İkinci Bin Yılın Başında İnsanlık Vaziyeti
İnsanlık huzurdan hızla uzaklaşıyor. Yeni bir bin yılın başlangıcındaki dünyamız büyük sorunlarla boğuşmaya devam ediyor. Bir yandan devam eden savaşlar, bir yandan ayak seslerini duymakta olduğumuz yeni büyük felaketler… Maddi ve manevi bir cahiliye karanlığının içine düştük yine.
İnsanlığın serveti zalimlerin elinde birikti. Gazzeli çocuklar açlıktan diri diri toprağa gömülüyor. Yeryüzünde fesat çıkaranlar kendilerini ıslah ediciler olarak pazarlamaya devam ediyorlar. Soy ve kan bağı üstünlüğünün yerini alternatif aidiyetler aldı. Asırlar sonra bugün yine zenginlerin baş tacı edildiği, fuhuş ve kumarın hiç olmadığı kadar yaygın olduğu, faiz ve tefeciliğin tamamen normalleştiği, yalan ve aldatmanın yaygın olduğu bir neo-cahiliye iklimindeyiz. Zayıflar ve mazlumlar yine bütün çaresizlikleriyle bir kurtuluş arayışı içinde. Dünyanın dört bir yanından mazlumların sessiz çığlıkları yükseliyor. Bu modern görünümlü cahiliye çağının “Hilfü’l Fudûl’u” olması beklenen uluslararası organizasyonları da yine gücün ve güçlünün çıkarlarına hizmet ediyor. Cahiliye çağının putları dönüştü. Kitleler ihtiyaç durumlarına göre hızlıca putlar icat ediyor, bir süre bunlara taptıktan sonra onları yiyip, kendilerine tapınacakları başka putlar ediniyorlar. Giderek yaygınlaşan çatışmalar, giderek büyüyen iklim krizleri ve giderek derinleşen gelir dağılımı adaletsizliği gezegenimizi yeniden sancılı zamanların içine doğru hızla sürüklemektedir. Önceki tarihsel tecrübelerden farklı olarak bugün bu devasa sorunlara yönelik küresel düzeyde güçlü bir çözüm iradesi de ortaya konulamamaktadır. Küresel sistem bir kez daha büyük bir krizin ve tıkanıklığın eşiğinde durmaktadır.
Küresel düzeydeki bu çıkmazlardan en büyük payı maalesef Müslüman coğrafyalar almaktadır. Bugün Doğu Türkistan’dan Libya’ya, Arakan’dan Suriye’ye, Yemen’den Sudan’a bu coğrafyalar büyük ölçüde kan, gözyaşı, esaret, yokluk, açlık ve iç çatışma ikliminin etkisi altındadır. Coğrafyamız uzun zamandır savaş, ölüm, kan, gözyaşı, fakirlik, cehalet, istibdat gibi hastalıkların pençesinde kıvranıyor. Selamet yurdu olması gereken bu diyarlar insanların ölümü göz alarak akın akın Batıya doğru göç ettiği yerler haline gelmiş durumda. Her gün Akdeniz kıyılarına coğrafyamızdan kaçmaya çalışan ve kimlikleri bile tespit edilemeyen insanların cesetleri vuruyor.
Ve bütün bu krizlerin gölgesinde Gazze’de sürmekte olan vahşi soykırım… Gazze soykırımı tek başına hem büyük ölçekteki tıkanıklığın hem de Müslümanların içinde bulundukları durumun mücessem bir halini ifade etmektedir. Burada bir halk adım adım yok edilirken, bebekler açlıktan ölürken, çocukların bedenleri bombalarla parçalanırken vicdanlı az sayıda insan dışında, neredeyse bütün dünya seyirci olarak olan biteni izlemeye devam etmektedir. Elliden fazla Müslüman devletten oluşan İslam İş Birliği Teşkilatı soykırımın altıncı ayında hala sözlü kınama mesajları yayınlamakta ve dünya sorunlarını çözmek için kurulan Birleşmiş Milletler Konseyi bütün çizgileri aşmış olan bu vahşi soykırıma karşı bir ateşkes çağırısı bile yapamamaktadır. Gazze Soykırımı uzun zamandır inandığımız birçok gerçeği temelinden sarstı. Birçok söylem, birçok iddia, birçok değer, birçok ilke bugün Gazze’deki yıkımın ve enkazların altında kaldı artık.
Bilge Lider Aliya İzetbegoviç 1997 yılında Tahran’da yapılan İslam Konferansı Örgütü toplantısındaki konuşmasına şu ifadelerle başlamıştı; “Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların yardımı olmaz ama acı gerçekler bir ilaç olabilir.” Bugün yüzleşmemiz gereken acı gerçeklerimiz var. Karşı karşıya olduğumuz ciddi sorunların kolay çözümleri yok elbette. Dün çözüm umuduyla sarıldığımız birçok söylem, bugün yaşadığımız sorunların nedeni haline geldi.
Genel olarak insanlık, özel olarak Müslümanlar bu kaotik tablodan daha fazla adalet, hürriyet, refah ve huzur mu devşirecek, yoksa dünya yeniden kanlı bir sarmalın içine mi girecek? Çoğu insanın kafa yorduğu konulardan birisi budur. Dünyanın büyük güçleri arasında biriken gerilim ikinci seçeneğin çok uzak bir ihtimal olmadığını ortaya koymaktadır. Bugün insanlık iki dünya savaşının hemen öncesindeki gibi büyük bir basınçla mücadele etmeye çalışıyor. Bu güçlü basıncın kontrol altına mı alınacağını, yoksa büyük bir patlama mı meydana getireceğini önümüzdeki zaman ve gelişmeler ortaya koyacaktır. Bu senaryolar başka bağlamların analiz konusudur elbette. Ancak bütün bu süreçlerle yakından ve temelden ilişkili önemli bir meselemiz var: Yöneticilerimizle kurmuş olduğumuz ilişki ve bunun yansımaları.
Yukarıda sözü edilen durumlara bir günde gelinmedi ve bizi bu noktaya sadece dünyayı yöneten insanlar getirmedi. El birliği içinde kendimizi birçok çıkmazın ve krizin içine sürüklemiş olduk. Unuttuğumuz ve sessiz kaldığımız için soykırım tekrarlandı, hor bir şekilde davrandığımız için gezegenimizin dengesi bozuldu, ihtimam ahlâkından uzaklaştığımız için sorunlarımız derinleşti ve içinde yaşadığımız dünya kendi elimizle yaptıklarımız ve yapmadıklarımız yüzünden fesada uğradı. Ve her şey biz yaşarken oldu. Biz yaşarken ve seyirci kalırken…
Büyük Resimden Odaklanmamız Gereken Asıl Resme
İçinde yaşadığımız dünyadaki bütün bu kronik sorunlar küresel ısınmanın, ekosistemin, genetik faktörlerin, televizyonun, sosyal medyanın, Batı emperyalizminin, Çin yayılmacılığının, kapitalist azgınlığın değil; en temelde kendi elimizle yapıp ettiklerimizin bir sonucu. Önce bu gerçeği kabullenmekle başlamalı. İyileşmenin ve düzelmenin yolu buradan geçiyor. Bu durum çeşitli rahatsızlıkları olan bir hastanın tedavi görmek ve iyileşmek için öncelikle hasta olduğunu kabullenmesine benzer. İkinci dünya savaşından sonra toplumların da hasta olabileceği ortaya konuldu ve hasta toplumlar bünyelerindeki anormallikleri normal olarak gören toplumlar olarak tanımlandı. Bu denklemin biraz daha kökenlerine doğru ilerlediğimizde daha temel bir gerçekle karşılaşırız; günün sonunda insanlar hak ettikleri gibi idare edilirler ve bir toplum kendinde olanları düzeltmediği sürece Allah onları tercih ettikleri hal üzere bırakır.
Yaşadığımız hayat bir ölçüde doğrudan ve dolaylı seçimlerimizin bir yansımasıdır. Başka bir ifadeyle, toplam tercihlerimiz yaşam kalitemizi, yaşam standartlarımızı, refah düzeyimizi ve bize dair başka birçok şeyi temelden şekillendirir. Bu hikâyede kontrolümüz dışında olan ve bizi aşan boyutlar da var elbette, ancak sınırlı da olsa kendi özgürlük alanımız içinde cüz-i irademizle yaptığımız seçimler yaşam koşullarımızın önemli bir belirleyicisi haline gelir. Bu açıdan insan koşulların önünde pasif ve iradesiz şekilde sürüklenmekte olan bir yaprak değil, sürekli yaşamına dair güçlü bir irade ortaya koyması gereken ve buna göre yaşam koşullarını şekillendiren bir varlıktır. Bu anlayışın tam karşısında yanlış şekilde konumlandırılan pasif bir kadercilik ve çarpıtılmış bir tevekkül anlayışı özünde ne İslami’dir, ne de insani. İstiklal şairi Mehmet Akif yaklaşık yüz yıl önce yine aynı durumdan şikâyet ediyordu:
“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan…
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Alemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”
Miras-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;
Kur’an duramaz, nezd-i İlâhiye dönerdi.
Dünya istisnaları olmakla birlikte, büyük ölçüde fiili duaların yani azmin, çabanın, gayretin, emeğin, sorumluluk duygusunun etki alanı içindedir. Çoğu insanın tevekkül zannettiği şey kendi tembelliğine, ataletine, neme lazımcılığına bulduğu bir kılıftan ibarettir. Oysa İslâm devemizi iyi bağladıktan sonra tevekkül etmemizi emreder. Tevekkülün hakkını teslime ettikten sonra Allah insanın anlamlı hiçbir çabasını karşılıksız bırakmaz. Buradan hareketle şu çıkarıma ulaşmak mümkündür; bir yandan büyük resme odaklanıp olan biteni anlamlandırmaya çalışırken, diğer yandan da kendimize dönmeye, kendi halimizi düzeltmeye, kendi sorumluluk duygumuzla yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Cennet Bahçesinden İmtihan Dünyasına
Batılı bir düşünür “insan tam olarak insan olabilmek için cennet bahçesini terk etmeliydi” der. Çünkü cennet bizim konfor alanımızdı. Burada sınanma ve gerçek potansiyelimizle buluşma imkânı yoktu. Sonra insana emanet-i kübra yükü verilerek imtihan perdesi açıldı. Hikâyemizin başladığı o gün kimse bize dünyada bir cennet bahçesi vaadinde bulunmadı. Tam aksine her defasında türlü zorluklarla sınanacağımız ve canımızla, malımızla, evladımızla imtihan edileceğimiz beyan buyuruldu. Dolayısıyla, konfor alanı olarak tasarlanmayan bu dünyada rahatlığa, atalete, tembelliğe, vurdumduymazlığa, neme lazımcılığa hapsolmak seçeneklerin en sonuçsuzu ve en kötüsüdür. Çünkü insan için ancak çabasının, gayretinin, emeğinin karşılığı vardır.
Bütün bu nedenlerden dolayı içinde yaşadığımız çevreyi, toplumu ve dünyayı aktif bir çabayla iyiye doğru sürekli inşa etmek gerekiyor. Tam da bu noktada büyük bir yanılgının içine düşüyoruz; dünya düzelsin ve iyi bir yer haline gelsin ama bunu bizim yerimize başka birileri yapsın istiyoruz. Özellikle de bu noktada sorumluluğu önemli ölçüde bizi yöneten insanlara yükleme eğilimi içine giriyoruz. Çoğumuz için bir yaşam tecrübesidir; bir işin iyi ve doğru yapılmasını istiyorsak kendimizin bizzat takip etmesi ve yapması gerekir. Başkasına havale ettiğimiz ve üstüne bizzat düşmediğimiz her iş bir açıdan eksik kalır. Aynı durum içinde yaşadığımız toplumla ve bize yönetenlerle kurduğumuz ilişki için de geçerlidir. Bugün devletle ve yöneticilerle kurduğumuz ilişkiyi bozan ve sağlıksız hale getiren bazı faktörler vardır ve bunların incelemeye ihtiyaç bulunmaktadır.
Yöneticilerle Ölçülü İlişkiler Kurmak
İnsana ancak emeğinin karşılığının verilmesi hakikati kâinatta var olan bir Âdetullah kanunudur ve yaşamın her alanını güçlü bir şekilde kuşatır. Devletle ve yöneticilerle kurduğumuz ilişki de bu etki alanının içindedir. Bu noktada yüzleşmemiz gereken bazı gerçekler var. Saadetimizi, huzurumuzu, kurtuluşumuzu, rızkımızı yalnızca hükümetlerin kesesinden bilmek kolektif tembelliğimizin bir yansımasıdır. Aklımızı, irademizi, tercihlerimizi, sorumluluk duygumuzu idarecilerimizin cebine emanet bırakıp, bütün hayrı ve güzellikleri onlardan beklemek özünde insanların bilinçli veya bilinçsiz olarak kullandığı psikolojik bir savunma mekanizmasıdır. Çünkü böylesi bir tercih bizi sorumluluğun yükünden kurtarır. Böylece bir başarısızlık, eksiklik, yetersizlik durumunda kendi yerimize suçlayacağımız birileri olur. Bu da vicdanımızı nispeten daha rahat hissettirir. Oysa bizi yönetenler de bizim gibi eksik, yetersiz, kusurlu varlıklardır. Bizim adımıza her şeyi yapma sorumlulukları olmadığı gibi kendi tembelliğimize ve başarısızlığımıza bahane de olamazlar.
Bununla bağlantılı olarak yaşadığımız sorunlardan birisi de devlet dediğimiz yapıyla kuramadığımız ölçülü ilişkidir. Bu yapıyı anarşist bir tutumla bütün günahların kaynağı olarak görmek de, aksi yönde bir tutumla aşırı derecede yüceltip eleştirilemez bir noktaya çıkarmak da sorunlu tutumlardır. İnsanlığın güçle ve iktidarla imtihanı kadim bir meseledir. Benzer şekilde, Saadet Asrından Raşit Halifeler dönemine, Emevîler döneminden günümüze kadar Müslümanların iktidarla olan ilişkileri sancılı olagelmiştir. Devleti önceleyen tutum ile bireyi önceleyen tutum arasındaki ikilem farklı zaman ve zeminlerde hep tartışma konusu olmuştur. Benzer şekilde yöneticilerin adalet-i izafiye yönündeki uygulamaları, âlimlerin ise adalet-i mahza ile ilgili hassasiyetleri zaman zaman ulema-ümera ilişkisini çatışmalı hale getirmiştir. Bu ayrı ve uzun bir tartışma konusudur. Bütün bunların ötesinde aslında devlet yalın bir şekilde bir toplumsal sözleşmedir. Tarihsel süreç içerisinde bu sözleşmeye farklı anlamlar yüklenilmiş olsa da, devlet denilen tüzel kişilik özünde toplumsal yaşam kurallarını düzenleyen, insanların can ve mal güvenliğini güvence altına alan ve toplumun refahını geliştirme amacına hizmet eden ortak bir iş birliği mekanizmasıdır. Bu yönüyle devlet insanın güvenliği, huzuru, refahı ve iyi oluşu için vardır. Bu yalın hakikatin unutulması zaman içinde söz konusu amaçlardan sapmalara neden olmuştur. Bu da devletle ölçülü bir ilişki kurmaya engel olarak faktörlerden birisidir.
Kalabalık Her Zaman Hakikatin Ölçütü Müdür?
Yönetimlerle ve yöneticilerle daha ölçülü bir ilişki kurulmamasının altında yatan nedenlerden birisi bireysellik-toplulukçuluk konusudur. Bu açıdan daha toplulukçu bir kültürün baskın olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Coğrafyamızda bireysellik çoğunlukla bencillik, Batılılık, asrilik, geleneklerden kopukluk, toplumsal değerlere aykırılık veya büyüklere saygısızlık şeklinde algılanmaktadır. Bu yüzden bireysellik kimileri için “günah, sapma, doğru yoldan ayrılma” kabul edilir ve görüldüğü yerde bastırılmak istenir. Bunun arka planı önemli ölçüde grup psikolojisiyle ilişkilidir ve her bağımsız düşünme girişimi grubun varlığına ve sürdürülmesine yönelik bir tehdit olarak algılanır. Dindar insanlardaki bu korumacı refleks bir ölçüde “ümmettin yanlış üzerine ittifak etmeyeceği, dolayısıyla bir görüşü savunan bir grup insan varsa onların mutlaka doğru üzerine bir araya gelecekleri” varsayımıyla da ilişkilidir. Bu da kaçınılmaz olarak bireyi gruba karşı zayıflatmakta ve bireysel olarak ortaya konulan görüşlerin herhangi bir grubun görüşleri karşısında bir anlam ifade etmemesine neden olmaktadır.
İstişarenin, birlikte hareket etmenin, ortak akılla yol bulmanın insanı doğruya ulaştırma ihtimali daha güçlü elbette. Ancak bunun ölçüsünü ve sınırlarını nasıl belirleyeceğiz? Çünkü tarih bize çoğunluğun her zaman hak üzere ittifak etmeyebileceğinin sayısız örneklerini sunmaktadır. Salt çoğunluk hakikatin bir ölçüsü olsaydı en başta Hz. Peygamber (sas) cahiliye düzenine savaş açmaz, en yakın akrabaları dahil olmak üzere kendisine karşı birleşen bir toplumla tek başına mücadeleye girişmezdi. Veya çoğunluk tek başına hakikatin bir ölçütü olsaydı insanlık tarihinde zulme, baskıya, haksızlığa, esirliğe, sapkınlığa, adaletsiz düzenlere karşı ortaya çıkan mücadeleler en baştan yanlış girişimler olurdu ve bugün en temel insan haklarını bile konuşmuyor olacaktık. Kaldı ki insanların çoğunun yanlış yolda olabileceği İslâm’ın temel kaynaklarında da sıklıkla görülmektedir.
Grubun yanılabileceği ve doğru olmayan bir norm üzerinde uzlaşabileceği gerçeği bilim alanında birer klasik haline gelmiş sosyal psikoloji araştırmalarıyla da ortaya konulmuştur. Bu deneylerin yapılmasını motive eden önemli nedenlerden birisi Avrupa’da hızla yükselmiş, kısa sürede ciddi taraftar toplamış ve insanlık dışı emirlerle kitlesel ölümlere yol açmış Nazi rejimini anlamaktı. Stanley Milgram’ın Otoriteye İtaat Deneyi, Solomon Asch’in Uyma Deneyi ve Muzaffer Şerif’in Otokinetik Etki Deneyi gibi çeşitli çalışmalar otoriteye itaat ve grup normlarına uyma konusunda önemli veriler sağlamıştır. Bu deneyler sıradan insanların otoriteye itaat etmek uğruna yıkıcı işlerin birer parçası haline gelebileceklerini, kendi değerlerine zıt kararlar verebileceklerini, bazı durumlarda grup normlarının bireyin somut gerçekliğinin önüne geçebileceğini ortaya koymuştur. Birey açık nesnel bir gerçeklik durumunda bile grubun yanlış kararlarının etkisinde kalarak fikrini onların fikirlerine paralel hale getirebilmektedir. Bütün bunlar grup psikolojisinin yanıltıcı olabileceklerine ilişkin açık deneysel veriler sunmaktadır. Algı yönetimlerinin olguların önüne, PR çalışmalarının hakikatin önüne, kitle psikolojisini yönetmenin ilke ve değerlerin önüne geçtiği bir devirde yönetimlerle ve yöneticilerle ilişkileri de hassasiyetle yürütmek gerekiyor.
İşleri Başkalarına Havale Etme Ahlâkı
Sahip olduğumuz temel sıkıntılardan birisi de neme lazımcı ve her şeyi sürekli başkasına havale etme ahlâkıdır. Kendi sorumluluklarımızın bir kısmını Allah’a, bir kısmını devlete ve yöneticilere, bir kısmını başka insanlara, bir kısmına talihe havale ettiğimiz bir zeminde anlamlı iyi şeyler çıkmaz ortaya. “Bir yanlış varsa birileri düzeltir, bir ihtiyaç sahibi varsa birileri ulaşır, çocuklarımızın gelişiminde bir sorun varsa okul ve öğretmen düzeltir, toplumda kötü şeyler yaygınlaşmışsa devletin ilgili kurumları müdahale eder, yolda bir taş varsa birileri kaldırır, birisi bir haksızlığa uğradıysa zaman içinde suçsuzluğu zaten ortaya çıkar.” Böylece yaşamın hiçbir alanında inisiyatif almayan, kendi temel sorumluluklarını bile kolayca başkalarına havale eden bir yaklaşım karşımıza çıkıyor.
İslâm “Bir kötülük veya çirkin iş gördüğünüz zaman onu elinizle düzeltin. Buna gücünüz yetmezse dilinizle düzeltin. Bunu da gücünüz yetmezse kalbinizle buğz edin. Zaten bu da imanın en zayıf derecesidir.” diyor. Sorumluluk ahlâkının olmayışından dolayı elimizle yapabileceklerimizi dilimize havale ediyor, dilimizle düzeltebileceklerimizi kalbimize sevk ediyor, kalbimizle nefret duymamız gerekene de türlü savunma mekanizmalarıyla çeşitli kılıflar uyduruyor. Böylece sözde karşı olduğumuz yanlış işler ve kötülükler bizim de sessiz desteğimiz ve örtülü cesaretlendirmemizle zemin bulup güç kazanıyor. Yönetimle ilişkilerin düzelmesi gereken önemli noktalardan birisi burasıdır.
Nefsini Islah Edemeyen Başkasını Islah Edebilir mi?
Diğer biri sorun alanı da sürekli başka insanları düzeltme girişimlerimizdir. Muhatabımızı ıslah edilmesi gereken birisi olarak görme düşüncesi de çoğu zaman kendi nefsimizin zaaflarını, kötülüklerini, yanlışlarını örtmeye yönelik bir psikolojik savunma mekanizmasıdır. Başka bir deyişle kendi nefsinin kusurlarını unutmak isteyen, hep başkalarıyla uğraşır. Nefsini ıslah edemeyen birinin başkalarını ıslah etmesi de mümkün değildir. Samimiyet eksikliği ve eylem-söylem tutarsızlığı ile malul çoğu kişinin marazı da budur. Derinlerdeki bu maraz sürekli kusur arama, eleştirme, kınama, yargılama ama kendi üzerine düşen hiçbir şeyi de yapmama gibi kısırdöngü bir sonuç doğurur. Böylece kendisinde aynı kusurun daha kötüsü varken başkalarını eleştiren, kendi evini ve evinin önünü süpürmeden sokaktaki kirlilikten şikâyet eden, kendi günahlarını düşünmeden sürekli başkalarının günahlarını sayan bir anlayış çıkar karşımıza. Böylece toplum herkesin çeşitli maskeler altında türlü roller sergilediği bir tiyatro sahnesine döner. Herkesin rol gereği konuşup durduğu bu sahneden gerçek hayattaki sorunlara çözüm çıkmaz.
Yöneticilerinin ahlâklı olmasını isteyen kişinin önce arzuladığı bu ahlaki duruşu kendi hayatında sergilemesi lazım. Yöneticilerinin adil olmasını isteyen bir insan önce kendi hayatında adaleti bir yaşam ilkesi haline getirmeli. Yöneticilerinin israftan kaçınması gerektiğini savunan bir insanın kendi hayatında savurganlıktan uzak durmalı. Yöneticilerinin duyarlı olmasını isteyen kişi önce kendi ailesine, komşularına, içinde yaşadığı çevreye ve gezegene karşı duyarlı olmalı. Yöneticilerinin güzel ahlâk üzere olmasını isteyen kişi önce kendi hayatında ve ilişkilerinde güzel ahlaklı olmayı öğrenmeli, önce kendisi kötü ahlakı, kabalığı, nezaketsizliği terk etmeli. Yöneticilerinin doğru sözlü olmasını isteyen kişi önce kendi dilindeki yalanlardan kurtulmalı. Yöneticilerinin çalışkan olmasını isteyen kişi önce kendi tembelliğine, ataletine, vurdumduymazlığına çare bulmalı. Yöneticilerinin hakkaniyetli olmasını isteyen kişi kendi etki alanında hakkaniyetli davranmayı öğrenmeli. Yöneticilerinin güç sarhoşluğu yaşamasına itiraz eden kişi, kendi eline küçük bir yetki geçince onun etkisiyle yetki sarhoşu haline gelmemeli. Yöneticilerinin kararlarını istişareyle alması gerektiğini savunan kişi kendi evinde, kendi iş yerinde, kendi ailesine, kendi yolculuğunda kararları istişare ederek almanın gereğini yerine getirmeli. Yöneticilerinin yetkin ve işlerinin ehli olmasını isteyen kişi önce kendi işini en iyi şekilde yapmayı öğrenmeli. Bu liste uzar gider. Sonuç olarak adil, merhametli, dürüst, duyarlı, cesur, bilge, sorumluluk sahibi, hakkaniyetli, tarafsız yönetici isteyen bir insanın önce kendisinin bu konularda duyarlı olması gerekir. Kendisi bütünüyle eğri olan bir insanın başkalarından mutlak doğruluk beklemesi anlamlı değildir.
Gerçekten Sivil Toplum Olabilmek
Kötü yönetimler tembelliğimize bahane olmadığı gibi bizden yana diye düşündüğümüz yönetimler de sorumluluktan kaçışımıza neden olamaz. İktidarlara verdiğimiz yetki kanunlar çerçevesinde ülkeyi yönetme ve işleri sürdürme yetkisidir. Bu durum aklımızı, irademizi, vicdanımızı yöneticilerimize ipotek ettirmek anlamına gelmemeli. Başımıza seçtiğimiz yöneticilerimizin bütün uygulamalarını alkışlamak gibi bir yükümlülüğümüz yok. Bu da her şeyden önce güçlü bir sivil toplum olmayı gerektiriyor. Gerçek bir sivil toplum politikacıların olası yanlış işlerine, sapmalarına, tembelliklerine, yozlaşmalarına karşı önemli bir denge ve denetleme işlevi görür. Halife Hz. Ömer’e söylenen “Yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” ifadesi her şeyden önce bağımsız bir sivil toplum gücünün göstergesiydi.
Sivil toplum kuruluşları kamu sektörünün ve özel sektörün yanında üçüncü güç olarak kabul edilirler ve hükümet dışı aktörler olarak ifade edilirler. Bu bağımsız yön onlara hakikatleri korkusuzca ve minnetsizce dile getirmek için uygun bir zemin sağlar. Siyasetin arka bahçesi haline gelen bir sivil toplum anlayışı birçok iddiasını baştan ve temelden kaybeder. Çünkü her şeyden önce güvenilirliğini yitirir ve hakikate değil, belirli bir politik yönelime taraf olduğunu gösterir. Oysa bir yardım kuruluşuna, bir dini cemaate veya bir hak arama derneğine her şeyden önce lazım olan şey tarafsızlık ve minnetsizliktir. Bu konularda açıkça taraf olan bir STK herkese hitap etme hakkını yitirir ve politikacıların minneti altına giren her STK gerektiği zaman yöneticilere hakkı tavsiye etme zeminini kaybeder. Bu yüzden İslâm tarihi boyunca da âlimlerin sultanların sofrasına oturması uygun görülmemiş ve ilim sınıfıyla yönetici sınıfı arasındaki ilişkiler hep gerilimli olagelmiştir. Tarih devrin yöneticilerinin yanlış uygulamalarına karşı çıktığı için onların istediği bazı fetvaları vermediği için veya onların yanında görünmek istemediği için gadre uğrayan âlimlerin hikâyeleriyle doludur. Bu gerilim esasında iki alanın doğasıyla ilgili bir durumdur. Yönetim ve siyaset istisnaları olmakla birlikte çoğunlukla daha pragmatist bir zeminde ilerler. Bu alanlarda ilkelerden ziyade kamuoyu beklentileri, arz-talep meselesi, çeşitli çıkarlar, fayda-zarar analizi, kitlelerin psikolojisi ve bu işe soyunan kişilerin motivasyonları gibi değişkenler etkili olur. Bütün bu durumlar siyaset zeminini daha kaygan ve değişken bir hale getirir. Buna karşın ilim alanı ilkelerin, değerlerin, nasların üzerine kuruludur. Bir yönetici kolayca adalet-i izafiyeye yönelirken, bir âlim bir gemide bir masumla birlikte on katil de bulunsa o geminin batırılamayacağı görüşünden hareketle masumun hakkını korumayı ve adalet-i mahzayı esas tutar. Bu durum siyaset ve ilim ehli arasında bakış açısı olarak derin uçurumlar meydana getirir. Tarihte zaman zaman yöneticilerin etkisi altına girip, adalet-i izafiye noktasında hüküm veren âlimler bulunsa da ana akım ilim ehli hem İslâmiyet’te hem diğer dinlerde hem de diğer kültürlerde genel olarak iktidarlarla mesafeli bir ilişki sürdürmüşlerdir. Bu durum ilmin izzetini koruma ve gerektiği zaman cesurca söz söyleme konusunda önemli bir alan açmaktadır.
Sonuç
Bir toplumda yaşayan insanların toplam kalitesi o toplumun ortalama yaşam standartlarını şekillendirir. Bu yönüyle yöneticilerimiz de bizim aynamızdır. İnsanların bilinçli olduğu, yanlış işlere itiraz ettiği, kendi haklarının farkında olduğu, sorumluluklarını yerine getirdiği, gösterişten ve riyadan uzak olduğu, tüm yaşayışında adaleti gözettiği, ticaretini dürüstçe yaptığı bir toplumda yöneticilerin kalitesi de buna göre şekillenecektir. Bu koşullarda bilinçsiz, vurdumduymaz, riyakâr, gösteriş meraklısı, müsrif insanlar yönetime gelmez.
Bir toplumda vicdanlı cesur, adaletli, dürüst, hakkaniyetli, insanların sesi daha gür ve daha baskın hale gelirse, o toplum için umut vardır. Bir toplumda kötüler, merhamet yoksunları ve menfaatperest kişiler her köşe başını tutar, her işe karar verir, her konuda ön plana çıkarılırsa o toplumda zamanla bütün faziletler boğulur.
Allah bir toplum hakkında hayır murat ederse onlara eksiklerini gösterir, onları kusurlarının farkına vardırır. Böylece o toplum için yanlış giden işlere dair bir muhasebe ve doğruya dönüş zemini olur. Uyanışın göstergelerinden birisi, kimden gelirse gelsin, yanlış işlere karşı güçlü bir toplumsal itirazın ortaya konulmasıdır. Allah artık bir toplumun hangi vadide helak olacağına aldırış etmezse, o toplumda yanlış işler normalleşir, emanet ehil olmayan insanların eline geçer, her faziletli duruş öfkeyle bastırılır ve o toplum her alanda yozlaşmaya ve çökmeye başlar.
Öyleyse çözüm açıktır; nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez. Evvela kendi nefsimizden başlamalı.