Bu söyleşimizde tıpkı Gazze ve Filistin gibi bazı yönleriyle onlardan daha derin, tarihsel olarak neredeyse iki yüzyılı aşkın işgal altında sistematik bir soykırımla karşı karşıya kalan gönül coğrafyamız, ata vatanımız, ümmetin yetim yurdu olan Doğu Türkistan’ı ele almaya çalıştık. Uzun yıllar hem ülkemizde hem de yurt dışında her fırsatta Doğu Türkistan’ı ve mazlum Müslüman Uygur Türklerinin yaşadıklarını dünya kamuoyuna duyurma noktasında ciddi hizmetleri ve emekleri olan Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği başkanı aynı zamanda Doğu Türkistan Milli Meclis Başkanı da olan Seyit Tümtürk Beyefendi’den “Doğu Türkistan Davası”nı çeşitli yönleriyle dinledik. Özellikle kamuoyunda çeşitli vesilelerle sık sık gündeme gelen bazı sorulara/sorunlara verdiği cevaplarla söylemişiz oldukça ufuk açıcı oldu…
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insanlık meselesidir, eğer Müslümanım diyorsanız Doğu Türkistan bir ümmet davasıdır, eğer Türk’üm diyorsanız, Doğu Türkistan bir millî varlık mücadelesidir.”
Seyit Tümtürk
Seyit Bey, hoş geldiniz. Yoğun programınıza rağmen bizleri kırmadan söyleşimize katıldığınız için dergimiz adına size teşekkür ederiz. Seyit Bey, sizi bilenler biliyor, yakından tanıyanlarınız da epey var elbette. Yine de hem dijital mecrada izleyicilerimiz için hem de dergimizin takipçileri açısından size şunu sormak istiyorum: Seyit Tümtürk kimdir? Kabil’de doğmuş Kayseri’de tahsil görmüşsünüz. Sonrasında çeşitli ulusal ve uluslararası STK’larda, kurumlarda faaliyet göstererek Doğu Türkistan davasına hizmet ettiniz, etmeye de devam ediyorsunuz. Bu bağlamda bize kısaca kendinizden ve faaliyetlerinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Ali bey öncelikle size, sizin şahsınızda Siyer Vakfı’na ve Siyer Dergisi’ne, Muhammed Emin Yıldırım hocama ve bütün kardeşlerimize, gönüldaşlarımıza; İslâm dünyasının, Türk dünyasının ve tüm dünyanın en az Gazze kadar Filistin kadar, belki ondan daha mağdur, mazlum, kimsesiz coğrafyasını gündeme getirdiğiniz için 35 milyon Müslüman Doğu Türkistan halkı adına şükranlarımı sunuyorum, teşekkür ediyorum.
Malumunuz Doğu Türkistan, Mao önderliğindeki Çin Komünist Yönetimi tarafından 1949’da işgal edilmiştir. Bu işgal sonrasında 1949-1951 yıllarında Doğu Türkistan’dan dönemin Hindistan ve Pakistan bölgelerine ilk hicretler gerçekleşiyor. Sonrasında 1961 yılında ise 360 kişilik bir Doğu Türkistanlı kafile Kâbil’e hicret ediyor. İşte ben bu kafile içinde yer alan bir ailenin evladı olarak 1964 yılında Kâbil’de dünyaya geldim. Daha sonra Türkiye ile yazışmalar oluyor. O zaman Kâbil’deki Türk büyükelçiliğinin yardımcı kâtibi, sonraki dönemde merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın özel kalem müdürlüğünü de yapan Kaya Toperi, bu süreci takip eden isim oluyor. Dedem rahmetli Seyit Abdulveli Efendigil başkanlığında da Şarki Türkistan Muhacirler Cemiyeti adıyla bir cemiyet kuruluyor o yıllarda. Bu cemiyetin kurulmasındaki amaç şudur: Komünist Çin işgaline uğramış Doğu Türkistan’dan 1961 yılında hicret eden bu Doğu Türkistanlılara, sınırı geçerken orada kalan akrabaları diyorlar ki: “Eğer bizim buradaki mağduriyetimizi, Çin’in bize yapmış olduğu bütün bu zulüm ve dinsizleştirme baskılarını hür dünyada anlatmazsanız kıyamet günü demir tırnaklarımız yakanızda olur.” Bu şekilde bir millî ve manevî sorumluluğu memleketten çıkabilenlere tevdi ediyorlar. Söz konusu cemiyette bu emanet bilinciyle kuruluyor. Tabii ben şahit olmadım bu olaylara, lakin babam bana hep şunu hatırlatırdı:“Biz böyle bir emaneti üzerimize alarak çıktık oğlum. Aman ileride büyüdüğünüzde Doğu Türkistan davasına sahip çıkın çünkü oradaki milyonlarca dindaşımız, soydaşımız, akrabamız milyarlık bu Yecüc Mecüc’ün elinde. Ne dini ne namusu ne iffeti ne vatanı hiçbir güvencede değil. Siz bunların sesi soluğu olacaksınız.” İşte biz bu terbiyeyle büyüdük. Allah razı olsun büyüklerimizden.
İşte Kaya Toperi Bey Türkiye ile yazışmaları yapıyor. Dedem rahmetli ellerinde ikamet, nüfus, pasaport hiçbir şey yok. İllegal bulunuyorlar Afganistan’da. Yazışmalarla “Biz komünizmden, Çin’in komünizminden hicret ettik. Bize sahip çıkan yok mu?” diye Türkiye’ye müracaat ettiklerinde bu tabii ki gizli kalmıyor. Rusya’dan Kanada’ya, Avustralya’dan Amerika’ya Avrupa’ya birçok ülke bu haberi duyuyor ve “Bize gelin!” diyorlar. Zira o 60’lı yıllarda biliyorsunuz komünizmin de en tantanalı, debdebeli dönemler. Özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin daha henüz parçalanmadığı, komünizm belasının dünyayı tehdit etttiği dönemler. Bizimkiler de “Biz Türk’üz ve Müslümanız. Bizim Doğu Türkistan Türk ve Müslüman. Biz aynı inancı paylaşıyoruz, aynı kültürü, aynı medeniyeti taşıyoruz. Bizim derdimizi ancak Türkiye halledebilir” diyerek Türkiye’yi tercih ediyorlar ve birkaç sene yazışmalar sürüyor. Nihayetinde merhum Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in partisi Adalet Partisi’nin iktidar olduğu 1965 yılında, Türkiye’ye gelişimiz başlıyor. Önce Ankara’ya getiriliyoruz ve sonrasında Kayseri’de ikametimiz başlıyor. Türkiye’ye 1965’te geldiğimizde ben daha 6 aylık bir bebeğim. Türkiye’de büyüdük, Türkiye’de eğitim hayatımızı, askerliğimizi, memuriyetimizi, bütün yaşantımız Türkiye’de geçti. Kayseri gibi milliyetçi muhafazakâr bir çevrede bulunmamızın bize önemli katkıları oldu. Anadolu’da dejenere olmamış, hâlâ o bizim kültürümüzü, medeniyetimizi diri diri yaşatan bir bölge. 1970’lı yıllara geldiğimizde büyüklerimizin rehberliğinde Kayseri’de Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti adı altında bir dernek kuruluyor. Akabinde gençlerimiz Doğu Türkistan Gençlik Teşkilatı’nı kuruyorlar ve maalesef 1980 yılında 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte Türkiye’deki bütün demokratik haklar ve sivil inisiyatifler kapandıktan sonra bizim derneğimiz de kapanıyor. 1989 yılında bir grup hamiyetli Uygur Türkü genç arkadaşlarımızla birlikte hem Türkiye’de hem de dünya çapında sesimizi ve haklı davamızı duyurmak için Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği’ni kurduk. Bu dernek çatısı altında kültürel, sosyal, siyasî faaliyetlerimizi devam ettirdik. Sonraki yıllarda, derneğin Ankara’da bir şubesi açıldı. Başkentte faaliyetlerimiz daha çok siyasi alanda oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında iktidar ve muhalefet bütün siyasi partileri içine alan -bölücü terör örgütü mensubu siyasî partiler dışında- bütün siyasi partiler, sağ, sol, İslâmî, liberal, demokrat bütün partilerle görüşerek Doğu Türkistan davasını tıpkı Kıbrıs meselesi gibi partiler üstü bir konuma getirme gayreti içinde olduk.
Bizim Türkiye’ye geldiğimiz dönemde rahmetli İsa Yusuf Alptekin daha hayattaydı. Merhum liderimiz Mehmet Emin Buğra Bey ise vefat etmişti. Bizim vefalı büyüklerimiz de Türkiye’ye geldiklerinde ilk iş olarak Ankara’ya giderek milli ve manevî sorumluluklarını yerine getirme adına Mehmet Emin Buğra’nın kabrini ziyaret etmişlerdi.
Uzun yıllar İsa Bey’in yanında, onun hizmetinde ve onun tedrisatında bulunduk. Ondan birçok şey öğrendik. Onun vefatından sonra da davamızı sahip çıkmak adına görevler üstlendik. Yerel düzeyde sürdürdüğümüz siyasî faaliyetlerimizi biraz daha uluslararası düzeye taşımak adına öncelikle Türkiye’deki yabancı ülke büyükelçilikleriyle irtibata geçtik. Onlara da derdimizi anlatarak bu olayın, Doğu Türkistan meselesinin uluslararası bir konu olduğunu anlatmaya çalıştık. Defalarca Çin Büyükelçiliği önünde Doğu Türkistan’daki katliamı, soykırımı, oradaki mezalimi anlatmak için protesto eylemleri düzenledik, basın toplantıları yaptık, konferanslar, paneller düzenledik hemen hemen Türkiye’nin gitmediğimiz vilayeti kalmamıştır. Bugün 80 küsür vilayetin neredeyse tamamına yakınına -bazılarına en az 5-10 defa, bazılarına bir iki defa- gittik. Özelikle gençlere davamızı anlatmak adına birçok üniversitede konferans, panel ve söyleşiler düzenledik. Daha sonraki dönemde hareketin birkaç koldan, farklı merkezlerden daha güçlü idare edilebileceği, değişik kesimlere hitap edilebileceğini düşünerek Dünya Uygur Kongresi’nin kuruluşunda görev aldık. İlerleyen süreçte söz konusu birliğin Türkiye sorumluluğu görevini üstlendim. Rabia Kadir’in Çin’deki cezaevinden çıktıktan sonra teşkilatın (DUK) başına geçmesiyle ben de teşkilatlardan sorumlu genel başkan birinci yardımcısı olarak görev aldım. Yine yaklaşık 10 küsür yıl önce de İstanbul’da Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneği’nin kurucular kurulunda yer alarak İstanbul’da bir kısım siyasî boşluğu doldurmak için faaliyetlerde bulunduk. İlerleyen yıllarda Türkiye-Finlandiya Dostluk Derneği’nin kuruluşuna katkılar sağladık. 1 Ekim 2018 tarihinde ise Fransa’nın başkenti Paris’te uluslararası konjonktür ve jeopolitik hızlı süreç, dünyadaki değişen dengeleri de göz önüne alarak; başta Rabia Kadir Hanım’ın olmak üzere Türkiye’den de bazı siyasilerin de iştirak ettiği yaklaşık 15 ülkeden 20 teşkilatın temsilcilerinden oluşan 250 delegenin katıldığı bir kurultayla Doğu Türkistan Milli Meclisi adı altında bir uluslararası yapıyı tesis ettik. Tabi Türkiye’mizin bilgisi dahilinde oldu tüm bunlar. Akabinde Corona virüsü sebebiyle oluşan pandeminin araya girmesiyle 3-4 yıl tamamen elimiz kolumuz bağlandı.
İnşallah bundan sonraki süreçte biz, Türkiye Cumhuriyeti devletimizin ve Türk milletinin de menfaatlerini gözeterek Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı yolunda Doğu Türkistan davasını öncelikle Türk İslâm dünyasına, insanlığa, Batı’ya, her kesime duyurmaya çalışacağız. Zira “Türküm” diyen için Doğu Türkistan Türk, “Müslümanım” diyen için Doğu Türkistan Müslüman, “İnsanım” diyen için Doğu Türkistan insanlık aleminin sorumluluk taşıdığı en mazlum coğrafyalardan birisi.
Bizim kısaca hayatımız bu. Evliyim ve beş evladım var.
Teşekkür ederiz. Esasen sizi tanımak için sorduğumuz bu soruya vermiş olduğunuz cevapla ilerleyen sorular için birer ip ucu vermiş oldunuz. Şimdi asıl sorumuza gelirsek Seyit Bey, Doğu Türkistan davası, meselesi nedir? Biraz daha açmak gerekirse, bu mesele/dava; bir bölge halkının özerklik davası mıdır? Ya da bir ülke içinde yaşayan farklı etnik bir grubun uğradığı insan hakları ihlallerinin meselesi midir? Yahut yüzyıllardır Çin tarafından işgale uğramış bir Müslüman Türk halkının tam bağımsızlık mücadelesi midir? Net olarak bu davadan neyi anlamamız lazım?
Şimdi şöyle ifade edelim. Öncelikle Doğu Türkistan’ın geçmiş tarihine birkaç cümle girizgâh yaparak sorularınıza cevap verirsem daha mantıklı bir izahta bulunmuş olurum. Doğu Türkistan isminden de anlaşılacağı üzere Türklerin yaşadığı bölgenin doğusunu oluşturan coğrafyanın adı. Bunun batısı var. O da bir dönem Sovyetler Birliği’nin işgali altındaki Türk Cumhuriyetleri. Bugün bağımsızlığına kavuştular çok şükür ama Doğu Türkistan hâlâ Çin işgalinde. Tarihte Türklerin ilk var olduğu coğrafyadır Doğu Türkistan. Türk isminin ilk defa tarihte taşlara “mengütaş” dediğimiz yani Orhun âbidelerine yazıldığı coğrafyadır Doğu Türkistan. Doğu Türkistan Türk milletinin yüce dinimiz olan İslâm’la şereflendiği coğrafyadır. İlk defa Karahanlılar hükümdarı Sultan Satuk Buğra Han döneminde Türk milleti kendi hür iradeleriyle İslâmla müşerref olmuşlardır. Rivayet olunur ki Sultan Satuk bir gece rüyasında Hz. Peygamber’i (sas) görür ve uyandıktan sonra müşavirlerini, komutanlarını, danışmanlarını çağırarak şöyle der: “Hz. Muhammed’i (sas) ben rüyamda gördüm ve bunu sizinle paylaşıyorum. İslâm dini bizim binlerce yıllık inanç kültürümüze, ahlâk ve karakterimize, Türk’ün kimliğine en yatkın bir dindir.” diyerek istişare sonrası kendisi İslâm dinine giriyor, akabinde komutanları, ordusu, tebaası hiçbir şekilde kılıç zoruyla değil, kendi hür iradeleriyle İslâm’la şerefleniyorlar.
Çin Seddi’nden Atriyatik’e kadar uzanan Türk-İslâm Medeniyetinin omurgasını oluşturan, müfküresinin temellerinin atıldığı yerdir Doğu Türkistan. Ayrıca bizim Türkleşmemizde, Türk kimliğimizin oluşmasında, İslâm’la şereflenmemizde, Ehl-i Sünnet itikadına girmemizde Doğu Türkistan coğrafyasının yetiştirdiği alimlerin büyük katkısı vardır. Bugün i’lâ-yı kelimetullah olarak adlandırılan, Yüce Allah’ın kanununu, nizamını, O’nun ismini bütün dünyaya cihanşümul etme ülküsü, hedefi Doğu Türkistan’da şekillenmiştir. İşte Doğu Türkistan böyle bir milletin, bin yıllardır vatan edindiği bir coğrafyadır.
Türk-İslâm medeniyetinin temellerini oluşturan eserlere baktığımızda bunların da menşeinin Doğu Türkistan olduğunu görürüz değil mi? İşte Divân-ı Lugâti’t-Türk, Kutadgu Bilig ve diğerleri…
Evet, doğrudur. Doğu Türkistan tarihte Hunların, Göktürklerin, Uygurların, Karahanlıların, Seyyidiye Hanlığı’nın kurulduğu coğrafyadır. Yeni yakın tarihte 1870’lerde Yakup Han Bedevlet’in kurduğu Kaşgariya Devleti Osmanlı’ya biat etmiştir. Yakup Han, kardeşi Hoca Töre’yi Sultan Abdülaziz Han’a elçi olarak göndermiş, “Biz Osmanlı’ya biat ediyoruz. Cuma namazlarında hutbe okutuyoruz ve Osmanlı adına sikke bastırıyoruz.” diyerek Osmanlı sınırlarını ta Çin Seddi’ne kadar taşımıştır.
Haklısınız, esasen Osmanlı arşivlerinde bu konuda çok ciddi belgeler mevcut. Yanılmıyorsam Türk Dünyası Belediyeler Birliği tarafından 2016 yılında “Osmanlı Belgelerinde Doğu Türkistan” adlı bir eser yayınlandı. Orda da gördüğümüz kadarıyla dönemin Osmanlı idaresi Yakup Han’a belli sayıda asker ve mühimmat yardımı yapmak için girişimlerde bulunmuş.
Seyit Tamtürk: Bir önemli bilgi notunu da burada paylaşmak isterim. Cennet mekân Fatih Sultan Mehmet Han Uygurcayı anadili gibi konuşurmuş çünkü Uygurların Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında çok büyük katkıları var. Mesela Orta Anadolu’da birinci başkenti Sivas, ikinci başkenti Kayseri olan 13. yüzyılda kurulan Eretna Beyliği var. Alaaddin Eretna bir Uygur Türkü’dür, bir Doğu Türkistanlı’dır. Bu yönüyle ele alacak olursak yaklaşık 16-17 vilayeti içine alan bir beylik kurmuş ve bu şekliyle Uygur medeniyetinin İslâm’a, Türklüğe hizmeti gerçekleşmiştir. Şimdi Doğu Türkistan yakın tarihimizde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden başka ikinci bir bağımsız devletin olmadığı bir dönemde 12 Kasım 1933 Kaşgar’da Sabit Dâmolla önderliğinde Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Bu çok dikkat çekici bir gelişmedir. Çin, Rusya gibi iki Türk düşmanı, ezeli Türk düşmanı, komünist ateist devletlerin kıskacında olmasına rağmen, dışarıdan direkt yardım alabilme imkânı olmamasına rağmen Doğu Türkistan’da 1933’te kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin yanına kardeş bir Cumhuriyet olmuştur. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmiş, yedi düvele karşı mücadele verilmiş, yeni daha ayakları üzerine durma aşamasında genç bir cumhuriyet olmasından dolayı Doğu Türkistan’a direkt müdahale edip bu cumhuriyetin askerî, siyasî, ekonomik destek verme imkân ve kabiliyetinden mahrum olmuştur. Tabii bir de o zaman hilafet sonlandırılıp Cumhuriyet ilan edildiği için Doğu Türkistan’da kurulan İslâm Cumhuriyeti adı altında kurulan bu Cumhuriyet de belki o zamanki siyasilere çok da sıcak gelmedi, onu da tam olarak bilemiyoruz.
Yalnız 1933’te kurulan Cumhuriyetin haberi Kâbil üzerinden Ankara’ya “Gök bayraktan al bayrağa selam olsun!” şeklinde bir telgraf mesajının iletildiğini biliyoruz. Dahası bir meclis oturumunda meselenin müzakere edildiği de kayıtlarda var malum.
Doğrudur. Maalesef 1933’te kurulan Cumhuriyet, Rus Çin ve İngiliz iş birliğiyle yıkılıyor. İngilizlerin de burada devreye girmesindeki amaç, onların Asya’da, Bangladeş, Pakistan, Endonezya, Hindistan bu coğrafya üzerinde işgali, sömürüsü devam ediyor olmasıdır. Bu sömürünün ve işgalin devam edebilmesi için buraya emsal teşkil edecek bir bağımsız devletin varlığına tahammül edemezdi İngilizler. Rusların, Sovyetler Birliği’nin zaten yumuşak karnı kardeş Türk cumhuriyetleri, Baltık ülkeleri, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Tacikistan olmak üzere Türk-İslâm dünyasından oluşan bu kardeş Cumhuriyetler hâlâ Sovyetler Birliği’nin işgali altındadır o yıllarda. Baltık ülkeleri, Balkan ülkeleri de yine Sovyetler Birliği’nin işgali altında. Doğu Türkistan’da bağımsız bir Türk-İslâm Cumhuriyeti, Rusya’yı da adeta endişeye sevk ediyor ve bu yüzden Çin’in buradaki diktatoryal faşist işgaline İngilizlerle birlikte Ruslar da destek vererek 1933’te kurulan bu cumhuriyet sonlandırılıyor. Aradan yine birkaç sene geçtikten sonra 1944 yılında Alihan Töre önderliğinde Gulca’da ikinci bir bağımsız Doğu Türkistan devleti kuruluyor. Bu da yine aynı gerekçelerle söz konusu ülkeler tarafından işgale uğruyor ve bu genç cumhuriyet de maalesef sadece ismini yazdırarak tarihin derinliklerinde kalıyor.
Doğu Türkistan 1933’te bağımsızlığını elde etmiş, 1944’te bağımsızlığını elde etmiş. Yani 20. yüzyılın ilk yarısında iki defa bağımsız devlet kurmuş bir milletten bahsediyoruz. 1949 yılına kadar bağımsız olan bir devlet; halkların eşitliği, kardeşlik, barış, refah vb. komünist propagandalarıyla Mao’nun liderliğindeki komünist Çin tarafından işgal ediliyor. Sadece Doğu Türkistan değil, aynı zamanda Tibet ve İç Moğolistan da aynı akıbete uğruyor. Ancak Doğu Türkistan işgal edildikten sonra o “sözde” halkların eşitliği, kardeşlik, barış, özgürlük, refah ve mutluluk sloganlarının kapsamında işte sokakların süpürülmesi, tarlalarda devlet idarecilerle çiftçi halkın birlikte çalışmaları ve benzeri göz boyama faaliyetleri oluyor memlekette. Bu bir iki yıl devam ediyor. İki yılın ardından Çin komünistleri gerçek yüzleri gösterip toplumun aydın/münevver kesimini, dinî âlimlerimizi, ticarî kapasitesi olan zenginlerimiz ve siyasi mefkuresi olan devlet adamlarımız tek tek tespit edilerek; bölücü, vatan haini, Amerikancı, Pantürkist, Panislâmist gibi yaftalarla bir kısmını idama mahkûm ettiler, kalanları ise ömür boyu ağır hapis cezalarına çarptırdılar. Böylece toplumun başı olabilecek, önderlik ve lokomotif görevi görebilecek önderleri tamamen imha edildikten sonra Doğu Türkistan’da çok katı kurallarla artık komünizmin bütün o kolhozlar, çalışma kampları, halk mahkemeleri ve sürgünler, açlık, sefalet bunlar başlıyor.
Tüm bunları bir araya getirdiğinizde Doğu Türkistan’ın statüsünün yabancı bir devlet tarafından işgal edilmiş bir coğrafya olduğu net bir şekilde görülecektir. Ancak Çin 1949 yılında işgal ettiği Doğu Türkistan’a 1955 yasasıyla “sözde” özerklik vererek “Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi” adını vermiştir. Bu nedir? Doğu Türkistan’ın yani Çinlilerin tabiriyle “Xinjiang”ın otonom bir bölge olduğunun ilanıdır. Otonomi ise uluslararası literatürde kendi iç işlerinde serbest ama dışişlerinde merkezi yönetime bağlı siyasi yönetim biçimidir. Ancak Komünist Çin işgal ettiği günden beri Doğu Türkistan’a böyle bir statü vermemiştir. Çin, Doğu Türkistan’da bırakın iç işlerinde serbestiyeti, muhtar dahi seçme salahiyetini Doğu Türkistan’daki Müslümanlara vermemiştir. Bugün işgal vardır, sömürü vardır ve bugün resmen bir soykırım uygulanmaktadır. O bölge işgal edilmiş topraklarımızdır.
Esasen Çinlilerin Doğu Türkistan’a “Yeni Müstemleke” anlamına gelen “Xinjiang” demeleri de bölgeye Çinlilerin sonradan geldiklerinin bir ispatıdır. Dolayısıyla Doğu Türkistan’ın, Uygur Türklerinin anavatanı olduğu meselesini de zımnen kabul etmiş durumdalar. Bu bağlamda söylediklerinizi toparlarsak “Doğu Türkistan Davası 35 milyon Müslüman Uygur Türkünün, kadim vatanları olan Doğu Türkistan’ın Çinliler tarafından işgale karşı hem dinî, hem millî hem de insanî varlıklarını korumak adına verdiklerini, nihayetinde tam bağımsızlık hedefleri olan bir mücadeledir.” şeklinde özetleyebilir miyiz?
Kesinlikle. Burada şöyle bir parantezle açmak isterim. Bugün Batı’da faaliyet gösteren STK’larımız, teşkilatlarımız; insan hakları, demokrasi, çevre ve ekoloji, uluslararası hukuk bunlarla Doğu Türkistan’ı gündeme getirmeye çalışıyor. Tabii Batı’nın söylemleri bunlar. Batı zaten bu söylemlerle, yumuşak söylemlerle politika üretmeye çalışıyor ama Doğu Türkistan’ın asıl meselesi işgal edilmiş ve işgal sonrası asimile edilmiş, asimilasyonla da başarı elde edemeyen Çin yönetiminin 2016’dan sonra toplama kampları, cezaevleri, sürgünler, katliamlar ve yargısız infazlarla resmen soykırıma dönüşmüştür. Bugün Doğu Türkistan’da yaşananlar Batılı ülkelerin, birçok ülke bunu kabul etti, Çin’in Doğu Türkistan’da bir soykırım uyguladığını meclislerinde oylayarak parlamentolarından geçirdiler.
Yaklaşık 7-8 ülke şu anda Çin’in Doğu Türkistan’da resmen bir soykırım uyguladığını yasal olarak kabul etmiş oldu.
Peki Batı dünyası ve medyasının son 10 yıldır Doğu Türkistan’a yönelik artan bu ekstra ilgisini, alakasını; bu meseleyi gündem etmesinin görünenin dışında, işte insan hakları savunuculuğu vs. dışında farklı bir siyasi gündemi olabilir mi? Bununla ilgili bize ciddi sorular geliyor malum. Siz nasıl değerlendirirsiniz bu yaklaşımları?
Şimdi Ali Bey bizim niyet okuma gibi ya da onlarla ilgili kanaatlerini sadretme gibi bir lüksümüz yok çünkü niyetlerini Allah bilir ama tahmin yürütebilirim burada. Bir kısım Batılı ülkeler, Çin’in yükselişini, Çin’in ekonomik, askerî, siyasî ve uluslararası alanda etkin rolünü ve Çin Komünist Partisi’nin şimdiki antidemokratik yönetimiyle bu ekonomik, askerî ve siyasî yükselişi devam ederse gelecekte bütün dünyanın başına bela olacağını çok iyi biliyorlar. Çünkü Çin’in yıllık ekonomik kalkınması %10 civarında, bazen 8’e düşüyor, bazen 12’ye çıkıyor. Bu, dünyada normalin ötesinde bir yükseliş ekonomik anlamda ve Çin ekonomide kazandığı gelirin, maddi gelirin, büyük bir ekseriyetini askerî yatırımlara, istihbarata, güvenliğe ve yayılmacı politikalarına harcıyor. Bugün Çin’de insan haklarından, demokrasiden, uluslararası hukuktan, bırakın uluslararası hukuku yani İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde adı geçen hukukun hiçbiri uygulanmıyor diyebilirim. Çin’in iç hukukunun bile Çin halkına uygulandığı ile ilgili ciddi şüphelerimiz var. Seyahat özgürlüğü yok, kendi dilinde okur yazar olma özgürlüğü yok, dinî vecibelerini yerine getirme hakkı yok. Özellikle Doğu Türkistan’daki Müslüman Uygur Türklerinin evlilikten tutun sosyal yaşantısına kadar, seyahat özgürlüğünden tutun ibadetlerine kadar, eğitimden tutun bütün yaşantıları Çin Komünist Partisi’nin belirlemiş olduğu o standartlar içerisinde gerçekleşmekte. Diğer azınlıklara bu yok mu? Diğer azınlıklar bundan çok etkilenmemişlerdi ama son 5-6 yıldır Çin’deki Hristiyanlar da Çinli demokratlar da Falingon dediğimiz Çinli diğer dinsel gruplar da Tibetliler de Moğollar da hepsi bundan nasibini alıyor ama en ağır baskı, en ağır ihlal Doğu Türkistan’daki Müslüman Türkler üzerinde. Bunun gerekçesi de Doğu Türkistanlılar İslâm inancı ve itikadına sahip olmasıdır. Bizim tahminimiz bu sayı belki yüksek olabilir belki düşük olabilir ama en az 35 milyon Müslüman Türk var diye biliyoruz. Bizim inancımızda başımıza gelen bu musibete karşı cihad bize farz olmuştur ama elimizdeki imkân ve bulunduğumuz pozisyon bizi cihad edecek kabiliyetten mahrum bırakmış durumda. Ne dışarıyla irtibatımız var ne elimizde kendimizi savunacak silah var. Bırakın silahları Çin’in Doğu Türkistan’daki bu zulüm politikalarından dolayı panik atak yaşayan Çin yönetimi, evlerdeki restoran, bakkal, kasap, manav işletmelerdeki bıçak, satır, nacakları dahi zincirle bağlayıp işletme sahibine ya da halkına zimmetlemektedir. Şimdi bu nedir? Yine 5 milyon kamerayla Doğu Türkistan’ın tamamı 24 saat 365 gün “Biri Bizi Gözetliyor” gibi gözetim altına alınmıştır. Doğu Türkistanlıların nefes alma dışında bütün hayatları Çin komünist yönetimi tarafından kontrol edilmektedir. Bugün kamp ve cezaevinde 5 milyondan fazla Müslüman Uygur Türkünün fikri ve ideolojik arındırma adı altında orada zulüm ve işkenceye tabi tutulduğunu, bu kardeşlerimiz kampta ve cezaevindeyken onların mahremi, onların namus ve iffeti olan hanımlarımız, kızlarımızın evlerine, hanelerine Çinli erkekler gece yatılı olarak zorunlu konaklattırılmakta. Bu bizim artık namus ve iffetlerimize uzanan bir ahlaksızlıktan başka bir şey değil. Ne Firavun ne Nemrut ne Şeddat ne de günümüzdeki emperyalistler işgal ettiği coğrafyada böyle bir ahlaksızlığa asla ve asla yeltenmemiştir ama Çin’in kural tanımayan, inanç tanımayan, adalet tanımayan, hukuk tanımayan bu yönetimi Doğu Türkistanlıları topyekûn imha etmeye kesin kararlıdır ve bu hedefe de çok süratli bir şekilde ilerlemektedir.
Şimdi Doğu Türkistan’da yaşanan bu hadiseler ve bu soykırımlarla ilgili Batı’nın tavrını ve konumunu üç aşağı beş yukarı anlamış bulunmaktayız. Peki Seyit Bey, Doğu Türkistan’da kadar soykırımlar yaşanırken, bu kadar acılar yaşanırken Türk dünyası, İslâm dünyası ne kadar bilinçli? Bunun ne kadar farkında? Sosyal medyadan normal medyaya kadar biraz da siyaset açısından da baktığımız zaman siyasiler bu meseleyi nasıl algılıyor?
Açıkçası ben, İsrail’in bombardımanla bir katliama dönüştürdüğü Gazze olayını yaşayana kadar Batı’nın Doğu Türkistan ilgisini sorguluyordum ve şüpheyle yaklaşıyordum. Bir kısmı samimidir, insanî, vicdanî harekettir ama bir kısmı da sorgulanır, şüpheye açıktır diye düşünüyordum. Ne var ki Gazze olaylarında İslâm dünyasından önce Batılı ülkelerin mesela okuduğum bir haberde İspanya, Filistin devletini tanıyacağını açıklıyor ve Filistin devletini tanıyacağını açıkladıktan sonra İsrail hükümeti İspanya hükümetine nota veriyor, adeta tehdit ediyor. Dahası Güney Afrika Cumhuriyeti, Gazze’de yaşananlardan dolayı İsrail’i Lahey Adalet Divanı’nda yargılanması sürecini başlatıyor. Bu örneklere baktığımız zaman şimdi biz bunu mesela Finlandiya Başbakanı Anna Maria genç bir bayan başbakanın “Dünyada ticaretten, uluslararası ilişkilerden, ülke menfaatinden daha değerli şeyler var. Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı bir soykırımdır. Biz asla bunu Çin’in soykırımını kabul edemeyiz.” diye bundan iki sene önce bir beyanatı var. Finlandiya küçük bir ülke. Çin’le satranç oynayabilecek, onunla aşık atabilecek bir ülke değil.
Şimdi bunlara baktığımız zaman bir de İslâm dünyasındaki liderlere mesela Suudi Arabistan Kralı Salman, Gazze’de havadan bombardımanlar yaşandığı bir dönemde Riyad’da bir karnaval, bir şölen düzenleyerek müzik festivali gerçekleştirdi. Şimdi hangisi İslâm’ı temsil ediyor? Hangisi gayr-ı İslâm’ı temsil ediyor? Kim dost, kim düşman? Bu kavramlar şu anda tamamen birbiriyle karışmış durumda. Buna benzer İslâm dünyasında ben size birçok örnek verebilirim. Yani bugün mesela Doğu Türkistan ile ilgili de Doğu Türkistan’da Çin sadece Doğu Türkistan’daki Müslümanlara zulmetmiyor -hâşâ- Allah’a savaş ilan etmiş durumda. Böyle bir durumda iki sene önce Pakistan’da İslâm İş Birliği Örgütü dışişleri bakanları toplantısı gerçekleştirildi. Bu toplantıda Pakistan Başbakanı İmran Han, Çin İslâm ülkesi olmamasına rağmen ya da İslâm’ı temsil etme salahiyeti olmamasına rağmen bir Uygur bölgesinin yetkilisini çağırsa, bu kabul edilebilir çünkü Müslümandır azınlık olsa bile, bu makuldür ve mantıklıdır ama Çin Dışişleri Bakanı’nı davet etti ve Pakistan’da akla ziyan şu sözü kullandı: “Çin, Hz. Muhammed’in öğretilerini takip ediyor!” Yani bunu İslâmî gazeteler yazdı ve şaşırdım yani bunu benim ne vicdanım ne de ufkum asla idrak edemiyorum. Bir ay sonra da seçim olacaktı, bir ay sonra Pakistan’da başbakanlık seçimi olacaktı. Batı ile İmran Han’ın arası iyi değil. Çin’i yanına almak için onun desteğini kazanabilmek için Doğu Türkistan’da namusumuza, iffetimize, inancımıza, vatanımıza, milletimize zulmeden, katleden, onu yerle yeksan eden bir komünist yönetimi adeta Peygamber Efendimiz’e hakaret babında az önce zikrettiğimiz sözü dile getirebilecek kadar hezeyanı yaşadı ve bize yaşattı. İşin garip tarafı Pakistan Başbakanı’nın bu sözüne hiçbir İslâm ülkesi liderinden bir kınama, bir açıklama, bir itiraz yok. Ve cemaatler, kanaat önderleri, İslâmî liderler, buradan da bir açıklama yok. Hatırlar mısınız Selman Rüşdî diye bir meczup vardı ve Şeytan Ayetleri diye Hz. Peygamber (sas) ile ilgili hezeyanda bulundu, hakaretamiz yazılar yazdı. Bunun üzerine birçok cemaat, birçok İslâmî grup, hatta siyasî liderler, İran mesela başta, ölüm fetvası verdi Selman Rüşdî ile ilgili. Halbuki onun şu özelliğini gözden kaçırıyorlar: Selman Rüşdî ateist, dinsiz bir insan. Bunu söylemesi onun fıtratı gereği. Biz asla tasvip etmiyoruz ve kabul etmiyoruz bu açıklamayı ama o bir ateist. Şimdi Pakistan gibi bizim dost ve kardeş bildiğimiz ve öyle olan 100 küsür milyonluk bir kitleyi temsil eden İmran Han’ın Doğu Türkistan’daki bu zulmü görmezden gelerek Çin’i yüceltmesi ve Doğu Türkistanlıları rencide ettiği gibi Hz. Peygamber’e de bir hakaret içeren beyanlarına rağmen İmran Han’a tek kelime itiraz eden olmadı. Şimdi bundan birkaç ay önce Filistin Başbakanı Mahmut Abbas Çin’e gitti. Çin’de basın mensuplarıyla Şi Cinping ve Mahmut Abbas basına demeç veriyor. Bir basın mensubu dedi ki: “Efendim, Sincan Uygur özerk bölgesinde insan hakları ihlallerinden bahsediliyor, Çin yönetiminin orada hak ihlalinde bulunduğu söyleniyor, oradaki Müslümanların ibadetleri, özgürlükleri tamamen yasaklanmış durumda. Bu konuda ne diyorsunuz?” Mahmut Abbas’ın verdiği cevap çok enteresan: “Çin, teröre karşı mücadele ediyor!” diyerek resmen Doğu Türkistanlıları Çin’in insafına, Çin’in katliamına itti. Şimdi biz şunu diyebilir miyiz Ali Bey? Sen Mahmut Abbas, Filistin devlet başkanı olarak Çin devlet başkanına “Doğu Türkistan’daki katliamlarında haklıdır. Çin teröre karşı mücadele ediyor.” diyerek sen bu hezeyanda, bu saçmalıkta zirveyi zorladın. Biz de Filistin halkına, Hamas’a terörist diyebilir miyiz? Bizim inancımız, bizim imanımız, bizim ahlakımız ve adalet duruşumuz asla ve asla Mahmut Abbas’ın bu sözlerinin cevabı niteliğinde Filistinlilere böyle bir kelime kullanmamıza müsaade etmez. Biz Filistinlileri, özellikle Hamas’ı bağımsızlık için mücadele eden ve hayatlarını, canlarını feda eden bir kahraman grup olarak görüyoruz ve Doğu Türkistanlıların kahir ekseriyeti de Hamas ve oradaki mücahitler için dua ediyor ve onların bağımsızlığı için dilekte ve temennide bulunuyor.
Zaten 7 Ekim’deki Aksa Tufanı, Gazze kıyamı dünyayı şu an dönüştürmek üzere, sizin de dile getirdiğiniz gibi.
Aynen. Şimdi sorunuza dönecek olursak, o açıdan ben baktığımda bizim gönlümüzden geçen ve bizim temennimiz ve beklentimiz şudur: Türkiye başta olmak üzere Türk dünyası, İslâm dünyası birleşerek eğer buna da vicdan ehli olan ehl-i kitap Hristiyan ve başka dinlere mensup ehl-i kitap ya da sadece vicdan ehli de olabilir, bunların toplu halde Çin’in Doğu Türkistan’daki bu soykırımına dur demesini gerekir. Bizim, Doğu Türkistan için iki kelime âdil cümle kullanan, bir adım atan, Çin’e karşı itiraz belirten ya da karşı duran kim varsa onunla ittifak kurma, onunla iş birliği yapma gibi bir mecburiyetimiz var. Malum denize düşen yılana sarılır. Biz başta da dediğim gibi isteriz ki bize yardım Allah’tan gelsin, bize melekleriyle yardım etsin, dostlarıyla yardım etsin.
Tam bu noktada konuyla bağlantılı olarak soruyorum. Türkiye’de özellikle Gazze kıyamı sonrasında protestolar oldu, birtakım çalışmalar oldu, sivil toplumlar toplandı, Gazze diriliş platformları oluşturuldu. Çeşitli cemaat önderleri, STK’lar, İslâmî kesim bu meselede tekrar bir gündem oluşturdular. Bu etkinlikler paralelinde Doğu Türkistan’ın Türkiye açısından tanınması ve anlaşılmasına katkısı oldu mu? Yoksa şöyle bir farklı bir ayrışma mı sebep oldu? Yani Gazze Müslümanların meselesi, Doğu Türkistan Türk milliyetçilerin meselesi gibi bir ayrıma sebep oldu mu?
Geçmişte bu tür bir farklılaşmayı yaşadık esasen. Ben 60 yaşına girdim, Türkiye’deki 60 yıllık süre içerisindeki siyasî gelişmeleri, kırılmaları, ayrışmayı ve son dönemlerdeki birleşmeleri bunları çok iyi analiz edebiliriz. Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamızla, rahmetli Alparslan Türkeş, bunlar iki siyasî partinin, iki ekolün liderleriydi. Birisi milliyetçi kesimin, Türkçü kesimin, biri de İslâmcı kesimin lideriydi ve bundan 30 sene öncesi, 40 sene öncesi Doğu Türkistan başta olmak üzere Türk Dünyası, Milliyetçi Hareket Partisi’nin tekelinde, onun güdümünde ve onun kontrolünde bir siyasî dava idi. Bu bir realite olarak ortadaydı. İslâm dünyası ise başta Filistin, Keşmir, Myanmar, Eritre, Mora olmak üzere bu İslâmî kesimdeki zulüm ve ızdırapta Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamızın önderliğinde Milli Selamet Partisi daha sonra Refah Partisi’nin ekolün kontrolündeydi. Şimdi burada şu soruyu sormak isteriz: Doğu Türkistanlılar Müslüman. Sözümün başında söyledim. Hem Türk hem Müslüman hem de ehl-i sünnet. Anadolu Türklüğü ile yüzde yüz uyumlu. Anadolu Türklüğünün bu kimliğinin oluşmasındaki maya, kaynak Doğu Türkistan… Peki şimdi kimler ya da hangi parti bu noktadan Doğu Türkistan’a bakacak? Doğrusu bu kategorize etme, bu ayrıştırma aslında bize çok büyük zarar verdi. Eğer Müslüman arıyorsak Doğu Türkistan Müslüman, mazlum arıyorsak Doğu Türkistan mazlum, akraba arıyorsak yani sıla-i rahim -ki bu İslâmî bir literatürdür- diyor ki önce akraba, ondan sonra komşu, sonra mahalleli, ondan sonra daha uzaktaki. Sıla-i rahim dediğimiz bu. Sıla-i rahim yapacaksak eğer, Müslüman kardeşlerime sesleniyorum burada, Suriye’den, Irak’tan, Mısır’dan, Yemen’den belki de Gazze’den önce Doğu Türkistan Türkiye’nin, Türk milletinin, Müslüman Türk’ün sorumluluğunda çünkü sıla-i rahim bakımından hem akraba hem Müslüman hem de mazlum. Şimdi son yıllarda bu ayrışmanın biraz daha azaldığını daha makul ve mantıklı bir seviyeye geldiğini görüyorum. Bunda bizim de acizane katkımız vardır diye düşünüyorum. Kulakları çınlasın Bülent Yıldırım beye yaklaşık 10-15 sene önce Kayseri’ye derneğimize ziyarete geldiğinde kendisine aynen bu sözleri söyledim. Kim verdi bu böyle kategorize etmeyi, Türk dünyasını bir partinin tekeline, İslâm dünyasını Müslümanları bir partinin tekeline? Niçin İHH olarak Doğu Türkistan’la ilgilenmiyorsunuz? Niçin Filistin’e, Bosna’ya, Kosova’ya, Keşmir’e, Eritre’ye, Myanmar’a gösterdiğiniz ilgi, alaka, orayla ilgili hassasiyetiniz, sokaklara dökülerek yapmış olduğunuz mitingler, basın açıklamaları, protestolar, bunların onda birini niçin Doğu Türkistan’a yapmıyorsunuz? Orada Bülent Yıldırım Bey çok samimi bir şekilde itirafta bulundu ve dedi ki: “Haklısınız, doğrusunuz. Burada bir yanlış var. İnanın ben size bunu samimiyetimle söylüyorum. Doğu Türkistan’da yaşanan zulüm Filistin, Keşmir, Bosna’dan daha ağır.”
Esasen bu ifadeler yakın zaman önce sosyal medyalarda da dile getirildi, haberler yapıldı. Hatta şu an gerekçelendirme noktasında da sizin dediğiniz bir durum var. Gazze’de ve Filistin’de yaşananlar bütün dünyanın göz önünde yaşanıyor. Katliamdır ve mücadele de vardır. Ölenler şehittir ve mücadelenin adı bellidir ve herkes her şeyin farkında ama Doğu Türkistan’da olanlar belki 200 yıla yakındır derinden giden ve neredeyse dünyanın hiçbir haberinin olmadığı şekilde sürdürülüyor. Soykırım diye adını verdiğimiz belki de hani benzetme var, Muhammed Emin Yıldırım hocam bu kürsülerde hep söyler, ikinci Endülüs olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir yetim belde diyoruz ya “Ümmetin Yetim Yurdu” halinde geldik.
Aynen. Buradaki tespit çok doğru. Muhammed Emin Yıldırım hocamı da ben buradan minnetle yad etmek istiyorum. Gerçekten Endülüs olma ihtimali var, böyle bir tehlikeyle karşı karşıya Doğu Türkistan tespiti çok doğru. Çünkü Çin’in nüfus potansiyelini bir soykırım aracı olarak kullandığı bir vakıa. Bakın ÇKP, her bir Doğu Türkistanlının evine bir Çinliyi yerleştirerek 24 saat kontrol etme şansına sahip. Hiçbir ülkenin böyle bir avantajı yok ama Çin, bugün 1,5 milyara yaklaşmış nüfusuyla 35 milyon Doğu Türkistanlıyı nüfus göçünü teşvik ederek -ki bunu yapıyor zaten- demografik yapıyı değiştirerek bölgeyi tamamen Çinlileştirmenin peşinde. Mesela 1949 yılında Doğu Türkistan’da Çinli göçmen nüfusu bölgenin %1-3’ünü geçmezdi. Kaşgar, Urumçi, Hoten, Aksu, Turfan bu bölgelerde %1 anca buluyordu. Urumçi’de belki %5 civarındaydı. Ancak bugün Çin’in Doğu Türkistan’ı sistematik asimile etme politikalarının sonucu olarak demografik yapı tamamen Çin’in lehine değişti. Kaşgar’da neredeyse %50, Aksu’da % 60, 70, Urumçi % 90 Çinlileştirildi. Çin burada neyi hedeflemekte? Öncelikle Bir Kuşak Bir Yol Projesiyle -ki malum bu hat Pekin’den başlayıp Doğu Türkistan üzerinden Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine, oradan da Anadolu hattıyla Marmarayla ta Londra’ya kadar uzanan trilyon dolarlık bir proje- Çin, Amerika’nın kendisini çerçeveleme ve parçalama politikalarını yarmayı düşünüyor. Asıl hedef bu. İkincisi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürdüğü Doğu Türkistan’dan elde etmiş olduğu bedava ham maddeyle kamp ve cezaevinde çalıştırdığı milyonlarca köle işçinin ürettiği neredeyse sıfır maliyetli mamulü Batı’ya pazarlayarak ticari üstünlüğü ele geçirmek. Aynı şekilde Orta Doğu’daki petrol ve doğalgaza Amerikan engelinden dolayı erişimde sıkıntı yaşama ihtimali olan Çin, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan’ın ve petrol doğalgaz gibi enerji rezervlerine de bu proje kapsamında ulaşmak istemektedir. Şimdi düşünün böyle bir projede Çin önünde en büyük engel olarak Doğu Türkistan’ı görmektedir. Zira Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Projesi, yani Yeni İpek Yolu projesini çöpe atacak bir durumdur. Tam da kilit konumdadır Doğu Türkistan bu projede. O yüzden Çin özellikle son 10 yıldır Doğu Türkistan’da yeni yeni inşa ettiği onlarca toplama kamplarıyla, yüzlerce cezaevleriyle bölgeyi neredeyse açık hava hapishanesine dönüştürmekle söz konusu projenin güvenliğini sağladığını iddia etmekte ve bu yönde planlamalarına, soykırımlarına devam etmektedir. Hedef şimdilik bu görünüyor. Ancak biz bütün bu olumsuzluklara rağmen umut ediyoruz ki Çin’in hesabı olabilir, Çin’in planı olabilir, Cenâb-ı Allah’ın da mutlaka bir planı vardır. Allah’ın planını hikmetle inşallah bekleyeceğiz ve hazırlıklı olacağız. Ben şahsen burada şunu söylemek istiyorum: Bu bir mübalağa değil. Düşünün ki 30 küsur yıl Ermenilerin işgalinde kalmış Karabağ, Türk genel kurmayının askerî zekası, İHA ve SİHAlarımız, askerî teknolojilerimiz ve Türkiye’nin Azerbaycan’ın arkasında dağ gibi duruşuyla bağımsızlığına kavuştu ve bugün Azerbaycan topraklarına dahil edildi. Bu çok önemlidir ve biliyorsunuz Nahçıvan’da bir koridor var ve bu Sovyetler Birliği zamanında Türkiye ile Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının başla gövdeyi birbirinden ayırmak için yapılmıştı. Bu koridorla Ermenistan İran’la birleştirilmişti. Şimdi bu koridorun aşılması/açılması söz konusu. Bunun açılması Türkiye ile önce Azerbaycan’ın Nahçıvan üzerinden, daha sonra da bütün Türkistan’ın Batı Türkistan’ın birleşmesi. Ben umut ediyorum ki Türkiye askerî teknoloji alanındaki bu ilerleyişi ile ekonomik, siyasî ve uluslararası alandaki aktif rolleriyle gelecekte Doğu Türkistan’ın da bağımsızlığı adına bir sorumluluk üstlenecektir.
Ümitliyim dediniz. Gerçekten Doğu Türkistan davası ve meselesi çok derin, çok tarihi ve sadece bir milletin, topluluğun değil bütün insanlığın meselesi. Bununla birlikte özellikle Türkiye’den bahsettiniz, büyük katkılarını olabileceğini ifade ettiniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Biliyorsunuz sizin de yakından tanıdığınız uzun yıllar TSK üst düzey görevlerde yer almış, emekliliğinden sonra da vefatına kadar Doğu Türkistan Vakfı’nın başkanlığını yapmış merhum Rıza Bekin Paşa örneği karşımızda. Bunun yanısıra çeşitli önemli kilit noktalarda vazife almış şahsiyetler var geçmişti. Bu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Doğu Türkistan’la ilgili sorumluluğunun bir kısmını bize hatırlatıyor. Bu manada biz devletimize müteşekkiriz. Tabi zaman zaman belli dönemlerde devletin başındaki siyasi erkin farklı nedenlerden dolayı Doğu Türkistan’a, Türk dünyasına uzak durduğu da bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Örneğin 1945’te bir Boraltan faciası yaşandı. Dönemin siyasi yaklaşımları böyle bir katliama göz yumdu maalesef. Belli bir dönem maalesef “Türkiye dışında Türk yoktur!” algısına kurban edildi. Tabii bu dönem zamanla değişti. Sohbetimizin başında da belirttiğim gibi 1960 sonrasında iktidar değişimiyle Adalet Partisi ve sonrasında yeni dönemde durumlar daha müspet manada değişiyor. Bizlerin gelişi de Bakanlar Kurulu kararlarıyla olur yani.
Şimdi Doğu Türkistan davası bugün de maalesef uluslararası siyasetin kurbanı olmuş durumda. Mesela Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Beyefendi’nin 2009 Urumçi katliamında “Çin’in Doğu Türkistan’da uygulamış olduğu bir soykırımdır, bir katliamdır. Bunu NATO, Avrupa Parlamentosu, Birleşmiş Milletler, İslâm Konferansı Teşkilatı gibi uluslararası platforma taşıyacağım!” sözüyle birlikte Çin devlet başkanı Jiang Zemin, İtalya’daki G8 zirvesini iptal etmişti. Yani Türkiye’nin o iki kelimesi, sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o iki kelime itirazı, adaletli duruşu, Çin devlet başkanını G8 zirvesinden mahrum etmişti. Şimdi Türkiye bir ekonomik dar boğaz yaşıyor. Amerika ile ilişkiler dostane, NATO’daki müttefiklik ilişkilerine yaraşır şekilde değil. Avrupa Birliği hakeza bizi 50-60 yıldır kapısında bekletiyor. İsrail’de durum zaten ortada. Öyle olunca Türkiye’nin de Rusya-Çin-İran eksenli bir alternatif politikayı sürekli sıcak tuttuğunu biliyoruz. Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağımsız bir devlettir, elbette ülke menfaatini, millet menfaatini birinci öncelik tutması gerekir fakat bu asla ve asla Doğu Türkistan’daki Çin katliamını görmezden gelecek ya da oradaki katliamı “Mesele Çin’in iç işleridir!” diyecek bir yanlış adıma vesile olacak bir açıklama, bu kabul edilemez. Ya da “Çin’in teröre karşı mücadelesini destekliyoruz!” sözü bunlar asla kabul edilemez çünkü Çin bunu Doğu Türkistan’daki katliamlarını meşrulaştırmak için kullanabilir ve sadece ve sadece Türkiye’den haya eden, Türkiye’den çekinen Çin’in önünde ihtiyat edeceği hiçbir engel kalmaz ve oradaki katliamlarını alenileştirebilir.
O açıdan Türkiye’yi yöneten siyasilerin bundan sonrasında Çin’le olan ilişkilerinde Çin’in Doğu Türkistan’daki yaşananlar için belki “soykırım” diyemese de Batı’daki literatür ve söylemlerin benzerlerini dile getirmek suretiyle orada bir insan hakları, dini ve kültürel haklar noktasında ciddi ihlallerin olduğunu pek ala açıkça ifade edilebilinir. Uygur Türklerinin insanca yaşam hakları, onların evlilikleri, nüfuslarını çoğaltabilmesi, aile mefhumunu yaşatabilmek seyahat özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, hacca gidebilmesi, kendi dilinde eğitim alabilmesi, Türkiye’ye girip çıkabilmesi, bunlar en tabii doğal hakları olduğu deklare edilmeli. Bu haklar verilirse Çin’le Türkiye arasındaki ilişkiler kademe kademe ekonomik, askerî, siyasî alandan stratejik alana dönüşebilir diyerek Türkiye’nin adım atması gerekir.
En azından toplama kamplarını gündem edip bunların kapatılmasına dair talepte bulunması bile önemli bir adım olur.
Ali Bey bakın mesela şunu söyleyebilir: Tamam, Uygur meselesi, Sincan Uygur meselesi Çin’in iç işleridir ama biz istiyoruz ki Çin Uygurlara Sincan Uygur Özerk Anayasası’nda yazılan, anayasa güvencesi altına alınan haklarını, 1955’te kabul edilen anayasayı uygulasa bile bizim Uygurlar nefes alabilir, belki hayatta kalabilir, mevcudiyetini muhafaza edebilir. Çin bunu dahi uygulamıyor. Türkiye’nin cesaretli olması lazım. Türkiye kendi potansiyelini, kendi kabiliyetini, kendi hinterlandını ve kendi nüfus alanını, gücünü, kudretini bir ölçüp tartması gerekir. Mesela Türkiye resmî kanallardan “Sincan Uygur Özerk bölgesindeki insanların insanca yaşamı, hukukî haklarının iadesi, evlilikleri, çoğalması, ibadetleri, eğitimleri, seyahat özgürlükleri vs. temel insan haklarını verin. Evet, Sincan Uygur Özerk bölgesi sizin toprak bütünlüğünüzün içerisinde. Ama Uygur Türkeri’ni topyekûn imha eden başta toplama kampları, köle işçilik, zorunlu göç vs. uygulamalarından vazgeçin. Ancak o şekilde biz sizinle dostane ilişkileri en üst seviyeye, belki de stratejik ilişkiler seviyesine taşıyabiliriz.” dese inanın hiçbir şey kaybetmez. Aksine Türkiye itibar kazanır, Doğu Türkistanlılar nefes alır, Türk Cumhuriyetleri başta olmak üzere dünyada Çin’den tehdit gören birçok ülke de bundan mutlu olur ve bundan umutlanır. Zira Türkiye’ye de bu yakışır. Türkiye bunu diyebilecek kapasite ve potansiyele sahip esasen…
Kaldı ki bunu söylemek sizin bahsettiğiniz kazanımların dışında, her şeyin dışında, bir insan olarak, vicdan sahibi olan bir birey olarak hangi siyasi kimlikte olursa olsun temel insani bir sorumluluk. Devlet erki de nihayetinde insanî bir yapı. Bu bağlamda meselenin siyasi boyutunu detaylıca izah ettiniz. Şimdi de biraz bireysel sorumluluklarımıza ve özellikle gençlerimize bu konuda neler söylemek istersiniz? Duyarlı gençlerimizin çoğu zaman şu sorularına muhatap olmaktayız: “Biz bir genç olarak, bir grup olarak, arkadaşlar olarak, okulda öğrenciler olarak ya da herhangi bir fakültede gençler olarak ne yapabiliriz? Yani meydanlarda protesto etmenin dışında sosyal medyada paylaşımlar yapmanın dışında ne yapabiliriz?” Bu sorulara nasıl cevap vermeliyiz?
Öncelikle onlar kendilerini çok güzel ifade etmişler. Sosyal medyada Twitter, Facebook, Instagram sosyal medyada gündem oluşturmak, sosyal medyada dili kullanmak önemli. Şimdi bakın elimizle müdahale etme şansımız yok. Çin 6.000 km mesafede bize uzak. Topla, tüfekle böyle bir şey şu anda mümkün değil. Ekonomik yaptırım yapabilecek Türkiye’nin ekonomik gücü yok. Ne yapabiliriz? Hiç olmazsa bunu medyada, aslında ulusal medyada gündeme getirebilsek bu çok güzel olur ama maalesef Ali Bey siz de dikkat ediyorsunuzdur, benim şimdi yukarıda anlattığım, anlatmadan geçtiğim birçok konu var, birçok zulüm, soykırım belgeleri var. Bunların hiçbirini Türkiye’deki ulusal medyada görme şansınız yok. Bunun önündeki engel nedir yani ben bunu sormak isterim. O zaman aklıma şu geliyor: Resûlullah’ın (sas) o meşhur hadisini bir kere daha hatırlayalım: “Bir yerde bir zulüm, bir haksızlık varsa elinizle müdahale edin. Edemiyorsanız dilinizle itiraz edin, onu da yapamıyorsanız kalben buğz edin ki o da imanın en aciz noktasıdır.” Şimdi bizim imanımızı kim çalıyor ya da imanımıza kim ipotek koyuyor? Yani birkaç milyar dolar swap anlaşması yaptık diye yani Türkiye 3,5 milyar dolarlık bir kredi aldı biliyorsunuz. Bunu anlamış değiliz ama şu var bakın: İslâm dünyasında, Türk dünyasında genel bir hata var. Biliyorsunuz merhum Muhammed Mürsî, Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in oylarıyla demokratik bir seçimle iktidarı geldi Hüsnü Mübarek’ten sonra. Demokratik seçimle iktidara geldi. İlk ziyaretini nereye yaptı biliyor musunuz? İlk ziyaretini Çin’e yaptı ve bizim İslâm dünyasındaki genel geçer şu: Amerikan düşmanlığı, Amerikan endişesi ya da Batı endişesi bizi ister istemez İsrail’in, Rusya’nın kucağına atıyor. Allah bize böyle bir şey emretmiyor. Halbuki biz ne yapıyoruz? Bakın şimdi Amerika zalim, Amerika işgalci, Amerika yanlış yapıyor. Onun alternatifi Çin, Rusya ve İran’ın olmaması gerekir.
Tam da sizin bu söylediğinizin genel İslâm tarihinde yani insanlık tarihinde benzer örnekleri var. Nemrud’un Firavun’a, Firavun’un Nemrud’a kızması meselesi değil. Ortada Mûsa’lar yok, İbrahim’ler yok!…
Aynen öyle… Yani Firavun’a karşı olmak yetmez, Musa’nın yanında olmak gerek. Aslında biz Firavun’a karşıyız; ama Nemrud’un yanına gidiyoruz. Bize Allah yardım eder mi böyle olursa? Halbuki biz ne diyoruz beş vakit namazda 40 rekâtta Fatihâ sûresinde: “Yalnız sana inanır, ve yalnız senden yardım dileriz.” Peki, böyle mi yapıyoruz biz? İnanın böyle yapsak var ya vallahi Allah’ın yardımı bize gelir. Biz İslâm’ı ve imanı % 100 yaşadığımız anda ben inanıyorum ki Allah melekleriyle bize yardım eder. Uhud’da Bedir’de nasıl yardım ettiyse o şekil yardım eder.
O zaman bu sözlerinizden gençliğe vereceğimiz mesajı şu şekilde özetleyebir miyiz: Biz kendimiz olduğumuzda, değerlerimize sahip çıktığımızda, imanımızın ve İslamiyet’imizin ve vicdanımızın değeri olan hak ve hakikatin yanında durmayı ve mücadele etmeyi bırakmadığımız müddette inayet-i ilahi gelecektir, nereden nasıl olacağını bilmeyiz ama biz sürece odaklanacağız. Elimizden ne geliyorsa şartların elverdiği ölçüde yapmak durumundayız. İnşallah zafer Rabb’imin inayetiyle gelecektir.
İşte önümüzde canlı örnek var Ali Bey. Önümüzde Gazze örneği var, Hamas örneği var. Mesela oradaki mücahitlerin hepsinin hâfız olduğu ve hiçbirinin de kaza namazı bulunmadığı bize gelen bilgiler arasında. Rivayet midir, gerçek midir Allah bilir ama biz imanı, İslâm’ı bu şekilde yaşarsak Allah’ın yardımı bize gelir. Allah diyor ki: “İki kulum benim için bir araya gelirse, üçüncüsü benim.” Allah bunu vaad ediyor. Allah asla vaadinden dönmez!
O açıdan gençlerimizin Hamas’taki kardeşlerimizin imanını, onların duruşunu, onların hedefini, kendileri için hedef teşkil eder ve o ahlâkla, o imanla kendilerine istikamet verirlerse inanıyorum ki Doğu Türkistan için de gelecekte maddî, manevî, fizikî her anlamda destek verecek gençlik Türkiye’den çıkacaktır.
İnşallah. Allah razı olsun. Çok güzel bir sohbet oldu, aydınlandık, teşekkür ederiz. Söylediğinize son bir ufak katkı olarak ben de şunu ilave edeyim müsaadenizle. Bir öğretmen olarak ben bazen gençlerle oturuyoruz. Bazen bu meseleler gündeme geliyor sohbetlerimizde. Onlara acizane şu düşüncemi paylaşıyorum: İnsan “doğduğu” yeri seçemiyor. Coğrafya kader meselesi yani… “Doyduğu” yerde biraz nasip kısmet işi çoğu zaman. Hele ki bu ekonomik dar boğazda mesele iyice bireysel çabanın ötesine geçiyor. Ama her şeye rağmen bizi biz yapan, bizi insan kılan şey ise “durduğumuz” yerdir; zalime karşı mazlumun yanında mıyız? Hakikatin yanında batılın, yanlışın, kötülüğün karşısında mıyız? İşte bizim için meselenin en can alıcı yeri burasıdır. Eğer durduğumuz yeri doğru tespit edersek ve dahi sebat edebilirsek Allah’ın izniyle hem Doğu Türkistan hem Filistin hem de
Aynen haklısınız. Ben de çok teşekkür ediyorum, bir nebze de olsa Doğu Türkistan derdimizi, davamızı dile getirme fırsatını, imkânını verdiğiniz için… Allah razı olsun.
[…] “Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insanlık meselesidir.” […]