıf geliyorsa o yönlerde güçlendirmenin biraz daha öncelikli olmaktan çıkartılması gerekir. Ülkemizde deprem bilimine dair yatırımlar AFAD kapsamında yapıldı; ama özellikle profesyonel mühendislik ve jeofizik mühendisliği ile birlikte İstanbul özelinde yapılan çalışmaların özellikle Japonların Türkiye’ye yardımıyla İstanbul özelinde 500 metre hassasiyetle İstanbul üzerinde yapılan sağlam, zayıf haritalaması, jeofizik haritalamasına benzer haritalamanın tüm Türkiye’de yapılması gerekir. Japonya’da bunlar her 50 metrede bir ölçüme dayalı yapılıyor; ama İstanbul’da Japonlar biliyorsunuz 1999 depreminden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile işbirliği yaptı, onlara kredi verdi ve İstanbul’da nerede sağlam nerede zayıf bilebiliyoruz belli oranda; ama bunlar kullanılıyor mu? Ki az önce siz haramidere dediniz. Dere yataklarını kurutmuşuz, durağın adı haramidere kalmış.

 

O durakta indikten sonra dereyi göremiyorsunuz. Çünkü derenin üstüne 30-40 katlı binalar dikilmiş durumda. Dere yataklarına yapılan binaların son depremde yıkıldığını gördük. Özellikle eski göl yataklarına yapılan havalimanlarının son depremde yıkıldığını gördük. O nedenle de gölleri, dereleri bırakacağız, onlara müdahale etmeyeceğiz. Doğanın kendi tasavvurunda bize hediye etmiş olduğu gölleri, dereleri bizler göl ve dere olarak bırakacağz ve gaspetmeyeceğiz. Aksi takdirde su akar yolunu bulur şeklinde deprem olduğu zaman deprem orada gerçekten kendini gösteriyor. Adı üstünde kalmş; ama biz adı gibi o dereyi orada bırakmamışız. Tabi ki doğaya fazla müdahale etmememiz gerekiyor.

Mehmet Kaman: İzninizle burayla alakalı da bir soru sorayım hocam. Biz taşın ve toğrağın da bir ruhu olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla insanoğlunun eylemleri, tavırları, davranışlarıyla ters ya da doğru orantılı doğa, toprak arasında bir bağ var mıdır? İllaki vardır ki bunu bir jeofizik mühendisi nasıl tanımlar? Bu nasıl bir bağdır?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Eskiden İstanbul’un taşının toprağının altın olduğu söylenirdi. Gerçekten İstanbul’un taşı var, toprağı var. 1999 İzmit depreminden sonra taşı üzerinde yaşayanlar depremden sonra yıkılmadılar, depremden sonra hasara uğramadılar; ama toprak üzerinde evleri binaları olanlar maalesef çadır kurdular. Nerede çadır kurduklarını biliyoruz. Genellikle Asya tarafına taş, Avrupa tarafına toprak dersek taşı orası, toprağı burası. Tabi ki sonuçlar itibariyle 1999 depreminden sonra çadırların kurulduğu yerleri tek tek sayalım: Zeytinburnu, Bağcılar, Bahçelievler, Avcılar. Ama Asya tarafında hiçbir çadır kurulmadı; çünkü ora taş, sağlam bir zemin olduğu için. Demek ki taşla toprağın fiziğini bizler biliyoruz. Tabi ki toprak bir örtüdür; ama örtüye bakarak anlayamayız. Önemli olan onun altında taşıma gücü ile ilişkili toprak niteliğini ya da kaya, taş niteliğinde dirençli yapıları az önce belirttiğim gibi 500 metre ölçeğinde Japonların katkılarıyla Türkiye’de yaptık. Taşa aslında bizler sırtımızı dayamamız gerekiyor, taş üzerinde kalmaya çalışmamız gerekiyor. Toprağı da ekmemiz, işlememiz gerekiyor. Son projelerden biri işte bakıyorsunuz kent tarımı yapacağız, şehir tarımı yapacağız. Hem yaşayacağız hem de üreteceğiz. O nedenle toprağı tarımsal üretim için, taşı da insanların yaşayacağı güvenli alanlar için ayrı ayrı kullanmamız lazım. Taşı topraktan jeofizik mühendisleri ayırt edebiliyor. İstanbul’da bu tür bir çalışma yapıldı; ama bu çalışmadan yararlanılmadı. İlginçtir bu çalışma dünyada ödül aldı; ama bizler bu taş ve toprağın ayrımına bağlı olarak yapıları birbirinden ayırabilirsek, insanların yaşayacağı ve yaşayamayacağı alanları birbirinden ayırt edebilirsek 1509 yılında meydana gelen ve kıyamet-i suğra denen o büyük İstanbul depremi tabi ki 100.000 nüfuslu İstanbul’a gelen bu deprem de adı küçük kıyamet diye geçmiş; ancak bu tür kıyameti tekrar etmesinden kendimizi kurtarabiliriz. Aksi takdirde kıyamet-i suğra, suğra kelimesinin büyük anlamda neye geldiğini bilemiyorum; ama gerçekten çok büyük sonuçları olabilir. Yeter ki taşa ve toprağa bizler taşın ve toprağın ruhuna değer verelim, toprağın ruhuna uygun, taşın ruhuna uygun şehirleri planlayalım.

Mehmet Kaman: Bu dediğiniz çok önemli hocam. Yani ekilebilir alanlara biz şehirler yaptık; ama dağlarımız boş duruyor. Dağlar dediğim de işte taş. Avrupa’da çok sık deprem duymuyoruz yanlış mı biliyorum bilmiyorum. Ben Avrupa doğumlu birisi olarak da bunu söyleyeceğim: Özellikle bazı ülkelerde yapılaşma dağlara doğrudur. Zaten ekilebilir toprak az olduğu için ekilebilir alanlarda asla şehirleşme yapılmıyor, oraları da tarımda kullanıyorlar. Çok doğru bir şey söylüyorsunuz, biz Anadolu toprağında Türkiye’de bunu maalesef gerçekleştiremedik. Özellikle düz ovalara şehirleşmelerimizi kurduk; ama dağlarımızı boş bıraktık. Sonuçları itibariyle de acı neticelerle karşılaşıyoruz.

Birçok depremi incelemişsinizdir hocam dünyada. En ilginç deprem, en ilginç tabirimi maruz görün, sizi etkileyen, sonuçları ve sebepleri itibariyle böyle bir mukayese yaptığınız zaman sizi çok şaşırtan bir deprem oldu mu bu bugüne kadar?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Ben Şili’ye gittim. Biliyorsunuz dünyanın en büyük depremleri Şili’de meydana geldi. Şili Santiago Üniversitesi’nde bir doçentlik bursuna başvurmuştum, onlar davet etmişti. Orada tabi hem fakülte dekanlığında seminer verdim, hem bölümde seminer verdim. Ama o ara Kanada’daki iş teklifi geldi. Şili’de bir tur yaptım. Bana o 1960 depremi 9.2 büyüklüğündeki depremin meydana geldiği yeri gösterdiler. Dediler ki: “Biz eskiden denize yakın yerde oturuyorduk.” “Ne yaptınız?” dedim. “Artık orada değil tepelerde oturuyoruz” dediler. Bu nedenle de son meydana gelen 2012 yılında meydana gelen 8.2 büyüklüğündeki depremde Şili’de ölen insan sayısı bir elin parmak sayısını geçmedi. Şili işte aklımıza eski dikdatörle hatırlanan bir ülke. Üniversiteleri de çok iyi. Santiago Üniversitesi ilk 200’e giren bir üniversite. Bizlerin ülkemizi her yönden geleceğe hazırlamamız için ülkemizdeki insanları yetiştiren üniversiteleri de yükseltmemiz gerekiyor. Eğitim kalitesini ve içeriğini çok iyi yükseltmemiz gerekiyor. Dünyanın her yerinde iş bulabilir, işe başvurabilir ve dünyanın her yerindeki üniversitelerden mezun olan her mezununa yarışabilir nitelikte insanlar yetiştirebilmemiz gerekir. Ancak bu şekilde Japonya’daki deprem ya da Türkiye’deki gelen deprem aynı bile olsa aynı şekilde hazırlık yapabiliriz. Ülkemizde sonuçlar çok önemli. Diğer bir deprem de Arabistan’da bir deprem meydana gelmişti. Ben Kral Fahd Üniversitesi’nde çalıştım. Bir baktım orada depremler meydana gelmeye başladı. Biliyorsunuz Dahran Arabistan’da petrolün bulunduğu yer. Orada petrol üretiminin o zamanki Suudi Arabistan yönetimi arttırmak istemiş. Üretimi arttırmak için yerin altına daha yüksek basınçla su pompalamanız lazım ki o su, o petrolü daha hızlı yerin yüzüne çıkarsın. Dedim ki demek ki burada petrole bağlı depremler meydana geliyor. O beni etkilemişti orada. Tabi ki bir de o senelerde Endonezya’da büyük bir deprem olmuştu. O depremde 220.000 insan öldü. Arabistan’da ben tsunami sayfası hazırlamıştım; çünkü Endonezya’daki depremde ölen insan sayısı 220.000, bir de öğrencim var şu anda ders yapıyorum Endonezya’dan dersime katılıyor, tabi ki tsunami riski de çok önemli. 220.000 sayısı az bir sayı değil. Tsunamiye bağlı, boğulmaya bağlı ölmesi durumu beni çok etkilemişti. Bir de 2010 yılında Japonya’daki insanların Fukişama santrali yangını söndürmek için bir kamikaze olarak yangını söndürmek için kendini hayatını vermesi durumu da beni etkileyen depremler arasında tabi ki geçiyor. Bu son depremde tabi ki yediden yetmişe hepimizi etkiledi. Böyle duble bir deprem dünyada ilk defa meydana geldi. İlk defa böyle büyük bir alanda deprem meydana geldi. O televizyonlarda çıkan o “Ben bildim” diyenlerin bildiği depremin uzunluğu 80-100 km idi. Bu depremin meydana getirdiği kırık 350 km. Bu az bir alan değil. 350 km çok büyük bir alanda meydana gelen bir deprem. Ondan sonra ikinci bir deprem meydana geldi ki o da doğu batı yönlü bir deprem. Yani iki yönlü. İki büyük deprem ilk defa meydana geldi. Belki Türkiye için büyük kıyamet depremi budur diye düşünüyorum. Erzincan depreminde 40.000 kişi öldüğünü biliyoruz. O depremin de etkileri büyüktü; ama nüfusumuz o kadar o tarihlerde fazla olmadığı için coğrafi etkileri, insan üzerindeki etkileri büyük değildi. Son Maraş depremi için herhalde 1000 yılın depremi diyebiliriz; çünkü bu depremin oluşma, tekrarlanma süresi ortalama 1500 yıl. 1500 yılda bir meydana gelen bir depremin oluşuna bizler şahit olduk. Tabi bu iyi mi kötü mü onu bilemiyorum; ama 1500 yılda ancak meydana gelebilecek büyük bir depreme şahit olan nesilleriz.

Mehmet Kaman: İnşallah tekrarı olmaz hocam. Siz tabi şunu da ifade ettiniz: Deprem kaçınılmaz. İşin sünnetullahı da dikkate aldığımızda ya da bilimsel verileri dikkate aldığımızda birbirinden bağımsız değil; ama özellikle açıklamak istedim ben. Bu coğrafyada deprem kaçınılmaz diyorsunuz. Sohbetimizi tamamlarken bunu da duymak isteriz sizden. Temel afet eğitimi noktasında bize hap bilgiler vermek isteseniz neler söylersiniz?

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Temel afet eğitimi kapsamında tabi ki 7 altın adım var. Amerika’da veriliyor. Bu dönemde o dersi verdim ben. Özellikle bu eğitimin tüm videoları benim YouTube kanalımda yüklü. Dersin adı afet yönetimi temel ilkeleri. İki tane yabancı öğrencim var. Biri Suriye’de depremzede, çadırda yaşıyor. Diğeri de Endonezyalı. İki yabancı öğrenciyle yapıyorum. Tabi ki bunu biz bir dönemde anlatıyoruz. Amerika’da bu eğitim veriliyor 7 altın adım diye. İlginç olan şey ilginç bir eğitim vermişler. Bunun bir sayfası var Amerika’da, 7 altın adım diye. Her bir adım için bir eğitim videosu var ve eğitim sayfası var. Öğrencilere diyorum ki bakın İngilizce bilmiyorsanız bir tıkla sayfayı Türkçeye çeviriyorsunuz. YouTube’da İngilizce konuşsa bile altyazısını Türkçeye çevirebiliyorsunuz. Kaldı ki ben bu dersi Türkçe verdim. 10-12 saatlik bir eğitim seti var temel afet eğitimi diye. Bizlerin öncelikle yapısal ve yapısal olmayan risklere karşı uyanık olmamız lazım. İkinci öğrettiğimiz olay telefonumuzu kaybedeceğimiz için şu an mesela benim telefonum bile olsa annemi arayacağım desem arayamam çünkü telefon numarası benim kafamda değil. O nedenle arayacaklar listemizi bir kağıda yazmamız lazım. İkincisi cash para dediğimiz nakit para elimizde olması lazım; çünkü kredi kartı da geçmeyebilir, geçmiyor olduğunu da gördük. Diğer bir olay da tabi ki komşularımızı tanımamız lazım. Bu afet durumunda kimler bize yardımcı olabilir, bulunduğumuz mahallede doktor, hemşire, yaşlı, engelli var mı bunları çok iyi bilmemiz lazım. Ben 100 daireli bir yer de biliyorum. Düşünün ben kurtuldum; ama o apartmanda kimin yaşadığını bilmiyorum. Yardımcı olabilmemiz için hangi katta kimin yaşadığını bilmemiz gerekiyor. Tabi ki yattığımız yatağın altında bizi 3 gün idare edecek yiyece, içecek, para, giysi, eski ayakkabı olması gerekiyor. Çünkü depremde yıkılmasak bile hemen alıp dışarı çıkmamız gerekecek ve bir uzman görene kadar o binaya giremeyeceğiz. O nedenle de elimizin altında, yatağın dibinde o tür bir çantayı hazırlamamız gerekiyor. Birincisi bu, kurtulduysak tabi. Eğer enkaz altında kaldıysak bir deprem çantamızın olması gerekiyor ki kendimize müdahale edebilelim. Diğer bir şey de devrilmeye bağlı eşyaların işte dün öğrencilerimizle dersi yaparken videoyu seyrettik, deprem olmadan önce buzdolabı düşmez diyorsunuz; ama öyle bir devriliyor ki buzdolabının altında eziliyor insanlar. O nedenle de evimizdeki her türlü eşyayı sabitlememiz gerekiyor. Tabi ki bunları insanların keyfine bırakmamamız gerekiyor. Ben bir bina site yönetimi danışmanlığı eğitimi aldım. Ben olsam İstanbul Valisi olarak tüm bina site yönetimlerine yapısal olmayan hasarın azaltılması için evdeki eşyaların sabitlenmesiyle ilgili olarak kontrol edilmesi zorunluluğu getiririm; çünkü insan bizim insanımız. Bir insan ölünce bizden bir parça da ölmüş oluyor. Onun için bu tür farkındalık meydana getirecek bu tür kontrollerin yaptırılması gerekiyor ve temel olarak benim aklıma gelenler bunlar.

Mehmet Kaman: Eyvallah hocam çok teşekkür ederiz. Hani olayın biraz böyle üzücü boyutlarını konuşmak istemedim. Özellikle o alanlara girmek istemedim. O hassasiyetimi maruz görün. Sonuçları itibariyle belki dinlenebilirdi sizden; ama onu ifade edeyim. İzleyenlerimiz de haberdar olsunlar. Ali Osman hocamızın bir YouTube kanalı var ve orada yüzlerce videosu var, eğitimleri, seminerleri ve dersleri var. Oradan siz de takip edebilirsiniz. Bir de işin teknik boyutuna çok girmek istemedim ben.

Ama engel de olmadım. Siz de doğal olarak o konulara girmek istediniz. Çok istifade ettim ben hocam. İzleyenlerimiz de umarım istifade etmişlerdir. Çok teşekkür ediyoruz.

Prof. Dr. Ali Osman Öncel: Ben de teşekkür ediyorum. Kusura bakmayın teknik konulara girmeden de bu konular anlatılamazdı.

Mehmet Kaman: Evet değerli izleyenlerimiz böylelikle programımızın sonuna geldik. Hem hocamıza hem de sizlere çok teşekkür ediyoruz. Umarız ki Rabbimiz bir daha üzücü sonuçları olacak yıkıcı afetler yaşatmasın hem bize hem de bütün insanlığa diye temenni ediyoruz ve hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Hayırlı günler dileriz.

5 1 Yorum
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x