Eskiden örnekler aileden seçilir model alınır izinden gidilirdi. Çünkü hiyerarşi ünsiyet üzerinden belirlenirdi. Sistem babadan oğula devredeceği için oğulun babayı modellemekten başka çaresi yoktu. Örnek kişinin örnek alınmaya değer olup olmadığı sorgulanmadan devam etse de sorgulamanın başlamasıyla birlikte artık örnek olmak için baba olmak yetmez oldu. Sorgulamanın başlamasıyla birlikte ehliyetin yanında liyakat da lazım oldu.
Gençler liyakati nasıl ölçebilir ki?
Hoş, nasıl ölçtükleri hallerinden belli değil mi?
Bizim liyakat ölçümüzü bu gençler mi belirleyecek?
Biz onlara göre mi davranacağız?
Onlar bizi örnek almaya layık bulsun diye değerlerimizden mi vaz geçeceğiz?
Onların bizi örnek almaya layık bulması için daha ne yapalım?
Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında?
Ne isterseler vermiyor muyuz?
Artık yeter! Verecek bir şeyimiz kalmadı!…
Çığlıkları atabilirsiniz. Duyan olur mu? Bilemem…
Aile anlamını yitirmiş olsa da önemini hâlâ koruyor. İnsanın aileye olan ihtiyacı hiç bitmiyor. Dünyaya geldiğimizde biyolojik ve fizyolojik gelişimin devamlılığı aileye bağlı ilerliyor. İnsan biyolojik olarak hayata devam edebilmek için ailesine bağımlı olarak doğuyor. Bu durum yeni nesil için farklı mı? Elbette değil. Onlar da ailelerine bağımlı olarak dünyaya geliyor. Fakat onlar sevgiyle büyüyor. Çünkü bu neslin anneleri sürekli eğitim alıyor. Çocuğunun biyolojik gelişimi fizyolojik gelişiminin yanında psikolojik gelişimini de önemli buluyor. Psikoloji bilimi henüz kültüre entegre olma aşamasında olduğu için bilgiler teoriden direk pratiğe alınıyor. Yeni anneler düşünce süzgecinden geçirmeden ailenin değerlerine uyumlandırma derdine düşmeden aldığı bilgileri çocuğun üzerinde uygulayıveriyor. Kimi anneler bilgiyi veren kişiyi beğendiği için o ne derse desin düşünme ihtiyacı duymuyor. Kimi anneler sorumluluk uzmanın olsun diye düşünerek kim söylerse söylesin aldığı bilgileri çocuğu üzerinde uygulayıveriyor. “Aman sorumluluk bana kalmasın da çocuğuma ne olduğu önemli değil!” der gibi davranıyor. Çünkü diğer anneler gibi birilerini takip ederek çocuğunu önemsediğini kanıtlamak istiyor. Önceleri babaları çocuk eğitimine dahil etmiyor sonraları ise iş işten geçmiş oluyor.
Sonuç nasıl olursa olsun işin nihayetinde bu dönemin anneleri çocuklarıyla ilgileniyor. Çocuklar anneleri tarafından sevildiğini biliyor. Çünkü anne içgüdüsel olarak çocuğunu sevmenin yanı sıra herkeslerden korumayı da başarıyor. O kadar koruma odaklı davranıyor ki çocuğu babasından bile koruyor. Bu koruma çocuğu babasından uzaklaştırıyor.
Annesinden sevgiye doyan çocuk kendini çok değerli ve önemli hissediyor. Annesiyle arası iyi olduğu için yakın ilişki kurabiliyor. Hemen âşık oluyor. Doyasıya yaşıyor. Zaten anne sürecin hep içinde oluyor ve bununla övünüyor. “O her şeyini bana anlatır. Kız ya da erkek arkadaşını da bilirim. Ama ne olduysa anlamıyorum. Bunlarla beraber sorun yaşıyoruz.” diyor.
İnsan bir anneden bir de babadan dünyaya geliyor. Bu, bize insan gelişimi için ikisine de ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Ebeveynlerden biri ölmüşse ne oluyor. Olmayanın yerine biri illaki refakat ediyor. Kim olduğu fark etmez. Olmadığını bilen birileri onlar gibi davranmaya çalışarak bir model oluşturabiliyor. Kimse yoksa da çocuk olmadığını biliyor.
Hayatta olan baba insan hayatında neyi temsil ediyor?
Baba otoriteyi ve dolayısıyla saygıyı temsil ediyor. Anne bire bir ilişki biçiminden sorumlu iken baba sosyal ilişkilerimizi belirliyor. Anne kişiliği temsil ederken baba kimliği temsil ediyor. Anneleriyle “Ben değerliyim.” demeyi öğrenen yeni nesil babasızlıktan dolayı “Sen de…” demeyi bilmiyor. Sadece anneyle büyüyen çocuk sadece ‘ben’ demeyi biliyor. Dolayısıyla her koşulda değerli olduğu inancıyla bencilleşiyor. Babaya ne kadar duyarsızsa topluma da o kadar duyarsız oluyor. Çocukların kabahati yok. Sistem böyle işliyor. Her sistemin bir matematiği var. İnsan gelişiminin denklemi bu şekilde kuruluyor. Bir matematiği olan her sistemde olduğu gibi insan psikolojisinde de eksik bırakılan boşluk, öylesine unutulmuş bir boşluk olarak kalmıyor.
Anneden aldığı sevgi ve değerle bir benlik oluşturan yeni nesil ‘ben’ demeyi biliyor. Ben diyor. Benim diyor. Nihayetinde “Benim bedenim benim kararım.” diyor. Bu yanlış mı? Hayır yanlış değil. Zira insanın sorumluluk alabilmesi kendisi olabilmesi için ‘ben’ demesi gerekiyor. Peki ne oluyor benler mi çatışıyor? Keşke benler çatışsaydı o halde iki tarafın kazanma ihtimali birbirine yakın olurdu. Bu çatışmada sadece bir taraf ben diyor ve ben diyebilen kazanıyor. Gençler açısından bakacak olursak onlar ayrışıyor. Zaten ayrışmak gerekmiyor mu? Evet gerekiyor. Fakat ayrışmanın sağlıklı olması gerekiyor. Bu ayrışmaya baktığımızda ayrışma benlik ayrışması olarak kalmıyor. Kutuplaşmaya dönüşüyor. Bir savaşın sonunda kazanılan zafer sonucu naralar atılıyor. En acısı meydan okunuyor.
Sağlıklı ayrışmada iki tarafında birbiri adına mutlu olması ebeveynin ayrışan tarafla gurur duyması gerekiyor. Çocuk ayrışırken ebeveynin desteğini hep arkasında bilerek güven ve huzur hissetmesi gerekiyor. Bu ayrışma kaygıyla başladığı gibi korkuya dönüşerek tarafları sürekli bir savunmanın ve güç gösterisinin içinde bırakıyor. Sonuç olarak bu ayrışma hiç hoş görünmüyor. Sağlıklı olmadığı gibi, çok da çirkin oluyor. Zaten bir özgünlüğü de yok. Cümleten taklit ediliyor.
Yeni neslin ayrışma biçimi ve söylemleri birebir aynı olup tamamen birbirini taklit ederek gerçekleştiğine göre, ayrışılan ebeveyn ve ailelerde mi aynılık gösteriyor?
Sebepleri aynı olmasa söylemleri nasıl aynı olabilir?
Nasıl oluyor da her ebeveyn aynı yerden yaralanıyor?
Dindar ailelerin çocukları neden dinden çıkıyor?
Çıkmakla kalmıyor bir de dini diyaneti küçümseyerek dalgaya alıyor.
Buradan bakınca sorun bireyselden çok toplumsal olarak ele alınmayı hak ediyor. İnsanın gelişim evreleri olduğu gibi toplumlarında gelişim evreleri vardır. Toplumların da bir hikayesi ve bir yolculuk serüveni olur. Toplumsal hikayemiz gençlerin dönüşüm zaferini yazıyor. Genç toplumun ayrışma ve özgürleşme serüveni acılı sancılı olurken kayıplar veriliyor.
Yeni nesil kendi açısından zorlu mücadeleyi kazanırken eski nesil sürekli kaybediyor. Evlilik kurumu bitiyor. Dolayısıyla aile elden gidiyor. Kurumsal eğitim bitiyor. Kurumsal iş sahası önemini yitiriyor. Birlikte olan ne varsa gündemden düşüyor. İnsanımız ayrışarak bireyleşiyor.
Bunlar somut kayıplar. Zaten içi boş olup ‘mış’ gibi yaşanılan topluluklar. İstersek bu kurumların yazılımını güncelleyerek yeni içerik sürümüyle hayata adapte edebiliriz. Fakat soyut kayıplar ne olacak? Kaybedilen değerler, anlamlar, maneviyatımız nasıl geri gelecek. Hayatımıza anlam veren kavramların yerini yeni anlamlarla doldurabilecek miyiz?
İnsan yaşadığı her şeyin anlamını arayarak yaşarken aslında hayatının anlamını aradığının farkına varamaz. İnsana mutluluk veren yaşadığı evlilik değil ona yüklediği anlamdır. İnsanı başarmış hissettiren yaptığı iş değil ona yüklediği anlamdır. İnsanı güldüren ve ağlatan az önce yaşadığı şey değil ona yüklediği anlamdır. Anlam dünyamız gerçeklerden ne kadar uzak kurulmuşsa biz de gerçeklerden o kadar uzak bir yaşam kurmuşuz demektir. Hayallerden yola çıkmış olup olasılık dışı beklentilerle dolu anlamlar bizler için yoğun hayal kırıklığı zemini oluşturur. Hayallerimize yüklediğimiz anlamdan o kadar emin oluruz ki hayallerimizi sorgulamak aklımıza gelmez. Hayallerimize beklediğimiz ölçüde cevap vermeyen, hayallerimizi gerçekleştirmeyen muhatabımızı suçlarız.
Slagonlaştırılmış(!), içi boşaltılarak ifade edilen “Allah’tan ümit kesilmez” yanıtı bizi yanıltabilir. Evet, Allah’tan ümit elbette kesilmez. Fakat insan –hâşâ- Allah değil ki. İnsandan ümit kesilebilir. Çünkü her insanın bir kapasitesi ve sınırı vardır. Ayrıca diğer insanların kapasitesini ve sınırlarını bizim hayallerimizi gerçekleştirmek için feda etmesi gerektiğini kim söylemiş olabilir? Biz bu türlü inançlara nasıl kapılmış olabiliriz?
“Benim oğlum hem hafız hem doktor olacak!!! Ben ahiretimi çocuğum üzerinden garantilemiş olacağım. Çocuğum bunu nasıl yaparsa yapacak. Bunu yaparken nasıl yapacak?” Ebeveynin umurunda mı? Hayır! O bunu yaptıracak. Çünkü kendisi böyle istedi. Kendisi olsa yapar mıydı? Hayır! Ama sorsanız şimdiki aklı olsa yapardı!..
Mümkün mü? Hayır! Çünkü eşyanın tabiatına aykırı. Bir defa hafızlığı gerçekten yapan kişi içe dönük olur. Düşünebilen insan olması gerekir. Ayetlerin üzerinde düşüne düşüne ilerlemesi gerekir. Doktor olacak kişi ise karşısındakileri görebilmek ve iletişim kurabilmek için dışa dönük olması gerekir. Hafızlık yapan kişi sadece hem cinsleriyle yaşarken doktor olabilmesi için karşı cinse de hâkim olması gerekir vb. olamayacak olasılıkları somutlaştırmak mümkün. Bizim ilgi alanımız bunları yaparak çocuklarımıza ne yaptığımızı görmeye çalışmak. Bu şekilde davranarak zaten çelişkilerin dönemi olan ergenlik dönemine bir büyük çelişki daha ekleyerek çocuklarımızı ne kadar zorladığımızı bilmekte fayda var. Çocuklarımıza sunduğumuz hayatın içinde yaşam yok. Onlar da bu şekilde yaşanmayacağını anlamış bulunarak isyan bayrağına sarılmış durumdalar.
Kabul etmek zor gelebilir lakin takkeyi önümüze koyma vaktinin gelip geçtiğini bir an önce görmekte fayda var.
Çözüm yok mu?
Elbette her zaman çözüm mümkündür. Lakin bu çözüm yolları ebeveynlerin zihninden geçen çözüm yollarına pek benzemeyecektir. Bu neslin ebeveynin çözüm yolları çocuk yetiştirme yollarıyla benzer nitelikleri barındırmaktadır. Ebeveynin çözüm yolu, çoğunlukla kendisinin şu an ki ruhsal ve zihinsel durumuna uygun bulduğu kendisi olsaydı diye düşünerek oluşturduğu, hayallerden ve zanlardan beslenen çözüm yolları olacaktır. Empati kendisini olduğu gibi onun yerine koymak ve bana iyi gelen şeyin ona da iyi geleceğini düşünmek demek değildir. Empati; tamamen onun hayatına onun için uygun olan şeyi onun adına düşünmek demektir. Empatinin içinde ‘ben’ yoktur. Empati tamamen ‘sen’den oluşur.
Yeni nesle empati yapmak gerekirse; onların genç olmaları ve ergenliğin ortasında yaşadıkları gerçeği öne çıkar. “Biz de genç olduk.” dediğiniz anda empatiden çıkmış olursunuz. Çünkü sizin gençliğinizde de söylemler farklı olsa da ebeveynlerin hisleri değişmez. O zamanın ebeveyni de o zamanın gençliğini aşırı bulurdu. Şimdiki ebeveynlerde aşırı buluyor. Ama bu nesil çok farklı. İçinden geçeni sadece arkadaş ortamında değil sizin yüzünüze karşı da söyleyebiliyor. İnanın eskiden sadece söylemiyordu. Yani kendini ifade edemiyordu. Otorite algısı yüksekti. Ebeveynleri gençlerin akranları arasında ne yaptığından haberdar değildi. Ne yapabilirdi ki? O dönemde gençler ne yapıyorsa onlar da onu yapıyordu.
Eskiden bilgi yoktu, saygı vardı. Saygı neye idi? Saygı büyüklerin yaşlarınaymış gibi görünse de aslında saygı büyüklerin bilgi ve tecrübesine gösteriliyordu. Yeni nesil, büyüklerin bilgi diye sundukları hiçbir bilginin gerçekten bilgi olmadığını bilgiye erişimin kolaylığı sayesinde ergenliğin başında anlamış oldu. Sürekli koşturan meşgul annenin aslında bir üretim ortaya koymadığını sadece oyalandığını gördü. Babanınsa ne adı vardı ne de kendisi.
Yeni nesle empati yapmaya devam edecek olursak, onlar her davranıştan önce mantıklı açıklamalarla ikna edilerek büyütüldüğü için hâlâ ikna olmaya ve açıklamaya ihtiyaç duyduklarını gözleyebilirsiniz. Bu açıklama artık üstünkörü ve kandırmaca içermemelidir. Çünkü onlar bir tıkla bu açıklamayı teyit edebilecek imkanlara sahip oldular. Artık onlara yapılan açıklama bilgi dolu ve mantıklı olmak zorundadır. Onlar akıl çağının akıllı çocukları olarak bilgiden beslenmektedirler. Bilgiyle hareket eden yeni nesle bilgi vermek kolay değilse o halde “Ben bilmiyorum hadi bir bilene gidelim.” diyebilmek gerekir.
Kimse çocuğunu kaybetmek istemez. Ebeveynin narsist yanına vurgu yapmakla birlikte iyi niyetten şüpheye düşmemek gerekir. Her ebeveyn çocuğu için en iyisini ister. Zaten narsist de iyi niyetlidir. Toplumda iyi insan olarak tanımlanan insanlarda narsist olabilir. Çünkü onlar için iyi olmak ebeveyn olmak gibi sorumluklarından önce gelir. Narsist ebeveyn iyi insan algısının devamlılığı için çocuğunu toplum için da yalnız da bırakabilir, rencide de edebilir. Bu yüzden olsa gerek ‘cehenneme giden yolların taşları iyi niyetten oluşmuştur’ denir.
Çözüm yolları arayan ebeveyne yol göstermek adına özetlemek gerekirse…
Empati onların bizden farklı olduklarını kabul etmekle başlar. Onları nasıl yetiştirdiğimize bakarak devam ederken onların bizden daha gelişmiş olduklarını kabul etmek gerekir. Yeni nesil sadece fiziksel anlamda değil, zihinsel ve psikolojik anlamda da bizden daha gelişmiştir. Zihinleri bilgiyle gelişirken psikolojileri de bu bilgiden etkilenerek onları ergenliğin gereği olan sorgulamanın içine almıştır. Sorgulama akılla yapıldığı için onlar akletmeye başlamıştır. İçinde mantık olmayan hiçbir şeyi kabul etmeyeceklerdir. Bununla birlikte sosyal ve toplumsal tarafları gelişmemiş olup desteğe ihtiyaçları vardır.
Onlar iş hayatına girdiklerinde eksik yanlarını çok hızlı fark etmekte ve çok hızlı bir şekilde bizlerden yardım almaktadırlar. Yanı sıra çok hızlı öğrenerek kendilerine hayran bırakmaktadırlar. Dini, inancı, yaşam biçimi, cinsel yönelimi ne olursa olsun ehliyete ve liyakate önem vererek doğru uzmanı bilgi çerçevesinde değerlendirerek saygıda kusur etmediklerini göstermektedirler. Onlar ruhsal gelişimin ergenlik evresine geçebilmeyi başarmış ilk topluluk olmuştur. Ergenliğin sonlarına gelen grup kendine ve kusurlarına dışardan bakabilmeyi bu yaşlarda başarmış ülkemiz için yine ilk gruptur. Onlarla empati yapamıyor onları anlamayı başaramıyorsanız onlarla uğraşmayı bırakıp kendinize yönelmelisiniz. Kendinize ve ailenize dışardan bakabilmek için ruhsal gelişimin ergenlik evresine geçmeniz gerekir. Bunun için yapılacak şey kendini savunmak değil, kendine sorgulamak olmalıdır.
Yeni nesil bencilikle birlikte “ben” demeye başladığı için “ben” diyebilen muhataplar aramaktadır. Ben diyebilmenin yolu kendini sorgulamaktan geçer.
Ben şimdi bunu neden yaptım?
Ben bunu neden böyle düşündüm?
Ben şimdi ne hissettim?
Ben bunu neden söyledim?
Ben bunu neden istedim?….