Resûlullahaleyhissalâtu vesselam ve sahabiler denilince akıllarda öncelikli olarak Allah yolunda cihad için yapılan seferler ve savaşlar gelir. Ancak onun on senelik Medine hayatında kendisinin bizzat katıldığı yirmi civarında gazve olmasına, bir grup sahabisini görevlendirdiği seriyyelerle birlikte bu savaşların yaklaşık olarak yüzü bulmasına karşılık, bu savaşlarda iki taraftan hayatını kaybeden insan sayısı birkaç yüzü bile geçmez. İkibuçuk milyon kilometrekarelik bir alan, iki taraftan bu kadar az bir can kaybıyla fethedilmiştir.
Bu durumun bir dizi sebebi arasında bilhassa üç sebebi dikkat çekicidir:
- Resûlullahaleyhissalâtu vesselam, sulhu, yani barışı önceleyen bir tutum içimde olmuştur. Küfre ve zulme son verme konusundaki hassasiyetiyle birlikte, bu, böyledir. Nitekim, Arabistan’ın değişik bölgelerine gönderdiği birliklere ilgili bölgedeki insanlara İslâm’ı anlatıp onları İslâm’a davet etmelerini, kabul etmezlerse, sulha davet etmelerini, bunu da kabul etmezlerse onlarla savaşmalarını emretmiştir.
- Hz. Peygamber, savaşın ‘keyfîlik’ olmadığını, savaşın da bir ‘hukuku’ olduğunu ve olması gerektiğini bizzat göstermiştir. Nitekim ilgili bölgede yaşıyor olsalar daelinde kılıçladoğrudan savaşın tarafı olmayan insanların zarar görmemesi konusunda komutanlarını uyarmış, onlar da bu uyarıya göre hareket etmişlerdir. Efendimiz aleyhissalâtuvesselamın kadınların, çocukların, hastaların, yaşlıların, tarlasında veya dükkânında işiyle meşgul olanlar, mâbedlerde kendince ibadet edenlerin ve ilgili bölgedeki sair mahlukatın zarar görmemesini sağlayacak savaş hukuku ve ahlâkı tedbirleri, bugünün sivillerin canına kasteden ‘topyekün savaş’ mantığıyla tam bir tezat teşkil etmektedir.
- Resûlullahaleyhissalâtu vesselam savaşlarda ve fetihlerde, asla intikamcı hislerle hareket edilmesine asla müsaade etmemiştir. Bunun en büyük örneği, Kureyş müşriklerinin 13 sene Medine’de Müslümanlara ettiği onca zulme, sonraki sekiz sene bu kez Medine’ye yönelik o kadar saldırı ve düşmanlıklarına rağmen, Mekke’nin sulh soluyla fethedilmesi, fetihten sonra da herhangi bir intikamcı uygulamaya müsaade edilmeyip bilakis Mekkelilerin affedilmesi ve serbest bırakılmasıdır.
Bunun da ardındaki unsur, insana ve hayata verilen değerle birlikte, bu dünyadaki hayata ancak ahirete nisbetle bir değer biçilmesidir. Resûlullah ve müminlerin derdi, dünya hâkimiyeti ve dünyalık servet değil, hakkın herkese tebliği, imanın kalbleri fethi, zulüm ve zorbalığın giderilmesi ve de adaletin tesisidir. Toprağı değil insanı kazanmak, dünyayı değil ahireti kurtarmak asıl olduğu içindir ki, sulhu daha hayırlı gören bir tutumla hareket edilmiş, savaşta dahi hukuk ve ahlâk en incelikli biçimde gözetilmiş ve askerî galibiyetin ahlâkî mağlubiyeti getirmesine yol açacak intikamcı tutumlara ve zulümlere asla müsaade edilmemiştir.
Bu çerçevede bakılırsa, bugünün ‘dünya’ odaklı ve sonuçta ‘savaşı kural, barışı istisna’ haline getiren savaş ve barış anlayışı ile Resûlullah’ın bu konudaki tutumu öncelikle ‘zihniyet’ itibarıyla farklıdır. Onun sunduğu çerçeve, bugün de ulaşılması gereken bir çerçeve durumundadır. Bu çerçeveye ulaşabilmek için ise, insan, hayat ve dünyayı onun gördüğü gibi görmek, onun tarif ettiği gibi tarif edebilmek gerekmektedir.