Şahitlik insan hayatının ulaşmayı istediği bir hedeftir aslında. Zira dünya hayatı boyunca kendisi dışında var olan hakikate ve gerçekliğe şahitlik edebildiği oranda kendi varoluşunu da anlamlandırabilme imkânı bulacaktır. Kendisi dışındaki tüm nesnelerin (âyet) işaret ettiği hakikat, şahitlerin arttığı oranda kendisini daha çok tezahür ettirecektir. Fakat insanların çoğu “şahitlik” konumunun ne anlama geldiği konusunda bir fikre sahip değildir.
İnsanın dünyada bulunuşu bütün süreçleriyle kendi talepleri doğrultusunda olmamıştır. Allah Teâlâ yarattığı meleklere daha sonra bir varlık yaratacağını belirtmiştir. Melekler “kan dökecek ve fesat çıkaracak”1 şeklinde niteledikleri bu “insan” karşısında kendilerinin Allah’ı sürekli zikreden, isyan etmeyen varlıklar olduklarını özellikle belirtirler. Bu durumda meleklerin Allah’ı ve O’nun yarattıklarını tanımaması diye bir durum söz konusu değildir. Aslında insan için bahsedilen “kan dökücü ve fesat çıkarıcı” niteliği onun iradesine atıfta bulunmasının yanında yabancılaşmasına da atıfta bulunmaktadır.
Nihayetinde ilk insanlar olarak Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva yasak ağaçtan yiyerek ilk olumsuzluklarını yaşamışlar ve yeryüzüne gönderilmişlerdir. Artık Hz. Âdem ve Hz. Havva ile onların nesilleri olan insan soyu dünyada çalışmak ve düşünmek durumundadırlar. İnsanlar oldukça büyük bir dünya ve içindeki sınırsız canlı, cansız varlık ve nesnelerle muhatap olacak, temel ihtiyaçlarını karşılamak için gayret ve mücadele edecektir. Bu minvalde belki çözülmesi gereken en temel problem; kendisi ve içinde yaşadığı dünyanın anlamını çözmektir.
Allah insanları dünyada yapayalnız bırakmamış, peygamberler ve vahiy üzerinden hatırlatmalar yapmıştır. Aslında vahiy sonucu insanlığın önünde olan kutsal kitaplara bakıldığında (bunlara beşerî dinlerin öğretilerini de ekleyebiliriz) odak noktasının dünyada insanın bulunuş sebebi gibi anlam üzerinde olduğunu ve nihayetinde ölümle birlikte insanı bekleyen bir hesapta yoğunlaştığını görmekteyiz. İşte tam da bu noktada insanın anlam problemini çözmeye çalıştığını anlamaktayız. Bu durum içinde yaşadığımız modern zamanlarda da çok değişmiş değildir. Nitekim modernizm teknoloji ve bilgi açısından önemli değişimlere ve bilgiye imza atsa da son kertede anlam problemini halledebilmiş değildir. Ayrıca burada beşerî dinlerin bilhassa insanı ve dünyayı kendi hakikatine uygun biçimde kavrayabilme konusunda farklılaştığını ve yanlışlandığını görmeliyiz. İnsandan dünya hayatında beklenen şey genel olarak kendisi, evren, dünya ve nesneleri kendi mahiyetlerine uygun biçimde kavramaktır.
Bu kavrama/anlama birkaç türlü yöntemle mümkündür. Birincisi, tamamen insanî imkânlarla yani insanın akıl, duyu organları ve sahip olduğu potansiyelleri kullanarak kendisi, dünya ve nesnelerle ilgili kesin bilgilere ulaşmaktır. Bu uygulanan belirli yöntemlerle gerçekleştirilebilir ve bizim bilimsel faaliyet dediğimiz bir usul çerçevesinde yapılır. Özellikle buradaki kesinlik geçmişte pozitivist yöntemlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat bilim hem dinamik olup sonuçları itibariyle değişebilen niteliktedir hem de fenomenler dünyasıyla sınırlıdır. Hakikat ise fenomenler dünyası ile sınırlı olmayıp aşkın boyutlar da taşımaktadır. İşte hakikatin bu aşkın boyutunu insanlara hatırlatan ise kutsal kitaplar ya da daha genel anlamıyla dindir.
İşte tam da bu noktada İslâm dininin “hakikat” konusunda diğer dinlerden farklı içeriklere sahip olduğunu belirtmek lazımdır. Söz gelimi; beşerî ya da pagan dinler çok tanrı inancına sahip olup Tanrı’yı tek kabul etmezler. Bu bakış açısı, pagan inancında bir parçalanma olarak görülür. Tanrılar panteonundaki her bir tanrı farklı işlevlerden sorumludur ve daha da önemlisi her tanrının diğerinden bağımsız bir egemenlik alanı bulunmaktadır. Özünde tevhidi olmakla birlikte süreç içerisinde dejenerasyona uğramış olan Yahudiliğin tanrısı Yahve bir ulusal tanrı haline dönüşmüş olup, insanlığı kuşatıcı değildir. Yine Hristiyanlık Baba-Oğul ve Kutsal Ruh’tan mürekkep üçlü bir tanrı anlayışına sahiptir.
Esasen bu farklılıklar “her bir dinin kendi inancıdır” denilerek geçiştirilecek bir konu değildir. Çünkü tanrı inancı paradigmatik bir konu olup aynı zamanda insan-evren ilişkisiyle bunlara dair gerçekliğin içeriğini vermektedir. Bu minvalde “tevhid” inancı İslâm’ın paradigması olup tevhid bozulduğunda artık İslâm’dan bahsedilemez. Dolayısıyla her bir farklı tanrı inancı, insan ve evrene dair hakikati farklı bir biçimde kurmak demeye gelmektedir.
İslâm dini kendi müntesiplerinden “tevhid”e inanmalarını, tevhidi kabul etmelerini ister. İslâm bunu bir iman formülasyonu haline getirdiğinden, müntesipleri o formülasyonu dilleriyle söyler ve kalpleriyle inanırlar. “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah” şeklinde formüle edilen bu cümle, Allah kadar insan ve evreni de bir okuma biçimidir. Tam da bu sebeple Müslümanlık iman etmekle yani bu cümleyi kabul etmekle başlamaktadır. Allah dışında hiçbir varlığın bir tanrı olarak evrene egemen bir ilâh olarak kabul edilemeyeceğini bu cümle deklare etmektedir. Diğer dinlerdeki tanrı inancı niçin sorunlu görülmektedir? Çünkü beşerî dinlerde ve paganizmde egemenlik alanları bölünürken insanın kimlik ve kişiliği de bölünmektedir. Yahudilikteki tanrı artık tüm insanlığı kuşatamamaktadır. Hristiyanlık ise Hz. Îsâ’yı “tanrının oğlu” kabul ederken insanı yarı tanrı yarı insan bir varlık olarak kabul etmenin yanı sıra egemenliği parçalamaktadır.
İslâm açısından tevhid varoluşun ve evrenin bir hakikatini ifade etmektedir. Dolayısıyla İslâm dini insanların iman etmelerini isterken bu hakikati dile getirmelerini talep etmektedir. Bu minvalde bir kişi iman ettiğinde “Ben bu hakikate şahitlik ediyorum.” demek istemektedir. Yani bir mümin hakikat sürecine katılmakta ve şahitlik ettiğini deklare etmektedir. Tam da bu sebeple iman formülasyonu şu şekilde kendisini yansıtmaktadır: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlüh.” Yani “Ben Allah’tan (cc) başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed’in (sas) Allah’ın resûlü olduğuna şahitlik ederim.” İşte bu sebeple ilk girişte belirttiğimiz üzere insan hayatı boyunca yapacağı en değerli şeyin bu hakikate şahitlik etmek olduğunun altını çizmeliyiz.
Arapça kökenli olan “şahitlik”, “görmek, tanıklık etmek” şeklindeki kelimelerle Türkçede kullanılmaktadır. Bu bağlamda bir olayı görmek, onunla ilgili tanıklık etmektir. Görgü şahidi şeklinde de ifade edilmektedir. Şehitlik de bir kişinin Allah (cc) yolunda cihad ederek ölmesine atıfta bulunmaktadır ki, ölümle birlikte bir hakikate şahitlik etmeye başlamıştır. Dolayısıyla şahitlik burada insanın sadece fenomenler dünyasındaki nesneleri görmesi ve anlamasını değil, daha geniş kapsamda aşkın hakikati anlamasını içermektedir. Tam da bu sebeple iman ya da şahitlik etmek bir insanın ulaşabileceği en önemli düzeydir.
“Sübhan” kavramı ise Allah’ı her türlü noksandan münezzeh ve yüceliğini içermektedir. Bir Müslümanın ilk adımda şahitlik etmesi gereken en yüce varlık olan Allah’tır. Allah vacib-i mutlak bir varlık şeklinde nitelenirken bunun anlamı; olmamasının düşünülememesidir. Zaten ikiye ayrılan varlıklardan ilki mümkün varlıklar olup insan ve tüm eşyaya teşmil edilebilir. Bunun dışında varlığı kendisinden menkul, var olmak için başkasına ihtiyaç duymayan tek varlık Allah’tır. Bu durum en baştan Allah’a bir mükemmellik izafe ettiği gibi onu tüm noksanlıklardan tenzih eder. Allah ile insan arasında derece değil mahiyet farkı vardır. Fani, eksik, hata yapabilen bir varlık olarak insanla, mahiyetinde bu eksiklikler bulunmayan Allah arasındaki ilişki ise insanın Allah’ı tanıması ve bir yaratıcı olarak ona ibadet etmesi şeklinde tezahür etmektedir. Allah tüm varlıkların, bilgisinin, eşyanın kaynağı olup hiçbir şey Onun bilgisinin dışında değildir.
Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde durduğu anahtar kavram tevhiddir. Tevhid temelde Allah’ın varlığı ve birliğini vurgular ve paradigmal bir kavramdır. Bilindiği üzere Hz. Muhammed (sas) ilk insan ve peygamber olan Hz. Âdem’den (as) itibaren başlayan peygamberliğin son halkasıdır. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’in anlatılan peygamber kıssalarında odaklandığı nokta tevhiddir. Dolayısıyla tevhid sadece Hz. Muhammed (sas) ile ortaya çıkmış olmayıp, insanlığın ilk tarihinden itibaren odak noktayı oluşturan bir gelenektir. Allah insanın tevhide şahitlik etmesini istemektedir. Allah’ın ısrarla tevhid üzerinde durması, eşya, insan ve evrene dair hakikate olan vurgusudur. Zira böyle bir hakikatin kabul edilmesi durumunda insanlar eşya ve insana dair yanlış bir perspektif edineceklerdir. Tevhid, bilginin ve tüm varlığın yegâne kaynağının Allah olduğunu kabul eder ki varlık ve bilgide çelişki olmamasını gerektirir. Yine tevhid yegâne egemen varlık olarak Allah’a işaret ettiğinden, O’ndan başka ilâhlık taslayanları sahte ilâhlar olarak değerlendirir.
Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerîm’in ve tüm insanlık tarihinde peygamberlerin itiraz ettiği temel kavram ise şirktir. Bir ortaklığı ifade eden şirk, genel olarak Allah’ın yanı sıra bir egemen ve ortak kabul etmeyi içermektedir. Ortaklık kavramını tersinden düşündüğümüzde karşımıza “parçalanma” kavramı çıkmaktadır. Zira bir bütünün tek sahibi olmasıyla, aynı bütünün birden çok ortağın mülkü olması farklı durumlardır. Zira ikincisinde bütün parçalanmıştır. Bu anlamda şirk bir parçalanmışlığa ve farklı egemenlik alanlarına atıfta bulunmaktadır. Nitekim Yunanlıların antik dönemdeki dini hayatlarına bakıldığında farklı işlevlere ve egemenlik alanlarına sahip tanrılarla karşılaşmaktayız; aşk tanrısı, yağmur tanrısı, bereket tanrısı vs. tevhidin parçalandığını gösteren bu anlayış, aynı zamanda tanrıların egemenlik alanlarını da bölmüştür. Hatta mitolojiye bakacak olursak Zeus tüm tanrıların üzerinde bir Tanrı konumuna yükselerek egemenlik alanını genişletmiştir. Mitolojideki anlatımlarda tanrılara birçok noksanlık ve ahlaki zafiyetler izafe edilmektedir. Dolayısıyla toplumla tanrı arasındaki ilişkide, tanrıya atfedilen noksanlar toplumda da normal karşılanmaktadır. Meselâ; “Homeros’un tanrılar bile kandırılır yalvarıp yakarmayla/İnsanlar bir kabahat, bir günah işlediler mi/kurbanlar, yağlar, adaklar, şaraplar yumuşatır tanrıları da.”2 Benzer bir perspektif Mekke paganizminde de izlenebilmektedir. Anlaşılacağı gibi burada Allah’a dair bir sübhan olma niteliği görülemez.
Halbuki dilsel olarak “Allah” ifadesini kullanımla birlikte, bir tamlığa, mükemmelliğe atıfta bulunmaktayız. Allah’ın insandan ve diğer varlıklardan farklı olan yönü zaten budur. Dolayısıyla Allah insanın bir sığınağıdır. Aslında insan yaşadığı hayat boyunca gerek kendi iç süreçlerinde gerekse kendisini kuşatan evrende Allah’ı tecrübe etmektedir. Bu tecrübe aynı zamanda insanın şahitliğini de tekemmül ettirmektedir. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de insanı kuşatan bu göstergeleri “âyet” şeklinde nitelemekte ve âyetlerin dikkatlice takip edilmesini istemektedir. Zira âyetler şahitliği içeriklendirip derinleştirecek ilişki biçimlerine işaret ettiği gibi hepsi bir düzenin, mükemmelliğin ve tamlığın göstergesi olarak insanın karşısında durmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Göğü yedi kat birbiriyle uyumlu olarak tabakalar halinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak bir bozukluk görebilecek misin? Daha sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz sana aradığını bulamadığı için) aciz ve bitkin halde geri dönecektir.”3 Burada özellikle Allah’ın yarattığı düzene ve kusursuzluğa dikkat çekilirken gerçekte insanın da bu mükemmelliğe şahitlik etmesi beklenmektedir. Doğrusu Kur’ân-ı Kerîm tabiattan birçok örneklerle şahitliğe çağrıyı sürekli kılmaktadır.
Allah-insan ilişkisinin mahiyetini ve insanın konumunu belirginleştiren tüm bu âyetler ve hakikat karşısında, insan da şahitliğini daha somut hale getirmesi beklenir. Burada birinci adım, insanın hakikate şahitlik etmesi yani katılmasıdır. İkinci adım ise insan şahitliğini tezekkür ve sübhan mertebesine çıkararak göstermesidir. Bu mertebe Allah’ın mutlak egemenliğini tanımak ve yüceliğini Allah ile ilişkilerde göstermektir.
Notlar
1 Bakara, 2/30.
2 Aktaran Eflatun, Devlet, Çev. S. Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, 6. Baskı, İst., Remzi Kitabevi, 1988, s. 55.
3 Mülk, 67/3-4.