Kur’ân’ın ortaya koyduğu temel anlayışa göre insanlar Allah’a (cc) kulluk etmek üzere yaratılmış olup ahirette bu konuda sorguya çekileceklerdir (Bakara 2/21, 155–156). Yüce Allah (cc), bu imtihan konusunda insanları yardımsız bırakmamış, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmada rehberlik etmeleri için biz insanlara Allah’ın (cc) varlığını ve birliğini anlatacak, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak, hak ile batılı ayırmamıza yardımcı olacak olan peygamberler göndermiştir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (sas), gönderilmiş olduğu insanî değerlerden uzak, inkâr, sapıklık, ahlâksızlık gibi bir kâbusun içerisindeki Kureyş toplumunda; insanların bozulmuş, unutulmuş ve kaybolmuş güzel karakterlerini ihyâ ederek onları eğitmiştir. İslâm’ın dirilten mesajları ile canlı ve yepyeni bir anlayış oluşturmuş, faziletli, medeni, temel ilkeleri olan, yaşayan milletlere örnek teşkil edecek bir toplum oluşturmuştur. Peygamber Efendimiz (sas), gerek sözleri gerekse yaşayışıyla büyük etki yapmış, güzel vasıflarla donatılmış sahâbe efendilerimizden oluşan bir nesli yetiştirmiştir.
Genelde peygamberler büyük belâ ve musibetlere dûçâr olmuşlar,fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Peygamber Efendimiz (sas) de hayatıyla buna en güzel örnek olup 23 yıllık risalet hayatında azılı müşriklere karşı çetin bir mücadeleye girişmiş, kendi kavmi tarafından yalanlanmış, ölümle tehdit edilmiş, hakaretlere, çirkin tavırlara, kısıtlamalara, baskı ve işkencelere maruz kalmıştır. O daha doğmadan babasını, henüz altı yaşındayken annesini kaybetmiş, yetim ve öksüz olarak büyümüştür. Hayat arkadaşı Hz. Hatice (r.anhâ) annemizi ve yedi çocuğundan altı tanesini kendi elleriyle toprağa vermiş, eş ve evlat acısıyla sınanmıştır. Ne var ki Allah Resûlü (sas) bunların hiçbiri nedeniyle davasından vazgeçmemiş, yılmamış, usanmamıştır. Allah Resûlü’nün (sas), nübüvvet vazifesini yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçmiştir. Bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için kapı kapı dolaşıp hak ve hakikati anlatmış, kendilerine tebliğde bulunabileceği gönüller aramıştır.
Resûlullah (sas), vefatından hemen önceki ilk ve son haccında, Arafat meydanında tüm insanlığın çıkmazlarına ışık tutacak o muhteşem hutbesini irad etmiş, tevhid, Allâh’a (cc) itaat, emanet, faiz, kan davası, helal-haram, kardeşlik, kadın hakları, miras vs. birçok konuya değinmiş ve sözlerinin hitamında şöyle seslenmiştir: “Ey İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz?” Sahâbe-i kirâm hep bir ağızdan “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz’ diye şehadet ederiz.” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sas) mübârek şehâdet parmağını göğe doğru kaldırıp cemaat üzerine çevirip indirdikten sonra şöyle buyurmuştur: “Şahid ol Yâ Rab! Şahid ol Yâ Rab! Şahid ol Yâ Rab! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, kendisine tebliğ edilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlamış olabilir. Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”
Hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz (sas) kendisine yüklenen vazifeyi layıkıyla yerine getirmiştir. Buna tüm ümmet şahittir. Ama biz önümüzde böyle güzel bir örnek ve rehber varken ona ümmet olmanın hakkını verebildik mi? Onun emanetini tüm insanlığa ulaştırabildik mi? Bırakın tüm insanlığı en yakınımızdaki ana-babamıza, kardeşimize, eşimize, çocuklarımıza, dostlarımıza bu mübarek davayı anlatabildik mi? Bu hususta azmimiz, gayretimiz, derdimiz, planımız ne? Bizler de Peygamber Efendimiz’in (sas) aldığı cevabı alıp gönül rahatlığıyla “Şahit ol ya Rab!” diyerek emaneti teslim edebilecek miyiz acaba?
Filhakika İslâm’a davet Müslümanlara Allah (cc) tarafından yüklenmiş ilâhî bir vazifedir. Rabb’imizin huzuruna iyi ve güzel amellerle ve gönül rahatlığıyla çıkabilmek için biz Müslümanların bu sorumluluğu yüklenmesi gerekmektedir. Zira yapılan davet sadece muhataba yarar sağlamamakta aynı zamanda bizim kurtuluşumuza ve Müslüman kimliğimizi koruyabilmemize de vesile olmaktadır. Yaşadığımız toplumda, yakın çevremizde ilahi vahiyden bihaber olan ve vahyin ferahlatan mesajlarına muhtaç olan binlerce insan vardır. Bir duysa, bir bilse gönlünü İslâm’a açacak nice saklı hazineler İslâm davetçilerini beklemektedir. Öyleyse dinini, davasını dert edinmiş her Müslümanın bu sorumluluğu üstlenmesi zaruridir. Vakit durma vakti değil Allah için koşma vaktidir. Allah yolunda verdiği mücadelede rahat davranmak, plansız olmak, yavaş hareket etmek Müslüman için hem vebal hem de lüks sayılacak bir tutum arz eder.
Konu, davası için koşmaktan, çabalamaktan açılınca hatırlayalım Yâsîn Sûresi 20. ve devamındaki âyetlerde bahsedilen ve şehrin bir ucundan koşarak gelen o güzel adamı. O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyen o kimselere tâbi olun; onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsîn, 36/20-21) Ona “Cennete gir” denildi. “Rabbimin beni bağışladığını ve güzel biçimde ağırlananlardan eylediğini keşke kavmim bilseydi!” dedi (Yâsîn, 36/26-27).
Buradaki şuur gerçekten çok kıymetli ve takdire şayan. Kendisi cennete girse bile hâlâ geride kalan toplumun kurtuluşunu dert edinmiş olan bir yürek karşımıza çıkıyor ve bizi adeta sarsıyor. O şehidin aşkına, idrakine, mantığına dikkat kesilip tefekkür etmek gerek. Hayatına kasteden insanların geleceğini, ahiretini öylesine düşünüyor ki cellat olmaları, katil olmaları o anda onu asla meşgul etmiyor. Allah azze ve celle aziz kitabında lüks ve şatafatla yaşayan birinden değil, iman aşkıyla şehrin ta öbür ucundan, uzaklardan sadece Allah için koşarak gelen işte o güzel adamdan bahsediyor. Kalbindeki iman ve bu nuru başkalarına taşıma sevdasıyla, o da Allah elçilerine destek olmak, kavmini doğru yola ulaştırmak için beklemeden harekete geçiyor, davasını anlatıyor, davetini yapıyor ve şehit olarak Rabbine kavuşuyor.
Biz de her halükârda koşan olmak zorundayız ama mal, mülk hırsı, dünyalık hevesler, nefsani arzular için değil, Allah için koşanlardan. Durmayla kaybedecek vaktimiz yok bizim. Koşarken de bu isimsiz kahraman gibi koşmalı, yakın uzak demeden eşimize, dostumuza, tanıdığımıza, tanımadığımıza sadece Allah için koşmalı, Yüce Mevlâ’mızın dinini her ne pahasına olursa olsun insanlığa ulaştırmalı, fani ömrümüzde şehitlik yoluna kendimizi adamalı ve bu yolda da kendimize şahitler edinmeliyiz.
İslâm kültüründe “şehâdet” denince “kelime-i şehâdet” veya “şahitlik”, “şehit” denince Allah yolunda ölmek anlaşılırken; Kur’ân-ı Kerîm’de “şehâdet” dendiğinde şahitliğin yanı sıra “yemin”, “gerçeklik”, “duyu idrâkine nesne olan her şey”; “şehit” denince de “şahit” ve “bir yerde hazır bulunmak” anlaşılır. “Şehâdet” kelimesi; hazır olmak, müşâhade etmek, şahitlik yapmak, haber vermek, bilmek, açıklamak, hükmetmek gibi aslî/lügavî anlamlarından sıyrılarak İslâmi ilimlerde, kelime-i şehâdet, Allah yolunda ölmek, Allah Teâlâ’ın zâtını müşâhade etmek, onda yok olmak, görünür ve gözlenebilir olgular dünyası gibi anlamlara gelmiştir. Şehâdet, ilimle, yaşayışla, adâletle hakka şahitlik yapmaya ve bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihâdla canını vermeye denir. Kısaca şehâdetin özü, yakîn bilgi (ilim), adâlet, takvâ ve yaşayışla hakka şahit olmaktır. Görüldüğü gibi “şehâdet” kelimesi Allah yolunda ölmek ile sınırlı olmayıp Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar etmek manasına gelir. Buna kısaca İslâm literatüründe kelime-i şehâdet denir ve “Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şahitlik ederim ki Hz. Muhammed onun kulu ve elçisidir.” lafızlarından oluşur.
Şahitlikle, şehitlik birbiriyle ilişkili olan ve birlikte ele alınması gereken kavramlardır. Şehitlik, şahitliğin bir neticesidir. Hayatında şahitliği gerçekleştirenleri ruzi mahşerde Allah (cc) şehitlikle mükâfatlandıracaktır inşallah. Şahitlik bilinciyle, şehadet ruhu ve arzusuyla yaşayan mümin dünyaya takılıp kalmaz, bakış açısını bu dünyayla sınırlandırmaz, şahitlik ve şehadet bilincini yakalayarak esas ait olduğu hayatı yani ahiret hayatını idrak eder. Şahitliğin zirve noktası da kişinin bunu hayatıyla ispatlaması, ortaya koymasıdır. Yani kalbini imana teslim ederek, yaşamını Allah (cc) yoluna adayarak şehitlik dediğimiz mertebeye ulaşmasıdır. Şahitliğimizle, sorumluluk yüklenmemizle, insanları hidayete ve hakikate davetimizle birçok insanın kurtuluşuna vesile olabilir, sonu şehitlik olan bir mertebeye kavuşabiliriz.
Hatırlayalım bir sahâbe efendimizin hayatının son anlarındaki bir kesiti ve Allah yolunda şehitliğe şahitlik eden birinin nasıl imana kavuştuğunu. Sahâbeden Harâm b. Milhân (ra) bir savaşta düşman askeriyle karşı karşıya geliyor. Düşman askerinin attığı bir ok tam gırtlağına isabet ediyor, ölümcül bir darbeyle şah damarından vuruluyor. Orada şehit olan sahâbe efendimizin son sözü şu oluyor; “Kâbe’nin Rabbine andolsun ki kurtuldum, kazandım…” Darbeyi vuran müşrik ise şaşkınlık içerisinde, “Vuran ben, öldüren ben, ölen o, pekâlâ bu nasıl kurtuluş, bu nasıl bir kazanç” diye soruyor kendine. İşin ucunda imanın ve ebedi kurtuluşun olduğunu fark edip anlayınca da o sahneye şahit olmanın verdiği şevkle yüreğinde Allah’a (cc) teslimiyet yankı buluyor ve o da Müslüman oluyor.
Eğer hayatımız Allah (cc) rızasını kazanmak üzerine kurulmuş ve O’nun (cc) yolunda süren bir hayat ise biz şahitliği yakalamış oluruz. Şehit olmak nasip olur mu olmaz mı bilinmez ama Allah Resûlü (sas) bize bu konuda şu müjdeyi veriyor; “Kim ki sıdk ile, sadakat ile, samimiyet ile Allah’tan şehitlik isterse yatağında ölse bile Allah ona şehitlik mertebesi nasip eder.”
Allah’ın (cc) rızasının gözetildiği, nice güzel hasletlerin şiar edinildiği, İslâm bayraktarlığının vazife edinildiği ilim meclisleri, şahitliğin ve şehitliğin birer yansıması ve vesilesidir. Suffa İlim Meclislerinde yer alarak hakikat yolculuğuna çıkılabilir, İslâm’ın şerefli ve izzetli kimliği elde edilebilir, seküler bir anlayışın etkisiyle sıradanlaşan günümüz insanı, bambaşka bir ruhla yeniden dirilebilir. Bu meclisler, ümmet olarak birlik ve beraberliğimizin, dayanışma içerisinde olmamızın vasıtalarındandır. Sadece dünya lezzetleri ve nimetleri için değil, bunun ötesinde Allah’ın (cc) işaret ettiği nimetlere ve lezzetlere de talip olmak için ilahi emaneti bütün dünyaya ulaştırma azim ve kararlılığıyla nesiller yetiştirmek için Suffa İlim Meclislerine dâhil olmalıyız. Gayesi Allah rızası olan insanların bir araya geldiği ilim halkalarına devam etmek şahitlik ve şehitlik şuurunu taşıyan her Müslüman için elzemdir. “Yâ Rab! Bizi şahitlerden yaz ve şehitlik mertebesine ulaştır. Her sabah uyandığımızda şahitlik ve şehitlik ahdimiz olsun!”