Önünde kıvrıla kıvrıla uzanıp giden çöl boyunca adımlarını kısa ama hızlı atarak yürüyordu derviş. Yokluk ehliydi, varlığa doğru gidiyordu. Varlığı hem içinde hem her bir kum tanesinde arıyordu. Aramak merakla, inanmak şüpheyle, yol yürümekle başlardı, biliyordu. Hiçbir şey bilmese dahi en bilmediği şey buydu. İçindeki umut, sessiz çölü serin, yeşillikli vadiler ediyor, ona cennetten aşina olduğu manzaralar sunuyordu. O çöle bakıyor, dünya dönüyor mevsimler geçiyor, onun bağrında renkli çiçekler baharları getiriyordu.
Rüzgarlar esmeye başlamıştı, bu defa farklı esiyordu. Her esişte gözlerine dolan çöl topraklarından bu defa gözleri korunuyor, güneş gözlerini almıyor, sıcak tenini yakmıyordu. Kısa ama hızlı adımlarını atarak yürüyor, çölün her kıvrımını ardında bırakıyor ve dervişliğini, gül ehli olduğunu hatırlıyordu. Elindeki güle bakıyor, bakıyor, yine bakıyordu.
Yanından birileri geçiyordu, bazıları koşarak bazıları atlı. Bir şehirden öteki şehirlere haberler vardı. Dervişin gelip geçenlere ne olup bittiğini soracak vakti yoktu, bir an önce umudunu bağladığı o uzaklara varmalıydı. Tam o sırada bir şehrin sınırından geçiyordu ki her şehrin bir sınırı elbette vardı. İnsanlar tam payına kadar çizmişti oraları.
Sınırlardan birinden koşarak giren adamın söylediklerini işitti. Üstelik sadece kulaklarıyla değil, kalbiyle işitti. Kalbi hem görmek hem işitmek hem hissetmek üzere hazırdı ve gerekeni yapmıştı. O, uyun, dedi, kalbi uyandı; o, bizzat kendileri de doğru yolda olan güzel insanlar, dedi, kalbi güzelleşti; niçin beni kendime has özelliklerle yoktan yaratana kulluk etmeyeyim, dedi, kalbi dirildi. Dervişin kalbi bir serçe kuşu gibi halden hale girdi fakat bir yerde sabit kaldı. Dervişin gönlü güldeydi, kalbini bu hallere getiren bir gül idi.
Dağlar seslendi sonra; çöl işitti, topraklar işitti, derviş işitti. Ak pak, tertemiz dağlar yankılandı. Bir nur vardı tepelerinde, eşi benzeri olmayan bir nur parlamıştı ve biri bayılmıştı dağların içinde. Ayakkabılarını görüyordu, dağın yamacında bekliyordu sahibini. Bir de asa vardı, asa yerde değildi, dağa yaslanmıştı, dağ gibi dayanaklı bir yere vermişti tüm yükünü. Asa ağırdı, anlatacakları vardı, yükü çoktu. Asa, sahibi onu tutsun, Rabbinin izniyle onu kibrin ve küfrün üstüne salsın istiyordu. Sahibi şu karşıki dağda bayılan adamdı, asayı ona tutturan bir el vardı. Derviş göremiyordu ama kalbi biliyordu. Bir de bir ağabeyi vardı, elinden tutuyordu kardeşinin. Zahiren iki kişi, batıni üç kişiydiler. Dik bir duruşa, cesur bir yüreğe bakıyor, ardından gözlerini elindeki güle çeviriyordu derviş.
İlerledikçe yol dervişin öğretmeni oluyor, derviş yola revan oluyordu. Gülü gün geçtikçe güzelleşiyor, yaprakları salındıkça salınıyordu. Etrafına baktı, on iki kişi vardı bir adamın etrafını saran. Belliydi hallerinden, yardımcıydı onlar. Bir avuçtular ama bir orduydular. O ortalarındaki adam, dervişin gördüğü dağlar gibi ak pak, tertemizdi. Ardında bir annesi vardı, bebeğini kundaktayken sarıp sarmalamıştı. Annesinin kucağında duran kundaktaki bebek konuşmuştu, hakikat sözler anlatmıştı. O bebek hala hakikat sözleri söylüyordu, dirilere ve ölülere dokunuyor, on iki yardımcı da yanında duruyordu. Yürüdü ve gökyüzüne baktı derviş. O adam için bir çağrı vardı. Gökyüzü aynı o adamın yüzü gibi apaydınlıktı. Yürüdü ve gülüne baktı derviş. Gülü aynı o adamın söyledikleri gibi apaydınlıktı.
Gün geceye bağlanmış ve karanlık sarmıştı her bir yanını. Ellerini gözlerine yaklaştırsa ellerini göremez, önünde ne var ne yok ayırt edemezdi. Karanlık, kapkaranlık bir geceydi. Onunla olan parıl parıl parlayan bir dolunay ve yıldızlar vardı. Derviş olmadan önce yani varlık ehliyken gözleriyle takip ettiği yıldızı sık sık kaybeder tekrar bulması zaman alırdı. Son buluşunda her şeyi bıraktı ve yalnız yıldızının gösterdiği yollara vardı.
Ay başkaydı, bir çift göz vardı ona değen, onu izleyen. O gözlerin baktığı yerlere bakıyor, oraları izliyordu. Ay ışığıyla elinde bir emanet gibi sakladığı gülünü görebiliyor, ayda dahi bir gül görüyordu. Geceyi dinlenerek geçiriyor, dinlenmek sadece yatmakla değil, uyuyup uyanıp bir güle bir aya bir yıldızlara bakmakla geçiyordu.
Güneşin doğduğunu gördü sonra, aslında bir güneşti tüm karanlığın ardındaki aydınlık. Bu sırrı hatırlamalıydı, içinde bir yerlere iyice yazmalıydı. Derviş bu sırrı hatırlayınca güneşe şiirler yazdı, en güzel kelimeleri ona saklamıştı. O güneşe ihtiyacı vardı, o güneşe susamıştı. Güneşin ışığını kendi üstüne de almalı, o güneşle parlamalıydı. İyice yaklaşmıştı, uzaklar artık birbirinin devamı olan çöl değildi, artık baktığı yerlerde yaşam vardı, ses vardı.
Sert kayalıkların koruduğu bir yuva gördü. Bir koku geldi burnuna, kalbiyle de aldı bu kokuyu. Takip etti kokunun yolunu. Bir sarayın yanından geçti, içeriden gelen telaşlı sesler duydu. Yıkılmış, talan olmuş taşlar vardı. İnsanlar da kendini yıkıyor, gönlünü talan ediyordu. Derviş ileri bakıyor, kurumuş bir göl görüyordu, başka bir şehre bir pınar gelmiş ve bu şehirdeki göl kurumuştu. Bir kıvılcım gördü derviş, sönmüş bir alevin ardından tekrar harlama çabaları gördü. Fakat ne çare, kim ne yaparsa yapsın, başka bir alev buralara yetişmiş ve bu alevi söndürmüştü.
Aslında bir güneşti taşları talan eden, gölü kurutan, alevi söndüren. Bir yıldız parlamış ve dervişin elindeki gül en güzel halini almıştı. Burnuna gelen güzel kokuya artık çok yakındı. Kafasını kaldırdı dağlara baktı, işte oradaydı, dünyanın en güzel gülü içeride duruyordu. Yolu da yokluğu da gece, ay ve yıldızlar da şimdi anlamını bulmuştu. Derviş hasretle beklediği gülüne kavuşmuş, nübüvvet güneşi doğmuştu. Derviş bir elindeki güle bir de dağda gördüğü güle baktı, bir daha gözlerini ondan alamadı. Gördüğü gül, peşini ardı sıra takip edeceği bu dünyanın ve insanlığın son gülüydü.