” Geçmişten günümüze Müslümanlar cihadı nasıl anlamışlar ve cihad hayatlarında ne tür bir rol oynamıştır?”
Cihad kavramı, kelime anlamı itibariyle gayret göstermek, girişilen bir işi sabır ve sebat ile bitirmeyi amaçlamak, bunun için kararlı davranmak, yılgınlığa ve tembelliğe düşmemek, başarısızlık ve ümitsizlik içinde olmamaktır. Terim anlamı ise, Müslümanların bir devlet otoritesi altında dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı kendilerini savunması; ırza, namusa, dine, vatana ve topluma yönelik muhtemel tehlikelere karşı siyasi, askeri, kültürel veya sosyal açıdan önlem alınması, muhtemel saldırıların ve saldırganların bertaraf edilmesi için çaba gösterilmesi anlamına gelir
Müslüman; kaba, saldırgan, yakan, yıkan, öldüren ve yok eden olmadığı ve olmaması gerektiği gibi, kendisine yönelmiş bir tehlikeye boyun eğen, pısırık, pasif ve herkese boyun eğen de değildir. Vatanı, ırzı, dini ve malı söz konusu olduğunda ahlak, adalet ve hukuk çerçevesinde kalmak şartıyla gerekli savunmasını yapar.
Savaşlar ancak meşru otoritenin veya onu temsil eden organların kararları ile yapılabilir. Kişilerin, grupların, cemaatlerin veya kendi kendini halife, lider, önder, mehdi veya imam ilan edenlerin istek, dilek ve tavsiyeleri ile savaşa karar verilemez. Böylesi kişilerin direktifleri ile yapılan faaliyetin adı cihad değil, bozgunculuk veya isyandır. Ayrıca bu davranış, Kur’ân ve Sünnetin amaç ve ilkelerini anlamamak, Müslümanların tarihî tecrübesinin dışına çıkmak, İslam’ın olumlu imajına zarar vermek, birlik ve bütünlüğüne yönelik tahrip edici tavır ve davranış içerisinde olmak demektir.
Günümüzde kendilerini “cihatçı” diye adlandıran gruplar, modern zamanların güç, otorite ve kaba kuvvetle insanları tepeden şekillendirme iddiasında olan XIX. yüzyılın tektipleştirme ve toplum mühendisliği anlayışının yansımalarıdır. Bu anlayışta olanlara göre hakikat birdir ve bütün insanlar kendi zihinlerindeki o tek hakikate inanmak ve boyun eğmek zorundadırlar. Nitekim bu iddia ile ortaya çıkan bir çok ideoloji, bugün etkinliğini kaybetmiş olmakla birlikte hâlâbu anlayış bazı sol ve sosyalist örgütlerin yanında kendilerini “selefi”, “cihatçı” ve hatta zaman zaman “Gerçek Ehl-i Sünnet” ve “Gerçek Müslüman” olduğunu iddia eden marjinal gruplarda varlığını sürdürmektedir. Bu anlayış, dinden kaynaklanmaktan öte ilk olarak Haricilerde görülen “hakikatin tek olduğu” ve insanların bu hakikat etrafında zorla da olsa toplanması gerektiği anlayışı ile modern zamanların toplum mühendisliğinin birleşmesinden doğmuş bir düşüncedir. Cihatçılık işte bu düşüncenin eyleme dönüşmüş şeklidir. Ancak İslam’daki cihad bu değildir.
İslam, yaşamak ve yaşatmak için gelmiş bir dindir. Bir Müslüman savaşa ölmek veya öldürmek amaç ve hevesiyle çıkmaz. Bir Müslüman asker, canını ortaya koyacak cesaret ve şecaat içinde savaşa çıkar; kin, nefret, öç almak ve karşısındakini ne pahasına olursa olsun yok etmek amacında olamaz. Müslümanın birinci amacı hakikati korumak, ikinci amacı bu hakikati bütün insanlığa duyurmak ve onları doğru yola davet etmektir. Bunun gelenekteki karşılığı i’lâ-i kelimetullah’tır. Bunun anlamı, Allah’ın kelimesini yani Allah’ın bir, Hz. Muhammed Mustafa’nın onun kulu ve elçisi olduğu gerçeğini en yüksek perdeden, herkesin duyabileceği bir şekilde duyurmaktır.
Öte yandan İslam komutanının birinci görevi askerin kanını ve canını korumaktır. Bundan dolayıdır ki en iyi komutan lüzumundan fazla kan akıtmayarak askeri dehasıyla ve küçük çabalarla büyük yararlıklar gösteren, en kansız ve kolay yoldan kesin çözüme ve zafere ulaşandır. Nitekim ilk halife Hz. EbûBekr’in İslam ordusuna tavsiyesi, din adamlarını, çocukları, kadınları, yaşlıları öldürmeyin; meyveli ağaçlara zarar vermeyin, düşmanın hayvanlarını ihtiyaç olmadıkça kesmeyin, ganimet malına hıyanet etmeyin, bozgunculuk ve isyan içinde olmayın, korku ile hareket etmeyin şeklinde olmuştur. (A.H. Akseki, Ahlak Dersleri, s. 299, 301).
Nitekim “Kur’ân’da “öldürmek” anlamına gelen “katl” kökünden türetilmiş kelimelerin 170 defa kullanıldığı, fakat Müslümanlara yöneltilmiş emir kipi olarak “uktulû” (öldürün) şeklinde sadece üç sûrede geçtiği, bunların da doğrudan öldürmeye yöneltme anlamında olmayıp karşı saldırı veya savaş bağlamında yer aldığı görülür.” (Kur’an Yolu, II/728.)Aksine Yüce Allah, insanların öldürülmesi değil, yaşatılmasını emretmiştir. İnsanlık tarihinde ilk öldürme olayı olan Habil ile Kabil arasındaki olayın ardından gelen şu ayet çok anlamlıdır: “İşte bundan dolayı İsrailoğulları’na biz şöyle yazmıştık: Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur. Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.”(el-Maide 5/32)
HucurâtSûresinin şu iki ayetinde ise Yüce Allah savaşanların arasının bulunmasını ve barış için çaba sarf edilmesini emreder: “Eğer Müslümanlardan iki grup birbiri ile kavgaya/savaşa tutuşursa hemen aralarını düzeltin; ikisinden biri diğerinin hakkına tecavüz etmiş olursa –Allah’ın emrine geri dönünceye kadar- haklının yanında haksızlığa sapanlara karşı savaşın; dönerlerse aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayın ve herkese hakkını verin. Allah, hakkı yerine getirenleri sever. Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.”(el-Hucurât 49/9-10).