Özelde afetler konusunda ama genelde bütün meselelerde kapsamlı bir bakış açısı elde edebilmek için her zaman göz önünde bulundurulması gereken bir husus vardır ki buna göre; varlıklar arasındaki ilişki dört ana başlık altında toplanmaktadır: Allah-İnsan İlişkisi, Allah-Evren İlişkisi, İnsan-Evren İlişkisi ve İnsan-İnsan İlişkisi.
Bu ilişki türleri birbirinden bağımsız değil, aksine iç içe geçmiş ilişki ağlarıdır ve insanlığın gerek dünya gerek âhiret saadeti bu ilişkilerin sağlıklı kurulmasına bağlıdır. Buna göre; Allah-İnsan ilişkisi, Yaratıcı ile kul ilişkisidir ve bu ilişkinin sağlığı kulun, Yaratısına ibadeti ile mümkündür. Allah-Evren ilişkisi, Yaratıcı ile imtihan için yarattığı kullarının imtihan alanı arasındaki ilişkidir. Buna göre Allah Teâlâ, kullarının imtihan süreci boyunca evreni bir düzen içerisinde onların yaşamına uygun şekilde yaratmıştır. İnsan-Evren ilişkisi, imtihan için yaratılan kul ile imtihan alanı arasındaki ilişkidir. Buna göre kulun yapması gereken şey, imtihan alanındaki düzen ve kuralları iyi öğrenip bunlarla zıtlaşmadan sağlıklı bir ilişki kurmak, kevnî âyetler olarak nitelendirilen bu dünyaya karşı açık bir bilinçle yaklaşmaktır. Son olarak İnsan-İnsan ilişkisi ise imtihan dünyasındaki insanların kendi türleriyle olan ilişkisidir. Bu noktada insana düşen de Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu sosyal düzene dair ilkeleri göz önünde bulundurarak kul hakkına girmeden ve etrafında gördüğü yanlışlıklara sessiz kalmadan sosyal düzeni muhafaza için çalışmaktır.
İnsanoğlu yapısı gereği ülfete (alışma ve kaynaşma) meyillidir ve daima sakin, düzenli bir hayatı tercih eder. Çünkü bu durum ona kendisini güvende hissettirmektedir. Ancak hayat tekdüze ve her zaman normal seyrinde devam eden bir süreç değildir. Zira kulluk imtihanında Allah Teâlâ zaman zaman kullarını zor şartlarla imtihan etmektedir. Bu olağanüstü durumları sükûnet içinde atlatabilenler sağlıklı şekilde yaşamlarına kaldıkları yerden tekrar devam edebilmektedirler. Ancak gerekli bilinçsel alt yapıdan yoksun insanlar ise durumu yanlış zeminde değerlendirerek travma yaşayabilmektedirler.
Tarihinin değişik dönemlerinde insanlar; veba, kıtlık, sel, fırtına, deprem vb. maddî afetlerle ve fitne türünden manevî afetlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gibi durumları yorumlarken de referans aldıkları kaynaklara göre yorumlar yapmışlardır. Dolayısıyla durumu anlama noktasında ortaya koydukları yaklaşımlar, çözüm noktasında da aynı yolu takip etmiştir. Buna göre; deist bir anlayışı benimseyerek, Allah Teâlâ’nın kâinatı yarattıktan sonra hiçbir şekilde müdahale etmediğine ve etmeyeceğine inananlar olağanüstü olayları değerlendirirken genellikle maddî şartlar üzerinde durmuşlar ve olayı tabiattaki fizikî kurallarla açıklama yoluna gitmişlerdir. (H. İ. Bulut, s. 249-251.) Dindar insanlar ise bu tür olağanüstü olayları, inandıkları din ekseninde geliştirdikleri bakış açısıyla değerlendirmektedirler. (Okumuş, s. 348.) Bu anlayışa göre, yaşanan olağanüstü olayların birkaç sebebi bulunmaktadır. Bu çerçevede dile getirilen ilk gerekçe, insanların, yaptıkları yanlış davranışlarından dolayı cezalandırıldıkları hususudur. (H. İ. Bulut, s. 249-251) Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de bu hususu destekleyen âyetler de bulunmaktadır. Örneğin Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İnsanların kendi işledikleri sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (er-Rûm 30/41.) “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (eş-Şûrâ 42/30.) Dinî bakış açısı çerçevesinde, yaşanan afetlerin gerekçesi olarak ortaya konan başka bir yorum ise imtihan boyutu olmuştur. Zira Kur’an’da ve sünnette, buna dair veriler de bulunmaktadır. Bu bağlamda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. Başlarına bir musibet geldiği zaman onlar, ‘Şüphesiz ki biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz’ derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (el-Bakara 2/155-157.) Hz. Peygamber ise şöyle buyurmaktadır: “Tâûn hastalığı, Yüce Allah’ın istediği kişileri cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Onu mü’minler için ise rahmet kıldı. Bu sebeple tâûna yakalanan bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan umarak bulunduğu yerde kalmaya devam eder ve başına ancak Allah’ın takdir ettiği şeyin geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, “Tıb”, 31; Müslim, “Selam”, 92-95.)
Sonuç itibariyle söylemek gerekirse; afetlerin açıklanması hususunda zikredilen fizikî sebepler ile dinî sebepleri birbirine alternatif değil, birbirini tamamlayıcı hususlar olarak görmek en tutarlı yol olacaktır. Çünkü sadece maddî sebepler çerçevesinde yapılacak açıklamalar insanın sorumluluklarını hissetmesinin önüne geçecektir. Buna karşılık sadece dinî boyuta vurgu yapmak da alınması gereken fiziksel tedbirlerin ihmaline ve daha çok can kaybının yaşanmasına sebep olacaktır. (H. Bulut, s. 5-6.)
İnsanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi Asr-ı saâdet olarak nitelendirilen Hz. Peygamber döneminde de İslâm toplumu, afet olarak nitelendirilebilecek birçok olayla karşı karşıya gelmiştir. İslâm tarihinde vuku bulan ilk salgının yeri ve tarihi hususunda farklı görüşler ortaya konmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla bu ihtilafın temelinde, tâûn ve veba kavramlarına yüklenen anlam yatmaktadır. Kādî İyâz (ö. 544/1149) konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, vücutta ortaya çıkan yaralar için tâûn, tüm yaygın hastalıklar için ise veba ifadesini kullanmaktadır. Bu sebeple her tâûn aynı zamanda veba kapsamına girmektedir; ancak her veba için tâûn ifadesi kullanılmamaktadır. (Kādî İyâz, VII, 132.) “Mesih deccal ve tâûn Medine’ye giremez.” (Buhârî, “Tıb”, 30.) hadisi de bu hususu desteklemektedir. Aynı şekilde tarihi tecrübeler de bunu göstermektedir. Zira bazı dönemlerde Medine’de veba salgını görülmüş ancak tâûn niteliğinde büyük salgınlar yaşanmamıştır. (el-Mhemit, s. 125) Bu bağlamda, Medine’ye hicretin ardından Müslümanların burada yakalandıkları hummadan bahsetmek mümkündür. Müslümanların Medine’ye hicret ettikleri zaman maruz kaldıkları ve Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634), Âmir b. Füheyre (ö. 4/625) ve Bilal-i Habeşî’nin (ö. 20/641) de aralarında bulunduğu birçok sahâbînin etkilendiği salgının ardından Hz. Peygamber: “Ey Allah’ım! Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de bize sevdir. Ey Allah’ım, salgını el-Cuhfe’ye def et!” (Nesâî, “Tıb”, 27.) şeklinde dua etmiştir.
Gıda imkânlarının tükendiği ya da yetersiz kaldığı süreçler olarak tanımlanan kıtlık, insanlık tarihinin değişik dönemlerinde büyük sıkıntılara ve ölümlere sebep olmuştur. İslâm tarihinde görülen kıtlık hadiseleri, Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadır. Nitekim kaynaklarda, İslâm davetine karşı menfi tavır sergileyen Mekke müşriklerinin başına gelen kıtlık olayından bahsedilmektedir. İslâm daveti ile mücadele halinde olan müşrikler, Mekke’de kuraklıkla karşı karşıya kalmışlardı ve kıtlık o derece ileri boyutlara ulaşmıştı ki; leş, deri, kemik ve ateşte kızartılmış kanla karışık deve derisi gibi şeyleri yer hale gelmişlerdi. Bunun üzerine Ebû Süfyân’ın (ö. 31/651) da aralarında bulunduğu lider takımından bir grup Hz. Peygamber’e gelerek: “Sen rahmet olarak gönderildiğini söylüyordun, kavmin yok olmak üzere. O zaman onlar için Allah’a dua et” dediler. Ardından Hz. Peygamber dua etti ve yedi gün süreyle yağmur yağdı. (Halebî, I, 415; Zevâvî, I, 173.) Ayrıca İslâm daveti aşamasında Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır sergileyen Mekke müşriklerinin, ona, ona tâbi olan Müslümanlara ve inanmadığı halde kabile asabiyetinden dolayı onu destekleyen Hâşimoğulları’na yönelik M. 617 yılında aldıkları boykot kararı sonunda bu zümre 3 yıl boyunca kıtlığın sıkıntısını çekmiştir. Sonunda bu durum müşrikler arasında bazılarının vicdanlarını rahatsız eder hale gelmiş ve onların gayretiyle boykot kaldırılmıştır. (İbn İshâk, s. 156-159; Sülemî, s. 124-125) Yine H. 6. ayında yaşanan kuraklık sebebiyle Ramazan ayında, bir Cuma günü, Hz. Peygamber hutbe irad ederken, kendisinden, yağmur için Allah Teâlâ’ya dua etmesi rica edildi. Bunun üzerine o (sas): “Allah’ım! Bize yağmur ver. Allah’ım! Bize yağmur ver.” diyerek dua etti. Bir anda ayna gibi berrak olan gökyüzünde bulutlar belirdi ve yağmur yağmaya başladı. Hz. Peygamber bu kez, “Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı kıl.” diye dua etti. Enes b. Mâlik bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Üzerimize öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse evlerimize gitme imkânı bulamayacaktık. O gün, ertesi gün, daha sonraki gün, tâ öteki cumaya kadar yağmur yağmaya devam etti.” Cuma günü Hz. Peygamber yine hutbe irad ederken, bu sefer yağmurun dinmesi için dua etmesini rica ettiler. Bunun üzerine Resûlullah (sas) elini kaldırıp dua etti. O dua ederken eliyle semanın neresine, hangi buluta işaret ettiyse orası açıldı ve Medine, üstü açık bir meydan gibi oldu. (Buhârî, “Cuma”, 1; İstiskaʻ”, 21, 24.)
Hz. Peygamber döneminde Allah Teâlâ, savaşlarda Müslümanlara yardım sadedinde düşmanlarını fırtına vb. afetlere de maruz bırakmıştır. Bu bağlamda Hendek Gazvesi’nde Müslümanlara yapmış olduğu yardımı şu şekilde ifade etmektedir: “Ey iman edenler! Allah’ın size şu lütfunu hatırlayın: Üzerinize düşman ordusu gelmişti de onların üzerine şiddetli bir fırtına ve göremediğiniz bir ordu göndermiştik. Allah bütün yaptıklarınızı görmekte idi.” (el-Ahzâb 33/9.)
İslâm tarihinde ilk yer sarsıntısıyla ilgili ise Enes b. Mâlik tarafından nakledilen bir rivayet bulunmaktadır. Buna göre; bir defasında Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer (ö. 23/644) ve Hz. Osman (ö. 35/656) ile birlikte Uhud dağına çıkmıştı. Orada bulundukları sırada dağ sallandı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), “Ey Uhud, sabit ol. Senin üstünde bir peygamber, bir sıddîk ve iki de şehit bulunuyor.” (Buhârî, “Fedâilü Ashâbi’n-Nebî”, 5.) buyurdu.
Her ne kadar afetlerden söz edildiği zaman akla fizikî ve maddî afetler gelse de Müslümanca bir bakışla hayatı bütüncül algılama gereğinin bir yansıması olarak madde ve mânâ her zaman birlikte değerlendirilmesi gereken bir husustur. Dolayısıyla bütüncül bir bakış açısı için manevî afetlere de kısaca temas etmek gerektiği kanaatindeyiz. Doğal afetlerle insanların fiilleri arasındaki irtibata temas eden âyetler yukarıda zikredilmişti. Hz. Ömer zamanında Medine’de yer sarsıntısı olduğu zaman onun olayı okuyuşu da aynı istikamette olmuştur. Zira Hz. Ömer, insanlara seslenerek: “Bu nedir? Bidʻatler ne hızlı yayıldı?!” diyerek, yer sarsıntısı ile bidʻatler arasında bağlantı kurmuştur. (Sıbt İbnü’l-Cevzî, 2013, V, 325.)
Hz. Peygamber döneminin fitne anlamında en önemli tehlikesi asabiyet idi. Zira câhiliye döneminin temel felsefesi olan kavmiyetçilik, her an ortaya çıkmaya hazır bir şekilde pusuda beklemekteydi. Bu sebeple Hz. Peygamber ashâbını bu noktada daima uyarmış ve bu yönde tehlike belirmeye başladığı zaman anında müdahale etmiştir.
İslâm dini, maddî ve manevî afetlerin öncesinde ve sonrasında nasıl davranılması gerektiği konusunda da Müslümanlara yol göstermektedir. Bu çerçevede salgın hastalıklarla ilgili olarak Hz. Peygamber: “Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayınız.” (Buhârî, “Tıb”, 30; Müslim, “Selam”, 100.) buyurmak suretiyle karantina uygulamasına dikkat çekmiştir.
Kıtlık zamanlarındaki en önemli çözüm ise eldeki imkânların paylaşılması ve dua ederek Allah Teâlâ’dan yardım istenmesidir. Hz. Peygamber de kıtlık anlarında dua etmiş ve Allah Teâlâ’dan kuraklığı berekete çevirmesi dileğinde bulunmuştur. (Diyârbekrî, II, 14.) Müslümanlar gelip, ağaçların kuruduğunu ve hayvanlarının telef olduğunu söyleyerek yağmur için dua etmesini istedikleri zaman Hz. Peygamber onlarla birlikte çıkmış ve sesli okuyarak iki rekât namaz kıldırdıktan sonra ellerini kaldırarak dua etmiştir. (Beyhakī, VI, 139; Kastallânî, II, 288.)
Manevî afetlerin ortaya çıkması ve ortaya çıktığı zaman çözümlenmesi noktasında İslâm’ın ön gördüğü en etkili çözümlerin başında, emr-i bi’l-maʻrûf ve nehy-i ani’l-münker/iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek gelmektedir. Zira manevî afetler noktasında toplumsal oto kontrole dair Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân 3/104.) Hz. Peygamber de toplumun manevî afetler anında karşılaşacakları sıkıntıyı ve takınılması gereken doğru tavrı şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz ama duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, “Fiten”, 9.) “Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kurʻa çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar: ‘Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz’ dediler. Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, “Şirket”, 6; “Şehâdât”, 30.)
Sonuç itibariyle; afetler anında Müslümanın takınması gereken tavrı en güzel şekilde özetleyen kelime, tevekküldür. Nitekim Hz. Peygamber’i ziyarete gelen bir bedevi: “Yâ Resûlullah! Devemi bağlayıp mı, yoksa salıverip mi Allah’a tevekkül edeyim?” diye sorunca, Hz. Peygamber: “Deveni bağla da öyle tevekkül et.” (Tirmizî, “Kıyâme”, 60.) buyurmuştur. Müslüman, hem tedbir almayı hem de Allah’a dua etmeyi ihmal etmemelidir.
BİBLİYOGRAFYA
Beyhakī, Delâilü’n-nübüvve ve maʻrifetü ahvâli sâhibi’ş-şerîa, Beyrut 1405; Buhârî, Sahîh-u Buhârî, Beyrut 2002; Bulut, Hasan, “Salgın Bir Hastalık Olarak Vebânın Dinî Açıdan Yorumlanması”, Academic Knowledge, 2020, cilt: III, sayı: 1, s. 1-19; Bulut, Halil İbrahim, “Adapazarı Depremi Bağlamında Din-Deprem İlişkisi”, Çevre ve Din Uluslararası Sempozyumu, 2008, II, 247-256; Diyârbekrî, Târîḫu’l-hamîs fî aḥvâli enfesi nefîs, Beyrut ty.; el-Mhemit, Hüseyin, “İslâm Tarihi Boyunca Görülen Salgın Hastalıklar ve Alınan Önlemler” Siyer Araştırmaları Dergisi, 2020, sayı: 8, s. 123-137; Halebî, es-Sîretü’l-halebiyye, (2. Baskı), Beyrut 1427; İbn İshâk, Sîretü İbni İshâk, Beyrut 1978; Kādî İyâz, Şerhü Sahîh-i Müslim, Riyâd 1998; Kastallânî, el-Mevâhibü’l-ledünniyye bi’l-minahi’l-Muhammediyye, Kahire t.y.; Kur’ân-ı Kerim Meâli, Hayrettin Karaman vd., Ankara 2017; Müslim, Sahîh-u Müslim, Riyâd 1426; Nesâî, el-Müctebâ mine’s-sünen (2. Baskı), Haleb 1986; Okumuş, Ejder, “Tabii Afetler, Din ve Toplum: Marmara Depremi Örneği.” İslâmî Araştırmalar Dergisi, 2002, cilt: XV, sayı: 3, s. 339-373; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirʾâtü’z-zamân fî târîḫi’l-aʿyân, Dımaşk-Beyrut 2013; Sülemî, Sahîhu’l-eser ve cemîlü’l-ʻiber min sîreti hayri’l-beşer, Cidde 2010; Tirmizî, Sünenü’t-Tirmizî, (2. Baskı), Mısır 1975; Zevâvî, Şemâilü’r-Rasûl, İskenderiye t.y.