İsrail saldırıları ile beraber Batı ve Doğu’daki meydanlar bu olaylara kayıtsız kalmadı. Seçilmiş meşru iradelerin halkın duygularını siyasete tercüme eden yapısı, sokakların ve meydanların İsrail’e karşı verdiği görüntülerin ardından meydanların sesine daha fazla kulak vermek durumunda kalıyor. Halk böyle olmadığını gördüğü takdirde ise sorunu kendi yapısal kuvveti ile ele almaya çalışıyor.
Karar alıcıları en fazla endişelendiren ve ilgilendiren konu da budur. 7 Ekim’in ardından tüm dünyada İsrail aleyhine gelişen toplumsal hareketlilik, İsrail’e yoğun destek sağlayan siyasetin değişmesini sağlamış ve sağlayacaktır.
Siyasi değişimin önem açısından en merkezi konumlarından birinde ABD yer almakta. İsrail’in uygulamalarına karşı BM’de yapılan oylamalarda ABD ilk defa bu denli yalnız kaldı. ABD için bu meşruiyet kaybı kolay telafi edilir değildir. Ancak yine de İsrail’in tam anlamıyla onayı olmadan Gazze çözümüne katkı sağlamaktan kaçınmaktadır. Geleceği belirsiz liman projesi, kara ablukası altında kriz yaşayan Gazze halkının nefes alabileceği alanların da kontrol altına alınması anlamına gelmektedir.
ABD ile beraber Batı siyaseti 7 Ekim’in hemen akabindeki süreçte ateşkesi kabul etmek istememiştir. Kınamayı yalnızca tek taraflı gerçekleştirmek isteyerek İsrail saldırılarına destek olmuşlardır. Bu ülke ve isimlerin günümüze değin üzerinde durdukları insan hakları, insani hayat standartları, hukuk gibi normlarda ağır bir iki yüzlülük durumu ortaya çıkardı. Batı siyaseti için üzerine yaslandıkları bu değerlerdeki meşruiyet kaybı kolay bir şey değildir. Nitekim 7 Ekim’in ardından söylemsel değişikliğin de arkasında bu meşruiyet kaybı yer almakta ve etkilerini uzun süre gösterecek gibi durmaktadır.
7 Ekim süreci, diplomatik temas ve adımlarlar alınabilecek neticelerin alındığı, ancak bunun da işgali ve saldırıları tam anlamıyla nihayete erdirmediği bir dönem oldu. Zira diplomasi uzun bir yoldur. Bu yol sırasında elbette kazanımlar ya da kayıplar olabilir. Ortak konsensüsün İsrail’in saldırıları üzerinde olduğu söz birliği, eylem değişikliğini gerekli kılmaktadır. Diplomatik adımların son raddeye gelmiş olması demek, fiili adımların başlaması demek olacaktır. Dünya, Filistin’de yaşanan katliamların sessiz kalınamayacak kadar büyük bir kriz olduğunu gördü; bu da uluslararası alanda tanınmış aydınların, politikacıların, sanatçıların ve medyacıların gerçek Filistin anlatısını tercih ederek İsrail anlatısının zayıflaması ile sonuçlandı. Anlatı değişikliği, İsrail’in uluslaşma sürecindeki işgal projeksiyonun önemli ölçüde yitirilmesi anlamına gelecektir.
İsrail’in Batı’da büyük siyasi partiler üzerindeki otoritesi de 7 Ekim’in ardından git gide azalmaya devam ediyor. Batı’daki büyük partilerde yükselmek ve ilerlemek için İsrail’in dostu olma düsturu, yeni siyasetçiler için geçerli olmayabilir. İsrail artık küresel Siyonizm sesini kaybetmeye başlıyor. Antisemitizm ve fon baskılarının ardından akademi ve siyasette İsrail’e olan muhalefet yükseliyor. Değişimin bu yönü belki de içlerinde en önemlilerinden biri olacaktır. Zira İsrail’in varlığı ve devamlılığı kerameti kendinden menkul olmamaktadır. İsrail’in varlığını güçlendiren siyasi unsurlara karşı yükselen muhalefet, gelecek açısından oldukça anlamlıdır.
Sürecin ana aktörlerinden biri olarak Netanyahu’nun çizmiş olduğu zayıf profil, destekçisi olan ülke ve liderleri düşündürmektedir. 6 ay önce İsrail’in saldırılarını meşru müdafaa olarak nitelendiren ABD lideri, yeni kayıpların artık kabul edilemez olduğunu söylüyor. Joe Biden için bu fikir değişikliği anlamına gelse de kesin bir değişim olduğunu söylemek mümkün değil. Zira, İsrail’in silahlandırılması ve ekonomik yardımlarının yolu hâlâ ABD’den geçiyor. Ancak ABD’de yakın zamanda seçimlerin olması ve halkın gündemlerinde en üst sırada İsrail saldırılarının finanse ediliyor olması, ABD siyaseti adına bugün ve gelecekte önemli bir mesaj içermekte.
Batı’da kamuoyunun kaybolması, Uluslararası Adalet Divanı’nda devam eden soykırım davası, Yahudi mutabakatının erozyona uğraması ve İsrail’i destekleyenlerin tedirginliği; tüm bu unsurlar İsrail için stratejik bir yenilgiye işaret ediyor. Unutulmamalıdır ki değişimler uzun ve sistemli adımlar neticesinde olmaktadır.
7 Ekim’in ardından İsrail’in Gazze’ye saldırı amaçlarından biri direnişi ortadan kaldırmaktı. Ancak aradan geçen zaman zarfında direnişin güçlü bir savunma ortaya koyması, İsrail adına dengeleri değiştirdi. Peki İsrail, ne pahasına olursa olsun, Gazze’yi 2,3 milyonluk nüfusu için yaşanmaz hale getirme niyetiyle tüm hava ve ordusunu Gazze’ye yönelterek ne amaçladı? 7 Ekim’in ardından yoğun saldırılar başladığında esirleri kurtarmak, direnişi silmek ve demografik değişim sağlamak İsrail’in temel amaçları arasındaydı. Gelinen noktada İsrail’in mezkûr askeri hedeflerine ulaştığını söylemek mümkün olmadığı gibi İsrail adına ortaya çıkan tablo iç siyasetteki mevcut gerilimi daha da arttırdı.
İsrail’de 7 Ekim ile beraber gerilimin derinleştiği tek alan siyaset olmadı. Toplum-ordu-siyaset üçgeni birbiri ve kendi arasında ayrımlar yaşadı ve bu ayrımlar 7 Ekim ile daha da derinleşti. Haredi toplulukların orduya katılmaması, esir ailelerin hükümete yaptığı baskılar, savaş kabinesi içindeki ayrılıklar, İsrail’de gelecek adına kırılması muhtemel fay hatlarının habercisi oluyor. Bu gerilimler yaşanırken Netanyahu savaşın devamlılığını istiyor. Savaşın devam etmesi ve daha geniş cephelere yayılması, Netanyahu tarafından siyasi mirasının devam etmesi adına tek seçenek gözüküyor. Ancak, aradan geçen zaman uzadıkça Netanyahu’ya alternatif isimler halef olarak İsrail siyasetinde yerini arttırıyor.
İsrail bu saldırıları gerçekleştirirken, dini argümanları kendine adeta kalkan olarak kullandı. Gazze’den, Gazze’de yaşayanlardan bahsederken dini kaynakları istediği ölçüde seçerek değerlendirmek istedi. Saldırganlığı din ile bu ölçüde bağdaştırma, uzun yıllar İsrail’in Ortadoğu’ya yönelttiği bu silahın kendine dönmesi ile sonuçlandı. Radikal siyasilerin süreç öncesi ve esnasında ortaya koymuş oldukları tavır, radikal siyasetin de bir ölçüde merkezileşeceği bir İsrail siyasi yelpazesi ortaya çıkardı. Bu durum elbette, yakın zamanda toplumsal vakıalarla kendini gösterecektir. 7 Ekim bu yönüyle bir sonuç değil; değişimin önemli bir durağı olmuştur.
Direnişin ortadan kaldırılamadığı Gazze’de, yönetim el değiştirilmesi konusu yerel ve uluslararası gündemlerde daha fazla kendine yer bulacaktır. Başta ABD ve İsrail olmak üzere bazı körfez ülkeleri, direnişin hattının Gazze’de pasifize olmasını beklemektedir. Yardımların Gazze’ye ulaşmama problemini bu açıdan da değerlendirmek gerekmektedir. Bu durum elbette Filistin siyasetini de yakından ilgilendirmektedir. Mahmud Abbas ve ekibinin halefiyeti daha da stratejik bir hal almış olup; ulusal liderlik adına bazı isimler ön plana çıkmış ve çıkacaktır.
7 Ekim süreci, unutulmaya başlanan Filistin meselesini yeniden tüm dünyanın gündemine dahil etmiştir. 7 Ekim öncesinde normalleşmeler ve anlaşmalar ile dünya kamuoyunun gündeminden Filistin’deki işgal ve ablukanın düşmesi 7 Ekim sürecini hazırlayan sebeplerden biri olduğu gibi, değişimin ilk yansıdığı alan olmuştur. Bugün, tüm dünyanın gündeminde Filistin meselesi yeniden yer almaktadır. Ancak daha önemlisi, bu yer alma sadece mevcut krize bir tepki değil; bu krizin tüm dünya barışının merkezinde yer aldığının idrak edilmedir. Zira kriz yerel sınırlar içerisinde kalsa da etkisi itibariyle tüm dünyanın esas gündemlerinden biridir. Krize karşı uluslararası kurumların pasif kalması, bu sistemin yeniden gözden geçirilmeye ve daha adil çözümlerin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Veto yetkilerindeki adaletsizlik dahi başlı başına bir kriz sarmalı oluşturmaktadır. Gazze uluslararası sistemlerdeki adaletsizlik ve yanlılık düğümlerini çözebileceği gibi rüzgâr etkisiyle bölgesel değişimler de ortaya çıkarabilir. Zira erken doğum olarak da tarif edilen Arap Baharı toplumsal hareketlilikler olarak tersine dönmüş olsa da bu hareketliliklerin ilânihâye bitmiş olduğu söylenemez. 7 Ekim öncesine göre daha özgür, işgalden arındırılmış bir Gazze tablosunun ortaya çıkması demek, yitirilen Arap Baharı rüzgarının başka bir vecihle yeniden devlet ve toplumların gündeminde olması ile sonuçlanabilir.
7 Ekim süreci tamamen Gazze üzerinden okunsa da 7 Ekim sabahı operasyona ismini veren bölge Kudüs’teydi. Kudüs, Gazze’den bağımsız ele alınamayacağı gibi Gazze de Kudüs’ten bağımsız ele alınamaz. İsrail’in Kudüs’e yönelik işgal politikaları nihayete ermediği takdirde 7 Ekim’i ortaya çıkaran sebeplerin kalkmış olduğunu düşünemeyiz. Bu durum başta Kudüs ve Batı Şeria olmak üzere bölgede yaşanması muhtemel yeni krizlerin habercisi olmaktadır. Ancak direnişin 7 Ekim sabahında operasyona verdiği bu isim, askeri bir düşüncenin ötesinde stratejik bir değişimi hedeflemektedir. Son yıllarda Filistin meselesi birbirinden parçalar olarak ele alınmış ve birbirinden bağlam olarak koparılmaya başlanmıştı. Filistin meselesi Kudüs’e sıkıştırılmayacağı gibi, direnişin rasyonalitesi de sadece Gazze toprakları içerisinde kalmamaktadır. İlerleyen dönemler, direnişin yeni açılımlar ile Gazze’nin dışındaki hatlarda mevcudiyetini güçlendireceği bir öngörü sağlamakta. Bu sebeple İslâm dünyasının Filistin meselesi üzerine düşünme biçimini yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. İslâm dünyasının da içinde olduğu durumun doğru değerlendirilmesi, stratejik, kapsayıcı bir akıl ile Filistin meselesinin geleceğinin üzerinde durmak gerekiyor. Entelektüel birikim ve kurmay akıl ile bölgeyi süzgeçten geçirmek, tarihin bizlere nasıl boşluklar çıkardığını daha yakından görmemizi sağlayacaktır.
Gazze işgale karşı maddi manevi bir direniş ortaya koyarken aslında tüm dünyaya çok net mesajlar vermeye devam ediyor. Mesajın duyurulması için çok yüksek seslere bazen ihtiyaç olmaz. Tıpkı İslâm’ın ilk yıllarında Müslümanların sergilediği duruş gibi… Gazze halkının sergilemiş olduğu tavır, bana sahabenin başından geçen bir hadiseyi anımsattı. Haccâc-ı Zalim, Abdullah b. Zübeyr ile girmiş olduğu mücadele neticesinde hacıların aç susuz kalması pahasına Kabe’yi muhasara altına almıştı. Haccâc, Abdullah b. Zübeyr’i şehit etmiş ve gözdağı vermek maksadıyla Abdullah b. Zübeyr’in başını meydana asmıştı. Haccâc, Abdullah b. Zübeyr’in başını indirmek için Esmâ b. Ebûbekir validemizin kendisinden ricacı olmasını istemiş, vakar timsali Hz. Esmâ bunu kabul etmemiştir. Hz. Esmâ bir gün oğlunun bedeninin önünden geçerken: “Bu hatip ne zaman minberden inecek” demiştir. Gözleri görmeyen Hz. Esmâ elbette oğlunun şehit olduğunu biliyordu ancak Abdullah b. Zübreyr’in o hali, görmek ve duymak isteyenler için çok şey anlatıyordu. Hak adına yiten beden de olsa diriydi. Haccâc ise sesi ne kadar yüksek çıkarsa çıksın ya da güçlü olursa olsun hak karşısında yok hükmündeydi. Bugün Gazze’de insanlık tarihinin gördüğü en acı katliamlardan biri yaşanıyor. Gazze halkı ise tüm bu yaşananları Hz. Esmâ gibi büyük bir vakarla karşılıyor.