Kan ve ter içindeyim. Mavi ve kayaçlı bir labirentin kıvrımlarında oradan oraya koşturuyorum. Hangi köşeyi dönsem karşımda kirpiklerinden kan damlayan bir kadın görüyorum. Elinde alla karışık beyaz bir havlu, havluların içinde ne olduğunu merak etmekten deli gibi korkuyorum. Merak etmemeliyim… Merak etmemeliyim… Başka bir köşeye koşuyor yine aynı tabloyla karşılaşıyorum. Allah’ım kalbime sen mukayyet ol. Annemi gönder ve uyandır beni… Hadi anne, gel artık rüyalarımı en güzel yerinde bölersin, böl şu rüyayı en kanlı yerinden. Uyandır artık kızını… Anne! Uzadıkça rüya değilmiş gibi geliyor, gerçek olduğuna inanmak üzereyim! Yetiş artık!
Gelmedin… Sen gelmedikçe bana gelen geldi, sen gelmedikçe o havlular bir bir açıldı önümde. Yaklaştığım her kadının havlusunun içi boşluk… Bu kâbusun idraki koca bir yokluk…
Bakın Zeynep doğdu. Annesinin benzi neden bu kadar soldu? Neyse ki birazdan babası gelir. Zeynep’ini kucağına alır koluna adını üfler. Dedem hayatta olsaydı amma kızardı. “Eski köye yeni adet getirmeyin. İsim dediğin kulağa üflenir kola yazmak da neymiş?” Ah Dedem!
O boşlukların içindeki bebekler büyüyebilselerdi muhakkak savaşa hayır yazan havlular dokurlardı. Zeynep’in ezanı kulağına okunsun diye kargalar dahi ezan öğrenir, dünya üzerindeki bütün kalemler kendini İbrahim’in ateşine gönüllü atarlardı.
Çok kadın yitirmiş evladını ama çok kadın da dimdik duruyor burada. Çocuklar mezara giriyor, anneler ölmeden önce ölüyor, sanki ölüm bir diriliş bellenmiş bu topraklarda. Sanki ölüm öleli çok yıl olmuş acısı çürümüş, etleri dökülmüş, geriye yalnız ihlası kalmış. Rabbine kavuşan her evlatla birlikte Rabbine bir adım daha yaklaşmış şehit anneleri. Nasıl olur Allah’ım? Nasıl böyle dimdik, onurlu ve gururlu durur bu kadınlar kimden öğrenmişler bu taşıdıkları yüke sevda demeyi?
Derken önümde iki kanatlı ahşaptan yapılmış üzerinde Asr-ı saâdet yazan bir kapı açılıveriyor. Bu sefer korkmuyorum merak etmekten. Bakın! Kapıda Afrâ bint Ubeyd bekliyor. “İçeri gir ve sana bazı şeyleri anlatayım.” der gibi bakıyor. O zaman Sevgili Okur, gel bu güzel ve yüzünde bugünlerin Filistinli annelerini anımsatan tanıdık yüzün davetine beraber icabet edelim.
Afrâ bint Ubeyd mizaçlı kadınlar genelde aslan yüreklilikleri ve bu yüreğin mamulü olan aslan gibi evlatlarıyla bilinirler. Evlatlarını bir gün büyüsün ve Ebû Cehilleri cehennemlerine kavuştursun diye büyütürler. Böyle annelerin evlatları gün Bedir oldu mu Ebû Cehillerin kâbusu, mazlumların göz aydınlığı olurlar. Nitekim öyle de oldu. Afrâ bint Ubeyd’in iki oğlu Muâz ve Muavviz Bedir meydanında yana döne dolaşıyorlar. Sanki Hâcer olmuşlar İsmail için çölde su arıyorlar. Hakikatte “Annemiz bizi bugün için doğurdu.” cümleleriyle Ebû Cehil’i arıyorlar. Aslında onlar şehadeti arıyorlar. Niyetleri Allah’ın Peygamberi (sas), canımız Efendimiz’e türlü eziyetler eden zalimi bulup onu bir daha hiç kimseye eziyet edemeyeceği yere göndermek. Aramalar esnasında Abdurrahman b. Avf’ ı görüyorlar ve ona “Amcacım, Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye soruyorlar. Abdurrahman b. Avf “Tanırım tanırım da siz ne yapacaksınız?” diyor. “Duyduk ki o Efendimiz’in düşmanıymış. O’na söver, zulmedermiş. Allah’a sözümüz var onu gördüğümüz gibi üzerine saldıracağız. Ya onu öldüreceğiz ya da biz bu uğurda öleceğiz. Annemiz bizi tam da bugün için doğurdu.”
Abdurrahman b. Avf bu muhabbeti “Gençlerin kahramanca söyledikleri bu sözlere ve onlardaki imânî heyecana hayret ettim.” diye anlatıyor ve devam ediyor “Çok geçmeden, Ebû Cehil’i askerin içerisinde telaşla giderken gördüm ve onu bizim gençlere gösterdim. Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Süratle hareket edip ikisi birden fırlayarak o tarafa doğru yöneldiler. Çifte şahin gibi süzülüp Ebû Cehil’e doğru koşmaya başladılar. Anî bir hareketle koşup onun üzerine hücum ettiler. Hamle üstüne hamle yaptılar. Bu iki genç meğer Afrâ Hâtun’un oğlu Muâz ile Muavviz adında iki kardeşmiş.”
Muâz ve Muavviz’in Bedir Meydanındaki bu saldırıları Ebû Cehil’in ağır yaralanmasına sebep oldular. Onlar saldırılarına devam ederken Ensar’dan Muaz b. Amr b. Cemuh (ra) adında bir başka sahâbî Ebû Cehil’i gözüne kestirmiş olacak ki o da koşup geliyor ve Ebû Cehil için kaçınılmaz son gerçekleşmiş oluyor. Şüphesiz Ebû Cehil’in hakkını veren bu iki gencin nihai gayesi annelerinin onlara sevdirdiği şehitlik mertebesine kavuşmak. O gün Rabbim her ikisine de iki sevinci birden nasip ediyor. Afrâ bint. Ubeyd diğer adıyla Sümeyra validemiz iki evladıyla birlikte ölümü iki kez öldürüyor.
Afrâ validemiz iki oğlunun şehit olduğunu haber alınca Allah’a hamd edip diğer oğlu Avf’ın onlarla şehid olamayışına üzülüyor. Çünkü biliyor ki Avf da şehit olmak istiyor. Allah yolunda canını feda etmek istiyor. Bu üzüntüsünü Fahr-i Kâinat efendimize gelerek şöyle dile getiriyor:
“–Ya Rasûlallah! İki çocuğum şehit oldu. Keşke Avf da aynı mertebeye ulaşsaydı. Acaba Avf onlardan daha mı geridedir?”
Rasûl-i Ekrem Efendimiz iman dolu ve şehitlik özlemiyle dolu bir kalbe sahip bu anneye şu cevabı veriyor:
“Hayır! Muâz ve Muavviz hayattan tam lezzet alamadan genç yaşta şehit oldular. Fakat Avf da onlardan geride değildir.” buyuruyor.
Aradan çok zaman geçmiyor ki düşmanla kahramanca savaşmaya devam eden Avf da kardeşlerinin ardından şehadet şerbetini içiyor. Adanmışlar kervanının bir yolcusu daha Kızıl Elma’ya ulaşıyor. Şehadet sevdasına daha nice evlatlar veriyor Afrâ Validemiz. Yedi şehit annesi diye geçiyor tarihe. Yüzünde bugünlerin Filistinli annelerini anımsatan tanıdık gülümseme…