فَلَعَلَّكَ بَاخِـعٌ نَفْسَكَ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ اِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَد۪يثِ اَسَفاً
“Bu son kitaba inanmadılar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helâk edeceksin!” (Kehf 18/6)
Dava Azmi
Yukarıdaki âyet, başlıktaki ifadelerin tamamını hatta belki daha da fazlasını anlatmaktadır. Kırk yaşına kadar kendi halinde yaşayan, bir karıncayı dahi incitmemiş olan, çevresince güvenilir kişi (el-Emîn) olarak tanınan, muhterem eşi Hatice validemiz tarafından “Sen akrabalarını korur gözetirsin, yalan söylemezsin, zayıf olanlara destek çıkarsın, yoksulu giydirirsin, misafire ikram edersin ve darda kalmış, belaya uğramış kimselere yardım edersin”[1] diye tanımlanan müstesna bir zat yaşıyordu Mekke’de. İşte tam kırklı yaşlarında O’na ağır bir yük yüklendi, yük ağırdı ama O bunu kaldıracak güç ve kabiliyete fazlasıyla sahipti. Zaten Hz. Hatice validemizin sözleri, bu tespitin en büyük ve güçlü deliliydi. Onca yıl aynı yastığa baş koyduğu eşini ondan daha iyi bilecek kim olabilirdi? Bu söylediklerimizin hiçbirisi olmasa bile, bu âyet O’nun iyilikseverliğini, yufka yürekliliğini, dava sevdasını ve azmini anlatmaya yeterdi. Çünkü bu âyet O’nu yaratan, yaşatan, peygamber olarak görevlendiren, Kur’an gibi bir kitabı tebliğe memur kılan Yüce Allah’ın kelamıydı.
Âyetin ilk cümlesi “Onların arkasından kendini helak edeceksin.” şeklindedir. Elmalılı merhum buna “kendini tüketeceksin”[2] diye anlam vermiş ki biz Türkçede iki ifadeyi de neredeyse aynı anlamda kullanırız. Bu âyette anlatılmak istenen, bir intihar veya kendisine kasıtlı zarar verme değil, birine duyulan sevginin, şefkatin ve vicdan tezahürünün sonucu olarak, gönüllü ve içten gelen bir duyguyla bir kişinin davasına baş koyması; aklından geçeni, doğru bildiğini, gönlünün yattığını, kalbinin gösterdiğini, vicdanının emrettiğini gerçekleştirme azmi, kararlılığı ve gayretidir. Bu, ölümü isteme veya tercih etme değil, davası uğruna ölümü göze alma, bu yola baş koyma, bütün varlığını feda etmedir. İntihar ve ölümü isteme ne kadar kötüyse, ölümü göze alarak bir davaya baş koymak bir o kadar övgüye layık ve takdire şayandır. Bir asker düşünün; dini, vatanı ve namusu için ölümü göze almış, canını ortaya koymuş, arkasına bakmadan yola koyulmuş; hiç kimse bu askere ölüme gidiyor diye hayıflanmaz, aksine ne kutlu bir sefere çıkıyor diye arkasından övgü dizer, kıvanç duyar, dua eder. Zaten Müslüman bir asker de asla ölmeye gitmez, ama ölümü göze alarak gider; dini, vatanı ve namusu için şehadet şerbetini içmenin veya gazi olmanın yüce bir görev olduğunu bilerek gider.
Üzüntüsü
Âyetin ilk cümlesi O’nun (sas) övgüye layık davranışını anlatırken sonundaki esef sözcüğü de Hz. Peygamber’in (sas) üzüntüsünü, hayal kırıklığını ve kaygısını dile getirmekte yani ilk cümlenin kahramanının hâlini bize tercüme etmektedir: İnsanlar ateşe gitmesin, karanlıkta kalmasın, cezaya uğramasın, ebedî hayatını hüsrana çevirmesin diye çırpınan, haykıran, yırtınan ve kendini adeta helak eden Rahmet Elçisi’nin (sas) hâlini bize yansıtmaktadır. Belki de O’nu (sas) en çok hayal kırıklığına uğratan, bütün bu çaba ve çırpınmasının muhatapları nezdinde kabul görmemesi, karanlıkta kalmaktan memnun olmaları, aydınlığa gözlerini kapatmaları, kurtuluş çağrısına kulaklarını tıkamaları, kalplerini gizleyip vicdanlarını görmezden gelmeleridir.
Herkesin kurtulmasıydı O’nun (sas) derdi, müşriklerin ileri gelenlerini ikna edebilirse onlara tabi olan, takip eden ve sözlerine güvenen büyük kitlenin de kurtuluşuna vesile olacağını düşünüyordu. Tek tek kişilerle meşgul olmak yerine büyük kitlenin kurtuluşunu hedeflemişti. O yüzden âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm’un koşarak kendisine gelmesini ve kurtuluş yardımı istemesini zahiren ihmal etmişti. Yüce Allah tam da bu noktada O’nu (sas) uyarmış ve önemli olanın kitlesel katılım veya başarı değil, gönülden katılım olduğunu bildirmişti. Yüce Rabbimizin Hz. İbrahim (as) için “O rabbine bağlı, davasına sadık, bildiği yoldan dönmeyen tek başına bir ümmet” demesi de bundandı.[3] Talut’un sadece üç yüz kadar cengaverle koca Calut ordusuna karşı savaşa çıkması ve zafere ulaşması da bunun somut örneğiydi.[4] Bedir Harbi’nde üç yüz kahraman sahâbenin kendilerinin üç katı müşrik ordusunu yenmesi İslâm tarihinin şanlı bir sayfasıydı. Çünkü başarı sayısal çoklukta ve nicelik üstünlüğünde değil; gönül büyüklüğünde, kalp açıklığında, irade sağlamlığında ve ilâhî rızaya erme azim ve kararlılığındaydı. Bazen şefkat ve merhamet de insanın gözünü bürür ve bazı hakikatleri görmesini engelleyebilirdi. Her şeyi gören ve bilen Yüce Allah işte bu noktada O’nu (sas) uyarmış, şefkatin yönünün iyi ve doğru tayin edilmesi gerektiğini hatırlatmıştı. Allah’ın peygamberlerini koruması anlamındaki ismet/masumiyet bir anlamıyla günah işlememek diğer anlamıyla ise küçük bir hatadan bile büyük dönüş ve dönüşüm gerçekleştirmektir. Abese Sûresi’nin ilk beş âyetinde işte böyle şefkatin ve merhametin doğru ve etkili kullanımının nasıl olması gerektiğini Yüce Allah, Rahmet Peygamberi’nin (sas) örnekliğinde bizlere göstermiştir. Peygamber Efendimiz’in (sas) buna vesile olan Abdullah b. Ümmü Mektûm’u her gördüğünde gönlünü alması ve iltifatlarda bulunması, olayın önemini ve anlamını yansıtması bakımından kayda değerdir.
Davet Yöntemi: Gönülden Gelene Öncelik
Abdullah b. Ümmü Mektûm olayında dikkate alınması gereken en önemli husus, gönülden kurtuluş arayışında olan ile gönüllü zulmette kalmak isteyenin ayırt edilmesidir.[5] Çünkü “dinde zorlama yoktur” herkes açık bir şekilde imana davet edilmekte ve gönülden gelmeleri istenmektedir. Bu davetin bütün boyutları Rahmet Peygamberi (sas) ve indirilen Kur’ân-ı Kerîm’le net bir şekilde açıklanmış, “doğru ile yanlış birbirinden ayırt edilmiştir.” Artık bundan sonra insana düşen “Allah’ın dışında kendinde güç vehmedilenleri, tanrı tanınanları ve tapınılanları reddedip sadece Allah’a inanmaktır.” Yüce Allah bu yola girmiş, hidayete yönelmiş, hakkı ve hakikati seçmiş kullarına destek olarak “kopmayan sağlam bir kulp” sunar. Kulp sağlamdır asla kopmaz ve tutunan kimseyi yarı yolda bırakmaz; yeter ki insan aklını doğru kullansın, o kulpa sağlam tutunsun, irade ve niyet kararlılığı göstersin.[6] Bu noktada “İster kadın ister erkek olsun sizden hiç kimsenin emeğini boşa çıkartmayacağım.”[7] vaadiyle Yüce Allah bize tam bir güvence sunmaktadır.
Şunu bilelim ki Peygamber Efendimiz (sas) ne kadar şefkat ve merhamet sahibi ise, bizi yaratan Yüce Allah kıyas edilmeyecek derecede O’ndan (sas) daha fazla merhamet sahibidir. Rabbimizin merhametine en çok layık olan da yine Rahmet Elçisi Hz. Muhammed Mustafa’dır (sas). Zaten yazımıza başlık yaptığımız âyet Hz. Peygamber’e (sas) bir uyarı değil, O’nun üzüntüsünü hafifletmek için tesellide bulunmak, yaptıklarının ilâhî rızaya mazhar olduğunu bildirmektir. Rahmet Peygamberi’nin (sas) Kur’ân’ın ifadesiyle “Ben sizin gibi bir insanım.”[8] diye itirafta bulunması ve bu davanın arkasındaki kudret sahibine ve gerçek hidayet kaynağına işaret etmesi bu gerçeğin açık bir tespitidir. Çünkü bu davada asıl olan Yüce Allah’ın birliğini ve yegâneliğini kavramak, inanmak ve kurtuluşu sadece O’nun iradesinde aramaktır.[9]
Zaten Hz. Peygamber (sas) ne gaybı bilendir ne de hidayete erdirendir; sadece hidayet vesilesidir. Çünkü bu iki alan Yüce Allah’ın uhdesindedir ve beşerî bir varlığın bu büyük yükün altında girmesi ve üstesinden gelmesi de mümkün değildir. Nitekim bunu bilen Yüce Allah, Rahmet Peygamberine (sas) şöyle demesini buyurmuştur: “Onlara de ki: “Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım.’ De ki: ‘Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?”[10] “Kuşkusuz sen istediğini hidayete erdiremezsin. Sadece Yüce Allah dilediğini hidayete erdirir, zaten hidayete erecek olanları en iyi O bilir.”[11] Bu iki âyet Hz. Peygamberin (sas) hareket alanını daraltma veya uyarı mahiyetinde değil, bilakis Rahman olan Allah’ın O’nu (sas) korumaya alması, gücünün üstünde yük yüklenmesine rıza göstermemesidir. Bu âyetlerde aynı zamanda sahâbeden itibaren tüm müminlere dava adamlığının nasıl olması gerektiğinin de yöntemi öğretilmektedir. Zaten “Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor.”[12] buyruğu başlıktaki âyetin hem anlam çerçevesini hem de iniş hikmetini bize bildirmektedir.
Öyleyse bu üslupta gelen âyetler, O’nun dava azmini ve gayretini sınırlama veya yok etmeye yönelik değil, bilakis davanın doğru, etkili ve uygun yöntemlerle yapılmasını telkin ve talim amaçlıdır. Nitekim bu âyetlerden sonra da Rahmet Elçisi Peygamberimizin (sas) azim ve kararlığında hiçbir eksilme olmamış bilakis artarak devam etmiştir. Aynı anlamı ifade eden “İnanmıyorlar diye kendini parçalayacaksın.”[13] âyeti de O’nu (sas) teselli etmenin yanında davasında takdir ve teşvik amaçlıdır. Bunun böyle olduğunu “Yakın akrabalarını uyar.”[14] âyetinden anlıyoruz. Çünkü bir insanın merhamet ve şefkatinin ilk tecelli edeceği kesim en yakınlarıdır. Zaten Yüce Rabbimizin en önemli buyruklarından biri sıla-i rahim denilen akrabalık ilişkilerinin gözetilmesi ve korunmasıdır. Çünkü akrabalık bağlarını kuran bizzat Rahman ve Rahim olan Yüce Yaratıcımızdır. Hiç kimse, anne-babası dâhil bütün bir akraba çevresini ne seçmiş ne belirlemiştir; dünyaya geldiğinde hepsini hazır bulmuştur. Bundandır ki Yüce Allah kendi yarattığına ve kurduğu akrabalık ilişkileri ağına saygı gösterilmesini istemektedir. Bunun sınırı da kendisine saygının ortadan kalktığı veya kaldırıldığı yere kadardır. Bu konudaki şefkat ve merhamet sınırlarını, “Sana uyan müminlere kol kanat ger.”[15] buyruğuyla belirlemiştir. Nitekim isyan eden, peygamber babasına sırt dönen Hz. Nuh’un oğlu için Yüce Allah’ın “Ey Nuh! O senin ehlinden değildir.”[16] hükmünü vermesi, bu âyetin anlamını destekleyen fiilî bir örnektir. Çünkü öte dünyada geçerli olan akrabalık bağı değil; din, iman, takva ve ihsan bağıdır. Yaratıcısına isyan ederek, ailesini yok sayarak, kendisini tehlikeye atarak zulüm işleyen bir kişinin ilahi gazaba ve cezaya uğraması kaçınılmazdır. Aynı durum Tebbet Sûresi’nde ifade edilen Hz. Peygamber’in amcası Ebû Leheb için de geçerlidir. Bu şekilde isyan ve inkâra sapmış olan bir bireyin akrabalık bağının işe yaraması da söz konusu değildir; o bağı kuran Yüce Yaratıcı, gerektiğinde fiilen olmasa da hükmen geçersiz kılmaktadır. Hz. Nuh’un (as) “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir.” diyerek akrabalık bağını dile getirmesi bu dünyadaki fiilî durumuna, Yüce Allah’ın geçersiz sayması ise öte dünyadaki hükmî durumuna göredir. Bu geçersiz saymada onun isyanına ve inkârına işaret edilmesi, bu tasarrufun hikmet, adalet ve hukuk dışı olmadığının göstergesidir. Nitekim bu ilâhî uyarı karşısında Hz. Nuh hemen toparlanmış ve şu tarihi bağışlanma talebinde bulunmuştur: “Ey Rabbim! Ben, hakkında bilgi sahibi olmadığım bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, kaybedenlerden olurum!”[17]
İnkârcıya Uyarı İnanana Örnek
İmam Matüridî’nin tespitine göre bu âyetin iki boyutu bulunmaktadır: Birincisi kâfirlere yönelik uyarı, ikincisi ise müminlere yönelik dava adamlığının nasıl olması gerektiğidir. Kâfirlere uyarı, görevlendirdiği Elçi’nin (sas) kendisini helak edercesine çırpınmasına karşın inkâr, isyan ve yalanlama şeklindeki söz ve eylemleriyle O’nu (sas) üzmelerine yöneliktir. Çünkü “Allah, kendisini ve Peygamberini üzenlere lanet etmiş”[18] yani onları rahmetinden mahrum edeceğini bildirmiştir. Allah’ın üzülmesi diye bir husustan bahsedilemez; öyleyse bu âyette Allah’ın üzülmesinden maksat, Hz. Peygamber’i (sas) üzmenin hoş karşılanmaması ve ona yönelik her üzücü hareketin bizzat O’nu (sas) görevlendiren Yüce Allah’a yönelik isyan olduğunun bildirilmesidir. Zaten Kur’ân’da çokça zikredilen “Allah’a ve Peygamberine itaat edin”[19] buyruğu da bu manayı desteklemektedir. Yoksa bütün bir insanlık Allah’a isyan etse ve inkâr etse, O’na zerre kadar zarar vermeleri söz konusu değildir. Aslında onlar Yüce Allah arkasında olduğu sürece Rahmet Peygamber’ine (sas) de zarar veremezler ama insan olması hasebiyle duygularını incitmeleri, üzüntüye sevk etmeleri ve psikolojik eziyete maruz bırakmaları söz konusu olabilir. Bütün bunlara karşı Yüce Allah, Rahmet Elçisi’ni (sas) tebliğ ve nübüvvet görevi konusunda koruyacağını, “Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirileni insanlara tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan risâlet görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlara karşı koruyacaktır. Kuşkusuz O, küfrü seçmiş ve isyana yönelmiş kâfir topluluğunu hidayete erdirmez”[20] âyetiyle bildirmiştir. Bu bildirim, O’na (sas) görevinde güvence sağlama, düşmanlarına da gözdağı..