Avrupa’daki büyük çaplı göç hareketlerinin tarihinin çok eskilere kadar gittiği bilinmektedir. Fakat bunların işlenmesi bu yazının boyutunu çok aşacaktır. Avrupa’daki ilk göç tarihinden bugüne kadar konuyu ele almak bu çalışma için mümkün değildir. Bu yüzden tarihi anlamada çok gerilere gitmeden konu işlenmiştir. Aynı zamanda Avrupa’daki göçmenler konusu genel anlamda Müslüman toplum esas alınarak işlenmeye çalışılacaktır. Bir kısım göçlerin temelinde din olabilmekte iken bir kısım göçlerin temelinde farklı sebepler olmuştur.
Avrupa’daki göçleri etkileyen başlıca temel faktörler din savaşları ve keşifler olmuştur. Köle ticareti kapsamında meydana gelen birçok hareketin varlığı bilinmektedir. Örneğin 19. yüzyıla kadar Afrika’dan Amerika’ya zorla getirilen insanların sayısının 12 milyonun üzerinde olduğu ifade edilmiştir.[1]
Müslümanlar 19. yüzyıl öncesinde de Avrupa’da çeşitli temaslarda bulunmuşlardır. Bu temasların tarihçesini 730’lu yıllara kadar indirmek mümkündür. Bu yıllarda Müslümanların İtalya ve Fransa’nın bazı bölgelerine yönelik fetih hareketleri ve İspanya’daki varlıkları bu konuda önemli örneklerdir. Bu tarihten itibaren Müslümanların Avrupa’da varlığı devam etmiştir.[2] 1960’lı yıllara gelindiğinde birçok Avrupa devleti, halkı Müslüman olan devletlerle ile iş gücü antlaşmaları imzalamış, bu antlaşmaların akabinde Avrupa’da Müslüman nüfusu günden güne daha da artmıştır.[3]
İş Gücü Göçü Antlaşması’nın altmış yılını doldurduğu günümüzde, daha önceleri bir olgu olarak kabul edilmeyen Avrupa’daki Müslümanların kalıcılığı hususunda tartışmak artık yersizdir. Bu durum burada yerleşmiş göçmenler açısından ve ev sahibi olan toplumlar açısından bir kısım sorunları beraberinde getirmiştir. Avrupa’da gittikçe artan Müslüman varlığına karşıt seslerin ve pratiklerin yükselmesinin önüne geçilememesi, bize Avrupa’nın farklı yollarla gelişmekte olan yeni Müslüman varlığının doğuracağı problemlere ve fırsatlara hâlâ hazırlıksız olduğunu göstermektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse Avrupa’da yirmi milyon civarındaki göçmenlerin yeni vatandaşlar olarak yaşadıkları toplumlara sosyal ve siyasal katılımları, halen temel sorunlar arasındadır.
Son dönemlerde daha çok akademik çevrede gündeme gelen “Avrupa İslam’ı” ve “Avrupa Müslüman’ı” kavramı Avrupa’da yaşayan Müslümanlara yeni bir kimlik kazandırma olarak ifade edilmiştir. Bu kavramlar Müslümanların yaşadıkları topluma entegre edilmesini sağlamayı amaçladığını ifade etmiştir. Bu kavram daha çok Seküler Avrupa bağlamına uygun bir Müslüman kimliği önermektedir. Bu kavramlarla asıl vurgulanmak istenen Avrupa’daki Müslüman varlığının Batı’yı esas alan bir yaklaşımla Batılı tarzda şekillendirilmesi gibi gözükmektedir. Örneğin devlet desteği ile ilahiyat fakültelerinin açılması ve son dönemde bu fakültelerde imam yetiştirme programlarının kurulması. Bu husus bir devlet politikası gibi gözükse de Müslümanların entegre sorunlarını aşma çalışmalarına bir kısım Müslümanlar da kurdukları kuruluşlarla bu oluşuma destek olmak istemişlerdir. Fakat Müslüman sivil toplum kuruluşları arasında birliğin olmaması bu çalışmaları yavaşlatmıştır. Avrupa’daki bu yönlü çalışmanın da kendisiyle birlikte birtakım sorunlar getirdiği görülmüştür.
Birinci Dünya savaşı akabinde Müslüman nüfusu bir milyonu bulmaz iken, günümüzde bu sayısı yirmi milyonu aşmış gözükmektedir. Bu dönemin burada artık yerleşik olan göçmenler açısından yeni sorunları beraberinde getirdiğini ifade etmiştik. Bu problemlere kısaca değinecek olursak:
İlk Problem, burada bulunan Muhacirlerin varlıklarının birkaç kuşağı bulmuş olmasına rağmen ev sahibi olan ülkeler tarafından hâlâ göçmen veya göç kökenli olarak görülmeleri. Bu kendisiyle beraber etnik ve cemaat oluşumları açısından bir bütünlük oluşturamaması da toplumsal birlikteliği tehdit eden başka bir unsur olarak karşımızda durmaktadır.
Çeşitli sebeplerle (doğum, az sayıda da olsa mülteci başvuruları, yasal olmayan yollardan göçler gibi) Avrupa’da artmaya devam eden Müslüman nüfusu vardır. Bu artan nüfusun yeni yurtlarına entegrasyonu gibi sorunlar hâlâ devam etmekteyken sağcı siyasilerin bir kısım yaklaşımları bu sorunları daha derinleştirmiştir. Yabancı karşıtı, İslâm karşıtı söylemler ve buna paralel Müslümanlara ve ibadethanelerine yönelik saldırılarda da artış olmuştur.
2000 yılı ve takip eden yıllarda bir takım tekil olayların, 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kulelerin bombalanması, 11 Mart 2004’te Madrid demir yollarına ve 7 Temmuz 2005’te Londra’da 4 ayrı metroya düzenlenen saldırılar gibi hadiselerin sebebinin Müslümanlar olarak gösterilmek istenmesi İslâm’ın Batı toplumlarına ait olmadığı tezini güçlendirmek içindir.[4]
Burada şunu ifade etmeliyiz: Avrupa’da İslâm algısı iki farklı şekilde öne çıkmaktadır. Bu görüşlerden ilki ve belki de en yaygını çatışma ve uyuşmazlıktır. Bu görüşün kökenini İslâm’ın teolojik ve politik olarak Hristiyanlığa karşı kabul edildiği Ortaçağa kadar götürülebilir. Bu bakış açısının temelinde İslâm sapkın bir din, Hz. Peygamber (sas) ise -hâşâ- bir sahtekâr olarak kabul edilmektedir. Bu düşünce 11 Eylül sonrası İslâm ve terörizm eleştirisi yapıldığında tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Diğer görüş ise birlikte yaşama ve uzlaşmadır. Bu görüşün temelinde ise bütüncül yaklaşımla İslâm ve Hristiyanlığı İbrahimi geleneğin bir parçası olarak görmekte ve birlikte yaşama imkanını sürekli bulundurmuştur.[5]
Muhacirlerin karşılaştıkları bir başka sorun artan Müslüman nüfusun Batılılar açısından bir “nüfuz” problemine dönüştürülmeye çalışılmasındandır. Sorun Müslümanların sayı olarak artmasından daha çok Müslümanların Müslüman kalmasında gibi gözükmektedir. Bunu yer yer ifade eden Batılı kişiler de görmekteyiz. Örneğin Hollandalı sağcı ve ırkçı bir siyasetçi olan Geert Wilder’in söylediği gibi, Müslümanlarla bir sorun yoktur; ona göre asıl sorun -hâşâ- şiddet kitabı olan Kur’ân’dan meydana gelmektedir. Yani asıl sorun Müslümanlar değil, İslâm’ın kendisidir.
Avrupa’ya nazarında bu tehlikelerin(!) bertaraf edilmesinin çözümü Muhacirler açısından başka sorunların da gündeme gelmesine sebep olmuştur. Bu çözümlerin birincisi İslâm kültürünün dışlanmasıdır. Yine yabancıların birçok suça karıştıkları gibi iddialar ortaya atılarak, tekrar ülkelerine gönderilmeleri gerektiği söylemlerinin yaygınlaştırılması.[6] Dinin aynı zamanda bir kültür oluşturduğu gerçeği, Avrupa insanı için yabancıların Avrupa toplumuna uyumu önünde bir engel olarak kabul edilmiştir. Şayet bir kültür oluşturulacaksa bu ya Alman kültürü ya Fransız kültürü vs. veya bunların üzerinde bir Avrupa kültürü olmalıdır. Bunun sağlanması için Muhacirlerin topluma uyumu adı altında Avrupa kültürünün empoze edileceği programların, kursların vs. düzenlenmesi manidar olmuştur!
Müslümanların bu tutuma karşı çeşitli cevaplar ürettiği görülmektedir. Bunların ilki nasıl dinlerine sıkı sıkıya sahip çıkmışlar ise kültüre aynı şekilde sahip çıkılması gündemde olmuştur. Aynı şekilde kültür ve dilin birbirinden ayrılmaması gerektiği kabulü, dil ile ilgili çalışmalara ağırlık verilmesine sebep olmuştur. Bunun yanında kültür ve dini birbirinden ayıran anlayışlar da olmuştur. Kültür olarak Alman kültürü ama din olarak İslâm dini!
Muhacirlerin kimlik sorunlarına bakmamız gerekirse bizi bekleyen tablo şu şekildedir: Birinci kuşak kimlik sorunu yaşamadı. Onlar kendi yöntemleriyle hallettiler bunu. İlk kuşağın uyum gibi gündemleri olmadı. Çünkü geldikleri bu yerlerde çok kalmayacaklardı. Yaşadıkları ülkelerde tutunabilecekleri, insanca yaşayabilecekleri imkanlara sahip olur olmaz ülkelerine dönmeyi beklediler. Bundan dolayı bir kısmı ailelerini dahi uzun bir süre Avrupa’ya getirmedi. Kendilerine ait iş hayatı dışında dışarıdaki hayata kapalı bir yaşantı tercihleri oldu. Habeşistan’a hicret eden sahâbîleri bu şekilde düşünmek ne kadar doğru olur? Kesin cevap vermek zordur. Fakat hakikat Habeşistan hicreti Medine hicretinin sonuçlarını doğurmamıştır. Hz. Peygamber’den (sas) Habeşistan’daki Müslümanlara gelecek bir haber onların hemen Hz. Peygamber’in (sas) yanına dönmelerini sağlayabilirdi. Adeta bavulu kapının önünde dönmeyi bekleyen bir yolcu misali! Belki de ilk dönemlerde Habeşistan’ın Medine gibi bir İslâm yurdu olmamasının sebepleri arasında bunu da saymak yanlış olmayacaktır. İkinci kuşağın iki temel sorunu olduğunu görmekteyiz. Entegrasyon sorunu yanında bir de kimlik çatışması yaşadılar. Fakat birinci kuşağın kültürel, maddi ve manevi gibi bir kısım destekleriyle bu problemlerini kısmen aşabildikleri düşünülebilir. Üçüncü kuşağın diğerlerinden farkı, uyum sorunu yaşamamış olsalar da kimlik sorunun devam ettiği söylenebilir. Avrupa’da doğmuş olan gençlerin doğdukları ülkelerde göçmen, yabancı olarak görülmesi durumları ile birlikte doğmamış ve büyümemiş olmalarına rağmen hem yaşadıkları ülkede hem de benimsedikleri ve asli vatanları olarak gördükleri vatanlarında da yabancı muamelesi görmeleri bu sorunların çözümünü zorlaştırmıştır. Bu sorunlar gençleri yaşadıkları ülkenin makamlarında sorunlara neden olmakla kalmıyor aynı zamanda aileler de aynı sıkıntı ve zorluklarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. İlk kuşak bu kimlik bunalımını kısa bir dönem yaşamış olsa da bunun çözümü için bize yer yer uygulamaları ile Peygamberin Mescidi’nin fonksiyonlarını hatırlatan mescitler kurma çabaları olmuştur.[7] Onlar için en iyi ve en anlamlı toplanma yeri mescitler idi. Büyük uğraşı ve emeklerin sonucunda çeşitli mahallelerde hafta sonu, iş çıkışları, önemli buldukları günlerde oturup sohbet edebilecekleri küçük bir salon ve bir kenarına da ibadet edebilecekleri küçük mescitler açtılar. Camiler birçok yerde Müslümanlar için bir kimlik eğitim merkezi görevi görmüştür. Camiler kendi öz kimliğini koruma, kazandırma ve geliştirme görevini yerine getirirken, kendi kimliği ile var olmaya devam edebilme ve kendi kültürü ile yaşadığı ülke kültürüne katkıda bulunma görevini de yerine getirmiştir.
Muhacirlerin Avrupa’da muhatap oldukları dışlayıcı tavırlar onların kendi değer ve kültürlerine daha sıkı sarılmalarına sebep olmuş bu aynı zamanda dini yönden muhafazakarlığa götürmüştür. Bununla birlikte Muhacirler camilerin yanında dernekler, vakıflar kurarak etnik ve dinsel kimliklerini korumaya çabalamışlardır. Bu yapı kimliğin korunmasına yardımcı olmuş olsa da rekabet ortamı bazen bölünmelere de yol açmıştır.[8] Bu da Muhacirlerin hem temsil haklarını sağlayacak şartların oluşmasını olumsuz etkilemiş hem de yaşanan ortak sorunlara toplu olarak cevap verilmesini zorlaştırmıştır.
Bu uyum sorununu katlayan bir başka etkende yabancılara karşı korkuyu yaygınlaştırma hastalığıdır. Yaygınlaştırılmaya çalışılan bu propaganda sonucunda yabancıları; yaşadıkları ülkelerin yerli insanlarının işsiz kalmalarına sebep oldukları, ülkenin sırtına yük oldukları, ne kadar imkân verilirse verilsin ülkenin dilini öğrenmeyeceklerini, davranışlarını, kültürlerini değiştirmeyeceklerini sonuç olarak hiçbir şekilde yaşadıkları topluma uyum sağlamayacakları şeklindeki bir ön yargı oluşmuş durumdadır. Bu bakış açısı Muhacirlerin kendilerini bu toplumun bir parçası olarak görmelerini zorlaştırmıştır. Bu hususa bağlı olarak gelişen ayrımcılık, itilmişlik duygusu gibi bir kısım hususlar Muhacirlerin uyum ile ilgili yapılan çalışmalara çok katılamamalarını getirmiştir. Uyum konusunun belki de hiç ele alınmayan bir başka yönü olduğuna da değinmek gerekiyor: Yerli halkın da “yabancı” olarak gördüğü insanlara uyumu konusu da ihmal edilmektedir. Hz. Peygamber (sas), Medine’ye gidince orada yaşayan yerli halkın Müslüman olarak (Ensar-Muhacir) kendi aralarındaki uyumuna dikkat ettiği gibi aynı şekilde Muhacir olarak giden Müslümanların bütün Medine toplumu ile uyum içerisinde yaşayabileceği bir sözleşme hazırlamış olması bunun en güzel örneğidir.[9]
Muhacirlerin yaşadıkları ülkelerde yeterli derecede temsil edilememesi de ayrı bir problem olarak kabul edilmelidir. Habeşistan’a hicret eden Muhacirlerin başında Ca’fer b. Ebû Tâlib’in devletin kralı, danışmanı, meclisi ve din adamlarının hazır bulunduğu bir mecliste Müslümanları temsili iyi incelenmelidir![10] Müslüman azınlıkların en yoğun olduğu Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde önemli derecede yetersiz temsil problemi bulunmaktadır. Bu yetersiz temsil sorunu Müslümanların yoğunlukta yaşadığı ülkeler incelendiğinde çok fazla insanı etkilediği görülecektir. Çoğunluk Avrupa ülkesi Müslümanların dini uygulamalarını hedeflerine yerleştirerek bu uygulamaları yasaklayan kanunlar çıkartmış veya çıkması için teklifte bulunmuşlardır. Erkek çocuklarının sünneti, kadınların başörtüsü takması ile ilgili gündemler ve bir kısım görevlerde bulunamamaları, birkaç Batı Avrupa ülkesinde kanunlaşmış kurban kesme yasağı gibi konular örnek olabilir.[11] Bütün bunlar bize Muhacirleri temsil edecek kurumlara, kişilere ne kadar ihtiyaç olduğunu bariz bir şekilde ortaya koymaktadır.
Netice olarak, son yıllarda Avrupa’da yaşanan farklı din ve kültürler arasındaki olumsuzluklar kaygı verici duruma gelmiştir. Tarih, kültürel çatışmaların toplumlara daha büyük zararlar verdiğiyle ilgili birçok örnekle doludur. Tarihlerinde din kaynaklı büyük problemler yaşayan Müslümanlar ve Hristiyanlar bu olumsuz durumların giderilmesi adına sorumlulukları paylaşmalılar. Muhacirlere duyulan ön yargılar giderilmelidir. Muhacirler gittikleri bölgelerde temsili oldukları dini unutmadan yaşamlarına dikkat etmeliler. Aynı şekilde Muhacirlere ev sahipliği yapan ülkeler de Müslümanların gittikleri yerleri harabe değil; ihya ettiklerini, yaşadıkları toplumlara zarar verecek işlerde bulunmadıklarının farkında olmalılar. Bunun en güzel örneğini Hicretin 7. yılına kadar Habeşistan’da kalan Müslümanlar göstermiştir. Kaynaklarda orada kalan Müslümanların birlikte yaşadıkları bu topluma herhangi bir zarar verdiklerine dair bir bilgi yoktur.
[1] Göç tarihi için Bkz.: M. Jan Chaliand / J.P.Rageau (ed.), Atlas Historique des Migration, Edition du Seuil, Paris 1994.
[2] Konu hakkında daha fazla bilgi için Bkz.: Peter Antes, “Avrupa’da İslam” (trc. Süleyman Turan), Marife, Yıl 5/2 (2005), s. 203-218.
[3] Örneğin Türkiye’nin İşgücü sözleşmesi yaptığı ülkeler şunlardır: Almanya (30.10.1961), Avusturya (15.5.1964), Belçika (16.7.1964), Belçika (16.7.1964), Hollanda (19.8.1964), İsveç (10.3.1967), Avusturalya (5.10.1967).
[4] Daha geniş bilgi için Bkz.: Zafer Cirhinlioğlu, Erol Bulut, “Terör, Din ve Siyaset”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:20 /2 (2010), s. 301-322. Ayrıca bu algının medyaya yansımaları hakkında Bkz.: Mustafa Temel, Ömer Faruk Koçak, “İslam Karşıtı Söylemlerin Avrupa Medyasındaki İzleri”, MEDİAD, Cilt 3/2 (2020), s. 181-196.
[5] Kalın, İbrahim, “Batı’daki İslam Algısının Tarihine Giriş”, Divan İlmi Araştırmalar, 2, 2 (2003), s. 15.
[6] Almanya’da yılbaşı kutlamalarında Köln ve bir kısım şehirlerde mülteci oldukları öne sürülen bazı kişilerin toplu halde kadınları taciz ettikleri ve hırsızlık yaptıkları duyurulmuştu. Bu haber sonrası kamuoyunda göçmenlerin birçok suç işledikleri şeklindeki peşin hükümler artmıştır. Halbuki Aşağı Saksonya Eyaleti Suçları araştırma kurumu tarafından yapılan bir araştırmada, orantısal olarak değerlendirildiğinde yabancılar ile yerli halktan suç işleyenlerin aynı seviyede olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıntılar için Bkz.: http://www.dunyabulteni.net/avrupa/354099/alman-arastirmasi-suclu-multeciler-algi-operasyonu. (Erişim Tarihi: 06.02.2016)
[7] Hz. Peygamber Zamanında Mescit Fonksiyonları için Bkz.: Mustafa Ağırman, Hz. Muhammed Devrinde Mescid ve Fonksiyonları, İstanbul 2010.
[8] Selim Eren, “Göç, Toplumsal Değişme ve Din: Avrupa’ya Göç Eden Türkler Bağlamında Bir Değerlendirme”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 6, s. 26.
[9] Medine Vesikası için Bkz.: İbn-i Hişam, Siret-i İbn-i Hişam İslam Tarihi, I, İstanbul 2006, 11; Muhammed Hamidullah, “İslam Peygamberi” (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1993; A. Güneş, “Medine Vesikasının İslam Hukuku Açısından Kaynak Değeri”, EKEV Akademi dergisi, Sayı 34.
[10] Habeşistan’a Hicret için Bkz.: Adem Apak, “Habeşistan Hicreti Üzerine Mülahazalar”, Siyer Araştırmaları Dergisi / 2 (Haziran 2017), s. 27-44.
[11] Bu konularla ilgili Bkz.: https://www.spiegel.de/panorama/kopftuchverbot-in-europa-das-sind-die-6-einzigen-eu-laender-ohne-burka-debatte-a-00000000-0003-0001-0000-000002325569 (Ulaşım tarihi: 28.10.2022); https://www.deutschlandfunk.de/kopftuchdebatten-in-europa-niqab-burka-hijab-100.html (Ulaşım tarihi: 28.10.2022); https://de.euronews.com/2018/02/14/beschneidung-verboten-judische-geistliche-kritisieren-island.