Gönderilen bütün peygamberlerin olduğu gibi, son elçi Hz. Peygamber’in (sas) de adâleti tesis etme, insanlara adâletle ile muamelede bulunma, hüküm vereceği zaman asla adâletten ayrılmama zorunluluğu vardır. Kur’ân-ı Kerim, bu yükümlülüğe birçok ayette dikkat çeker, yukarıda verdiğimiz ayette buna bir örnektir.
Tabi peygamberler üzerinden verilen bu mesajlar, tüm inananları ilgilendirmektedir. Ancak adâlet mevzusu gündeme gelince akıllara hemen sadece devlet, idareci, amir, hâkim, kadı gibi yönetim meselesinin temel alanlarının yetkilileri gelmektedir. Elbette adâletin olması gereken en önemli alanları bunlardır. Ama unutulmaması gereken bir hakikat var ki: Adâlet, herkesi ve her alanı ilgilendiren bir konudur. İnsanın kendi nefsine, iletişim halinde olduğu tüm muhataplarına, ebeveynin evlatlarına, evlatların ebeveynlerine, aile büyüğünün sorumlu olduğu diğer aile fertlerine, muallimin/hocanın talebelerine, Müslümanların bütün bir insanlığa ve diğer tüm kesimlerin birbirlerine karşı adâlet sorumluluğu vardır.
Demek ki adâlet meselesi, sadece belli bir alana sıkıştırılacak bir konu değildir. Bu hakikati unutmadan yönetim ve idarecilik çerçevesinden adâleti ele almaya çalışalım.
Tevhid, Adâlet, Meşveret
İslâm’da yönetim ve idarenin, üzerine bina edildiği üç temel esas vardır. Bunlar: Tevhid, Adâlet ve Meşveret’tir. Bu üç esası bir ağaca benzetirsek, tevhid bu ağacın kökü, adâlet gövdesi, meşveret ise dalları ve meyvesidir.
Eğer Tevhid varsa; Saffet, Hâkimiyet, Hakikat, Hürriyet ve Vahdet vardır.
Eğer Adâlet varsa; Rahmet, Kuvvet, Hakkaniyet, Ehliyet ve Liyakat vardır.
Eğer Meşveret varsa; Emanet, Şahsiyet, Mükellefiyet, Uhuvvet ve Bereket vardır.
Nedir Adâlet?
Adâlet, kelimesi, sözlükte “doğru olmak, doğru davranmak, hakkaniyetle hükmetmek ve eşitlemek” anlamlarında kullanılan ‘a‐d‐l’ fiilinden türetilmiştir. Bu kökten bir masdar isim olan ‘adl’ kelimesi, “eşitlik, eşit olarak paylaşmak, denklik, aynılık, orta yol, istikamet, eş, benzer, bir şeyin karşılığı” manalarına gelmektedir.
Adl kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında ise “âdil” anlamına gelmekte ve bu manada Yüce Allah’ın (cc) bir sıfatı olmaktadır. Zira Allah (cc), son derce âdil, kullarına asla zulmetmeyen, hakikatten başkasını söylemeyen ve yapmayandır. O, en hayırlı hükmü veren ve en iyi hükmedendir.
Aynı kökten masdar isim olan ve sözlükte “karşılık vermede eşit davranmak, eşit olmak, eşit kılmak (Allah hakkında kullanıldığında ‘şirk koşmak’), davranış ve hükümde doğru olmak, hak ve hakikate göre hüküm vermek,” anlamlarına gelen adâlet kelimesi ise, “bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde davranmayı sağlayan bir erdem veya hukuk ilkesidir.
Adâletin zıddı bilindiği şekliyle zulüm değil, cevr’dir. Aslında zulüm hikmetin zıddıdır. Hikmet, bir şeyi yerli yerine koymak, zulüm ise bir şeyi yerinden etmektir. Cevr ise, “düzgün ya da kuralına uygun olmayan iş, haksızlık, taraf tutma, adam kayırma, zulüm ve insafsızlık yapma” şeklinde tanımlanmaktadır.
Adâlet, kavramının türetildiği ‘a‐d‐l’ fiili, isim ve fiil formundaki farklı biçimleriyle Kur’ân-ı Kerim’de 28 ayette geçmekte ve yukarıda ifade edilen sözlük ve terim anlamları doğrultusunda kullanılmaktadır.
Adâleti Nasıl Anlamalıyız?
Adâlet, dinî açıdan yasak olan şeylerden sakınmak suretiyle doğru yol üzere olmaktır.
Adâlet, her türlü aşırılıklardan ve noksanlıklardan uzak, itidal çizgisini sağlamaktır.
Adâlet, hilkatin, fıtratın ve mülkün en temel esasıdır.
Adâlet, huzurlu, sağlıklı ve istikrarlı bir toplumun en temel dayanağıdır.
Adâlet, Allah’ın (cc) kullarından istediği en önemli farzdır.
Adâlet, İslâm ümmetinin en temel özelliği, en belirleyici vasfıdır.
Adâlet, hukuk önünde her türlü ayrıcalığı kaldıran, haksızlıklara son veren bir sistemdir.
Adâlet, her zaman herkese eşit davranma değil, herkese hakkaniyetle muamele etmektir.
Adâlet, oranlarda eşitlik değil, fırsatlarda eşitliktir.
Adâlet, tesisi oldukça zor, muhafazası oldukça ağır, bedeli oldukça fazla olan bir sorumluluktur.
En Hassas Mesele: Adâlet
Kur’ân-ı Kerim’de geçen adâlet ile alakalı bütün ayetler çok önemli mesajlar içerir. Ama özellikle iki ayet, sebeb-i nüzûlleri çerçevesinde de ele alınmalı ve üzerlerinde ciddiyetle durulmalıdır. Bu ayetlerden ilki Nisa Sûresi 105. ayet, diğeri ise Maide Sûresi 8. ayettir. İki ayetinde nüzûl sebepleri oldukça detaylı bir şekilde kaynaklarımızda anlatılmaktadır. Kısaca özetleyerek verirsek, Nisa Sûresi 105. ayet, Medine’de Ubeyrıkoğulları’ndan Ebû Tu’me künyesi ile bilinen Beşir isimli bir şahsın yaptığı hırsızlığı, hiçbir şeyden haberi olmayan komşusu olan bir Yahudi’nin üzerine atması hakkında nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (sas) olayı tam olarak tahkik ettirmeden içinde Beşir lehine bir hüküm geçirince bu ayet nâzil olmuştur. Ayet şöyle demektedir: “Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Haklarında şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
Maide Sûresi 8. ayeti ise, Hudeybiye sonrasında meydana gelen bir hadise üzerine nâzil olmuştur. Mekkeliler, Müslümanları umre maksadı ile gitmelerine rağmen ziyaretlerine o sene engel olup, geri çevirmeleri üzerine, başka bir yerden gelip Mekke’ye umre maksadı ile gitmek isteyen müşrikleri intikam hissi ile alıkoymayı düşünmeleri üzerine nâzil olmuştur. Bu ayette de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adâletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”
“Kızım Fatıma Dahi Olsa!”
Mekke Fethi sırasında Ebû Cehil ve Velid b. Muğire’nin kabilesi olan Benî Mahzûm’dan bir kadın hırsızlık yapmış ve bu kadına had cezası uygulanmaya karar verilmişti. Bu soylu kabile, kadının bu cezadan muaf tutulması için harekete geçmişlerdi. Birkaç teşebbüsten sonra kabile, Hz. Peygamber’in (sas) yanında oldukça hatırı olan Üsâme b. Zeyd’i aracı olarak göndermişlerdi. Üsâme b. Zeyd (ra) gelip olayı Hz. Peygamber’e (sas) anlatınca, Peygamber Efendimiz hiç olmadığı kadar sinirlenmiş ve defaatle şu sözü tekrar etmişti: “Ey Üsâme! Sen Allah’ın koyduğu cezalardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun!”
Hiç beklemediği bir tepki ile karşılaşan Hz. Üsâme neye uğradığını şaşırmış ve nasıl büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Daha sonra Hz. Peygamber (sas) meselenin ehemmiyetinden dolayı insanları toplamış ve onlara bir hutbe irad etmişti. O hutbenin bir yerinde şunları söylemişti: “Ey İnsanlar! Sizden önceki milletlerin helak sebeplerinden biri şuydu. İçlerinden zayıf ve kimsesiz olanlar, bazı suçlar işlediklerinde onlara cezalar tatbik edilirdi. Ama içlerinde sayılı ve soylu mevki, makam sahibi olanlar suç işledikleri zaman onlara ceza tatbik etmezlerdi. Ama ben Allah’a yemin ederim ki, hırsızlık yapan kızım Fatıma dahi olsa ona had cezası uygulamaktan bir an geri kalmayacağım!”
Nübüvvet Pınarı’ndan Alacağımız Adâlet Dersleri
Hz. Peygamber’in (sas) o bereketli hayatından adâlet adına çok ama çok önemli dersler alırız. Elbette bütün hepsini burada bir yazıda aktaramayacağımızdan dolayı, 6 önemli maddeyi paylaşmakla iktifa edeceğiz.
1. Suçun şahsiliği esastır, kimse yakınlık derecesi ne olursa olsun, başkasının suçundan dolayı yargılanmamalıdır.
Şahsilik ilkesi gereği suçu kim işledi ise ceza ona verilir, kimse başkasının işlediği suçtan dolayı cezalandırılmaz. Hukukta çok önemli olan bu ilke, ayet ve hadislerde ifade edilmiş, İslâm tarihi boyunca da uygulanmıştır.
“Hiçbir suçlu başkasının suçunun cezasını çekmez.”
“Kişi babasının ve kardeşinin suçundan sorumlu tutulmaz.”
Bir gün ensârdan bazı kimseler geldiler ve: “Ey Allah’ın Resûlü! Şunlar Benî Salebe b. Yerbu kabilesindedir. Cahiliye devrinde falan kimseyi öldürdüler, biz de bunlardan şikâyetçiyiz!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) sesini yükselterek onlara şu cevabı verdi: “Bir kimse, diğerinin cinayetinden sorumlu olmaz.”
Böylece suçta ve cezada şahsilik ilkesine aykırı olduğu için Benî Salebe kabilesine mensup şahıslar cezalandırılmamıştır.
2. Delil getirmek davacıya, yemin etmek davalıya aittir. Bu iki husus hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.
Yargılama hukukunda davacı, iddiasını ispat edecek delilleri göstermekle yükümlüdür. Davacı iddiasını ispatlayacak bir delil gösteremezse davalının yemin etmesini talep edebilir. Davalı yemin ederek sorumluluktan kurtulabilir. Bu kuralla ilgili bir olay sahâbeden Eş’as b. Kays ile bir Yahudi arasında yaşanır. Eş’ as ile Yahudi arasında bir arazi davası vardır ve Yahudi borçlu olduğunu kabul etmemektedir. Hz. Peygamber’e (sas) davayı götürdüklerinde Eş’as’a: “Bir delilin var mı?” diye sormuş o da “Hayır, yok.” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) Yahudi’ye yemin etmesini söylemiş, Eş’ as ise: “Ya Resûlallah! O yemin eder ve malımı alıp götürür.” demiştir. Hz. Peygamber (sas) ise: “Senin bundan başka yapabileceğin bir şey yoktur” buyurmuştur.
3. Kadılar/Hâkimler bağımsızdır ve asla devlet veya toplum baskısı altında değildir, olmamalıdır.
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.”
4. Hukuk önünde herkes ama herkes eşittir, hiçbir ayrıcalığa kesinlikle yer verilmemelidir.
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.”
“Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem’de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadadır.”
5. İslâm ceza hukukunda parça parça uygulamaya yer yoktur, suça giden yollarda tedbir alınmazsa, uygulanan cezalar haksızlığa dönüşebilir.
İslâm hukukuna göre aşırı derecede aç kalmış birinin başkasının malından zaruret derecesinde almasına ruhsat vardır. Abbâd b. Şurahbil, açlık dolayısıyla başkasına ait tarladaki buğdaylardan bir miktar yemiş, biraz da elbisesine doldurmuştu. Tarlanın sahibi geldiğinde kendisini yakalamış, dövmüş ve elbisesini yırtmıştı. Abbâd b. Şurahbil, Hz. Peygamber’e (sas) gelerek adamdan davacı oldu. Hz. Peygamber (sas) adamı çağırdı ve: “Eğer aç kalan kişi tarladan buğday çalmanın suç olduğunu bilmiyorsa ona öğretmeliydin, aç ise onu doyurmalıydın!” buyurdu. Sonra elbiseyi Abbâd b. Şurahbil’e ödemesini ve bir miktar da buğday vermesini emretti.
6. Verilen karara uymak ve bu konuda ahiret hesabı hatırlanarak hareket etmek çok mühimdir, muhataplara bu bilinci kazandırtmak, İslâm toplumunun en temel vazifesidir.
Bu tespitin altını dolduracak çok önemli hadiseler ve bu hadiseler üzerine söylenmiş hadisler vardır. Bunlardan sadece iki tanesini aktararak yazımızı nihayete erdirelim.
Ümmü Seleme (r.anha): “Resûlullah (sas) odasının kapısında bir münakaşa işitmişti. Yanlarına çıkıp şöyle demişti: ‘Ben bir beşerim. Bana ihtilaflılar (davalılar) gelir. Bunlardan biri, diğerine nazaran daha belâgatlı (ikna edici) olur. Ben de onun doğru söylediğini zanneder, lehine hükmederim. Ancak kime bir müslümanın hakkını vermiş isem, bunun ateşten bir parça olduğunu bilsin. O ateşi ister yüklensin, ister terketsin (kendisi bilir)’ buyurdular.”
Ebû Said el-Hudri (ra) rivayet ediyor, Hz. Peygamber (sas) buyurmuşlardır ki: “Kıyamet günü bana insanların en yakını ve en sevgilisi, adâletle hükmeden yöneticidir. Bana en sevimsizi ve en çok azap çekecek olanı ise, zalim yöneticidir.”