Varlık aleminin “Kün fe yekün” emrine muhatap olunduğu vaktin, yalnız ve sadece Allah Azze ve Celle’nin sonsuz ilminde müstatir olduğunu biz müminler topluluğu olarak iman etmiş insanlarız ve biliriz.
Bilimle meşgul olarak “varlık”ın ilk oluş vaktini tayin için uğraşanların büyük kısmı da bu konu da net bir zaman tayin edememeleri insanlığın gerçekliklerinden biridir. Her türlü bilimsel(!) gelişmeye rağmen halen bu konuda kesin ve net bir hakikat bilgisine ulaşmak mümkün olamamıştır.
İşte yalnızca Allah Azze ve Celle’nin sonsuz ilminde müstatir olan ilk Yaratılış / Oluş vaktinden beri varlıklar daima Yaratıcı’ya sığınma ve O’na iltica etme, yakarma, isteme halini yaşamaktadırlar.
Allah Azze ve Celle ilk insandan önce yaratılmış olan diğer alemlerdeki varlıklarında (cinler, melekler, O’nu tesbih eden diğer varlıklar) kendisine iltica ettiklerini ve yakardıklarını bize Kitab-ı Kerim’de bize haber vermektedir.
İlk insan Hz. Adem ve Hz. Havva’nın da işledikleri kusur/hata/günah sebebiyle veya bir başka ifadeyle Allah’ın emrine muhalefet etmek suretiyle yaptıkları iş/amel/eylem sonrası Allah’a yakardıkları ve iltica ettikleri ve niyaz da bulundukları, âyet ve hadisle bildirilen sabit kesin bir haberdir.
Buradan hareketle şu hakikati açık ve net olarak ifade edebiliriz: Yaratan yani Allah Azze ve Cellenin başta insan olmak üzere en üstün vasıflarla yarattığı her varlık “muhtaç”tır. Yani kendisi Yaradan’a sığınmak durumundadır. Yaratıcı (Allah) bunu bizzat böyle takdir etmiştir.
İnsanlık tarihi boyunca ve Kur’ân-ı Kerim’de bizlere bizzat anlatılan, bizden önceki kavimler ve peygamberlerin kıssalarında da sık sık nebî ve resûllerin kendileri ve kavimleri için duaları mevcuttur. Hatta o âyetlerin bir kısmı halen dua olarak bizzat Efendimiz (sas) tarafından bizlere öğretilmiş ve tavsiye edilmiştir.
Efendimiz (sas) günlük işlerinde, savaşlarda, olağanüstü doğa olaylarında, arkadaşlarıyla sohbetlerinde ve son olarak Veda Hutbesi’nde de dua etmiştir.
Kainatın Efendisi Hz. Muhammed (sas) Rabbi’ne bu kadar iltica, yakarma ve niyaz halindeyken bizlerin bu anlamda onu örnek alan ümmeti olarak duadan, ilticadan ve niyazdan uzak olmamız ve kalmamız düşünülemez.
Peki nedir Dua’nın Özü?
Dua yukarıda da ıstılahî manasına işaret ettiğimiz üzere insanın beden, ruh ve gönül olarak tam manasıyla Allah’a yönelmesi ve acziyetini kabul ederek talep etmesidir.
Dua yalnızca dil ile yapılan kelamî/lisanen bir yöneliş değildir.
Sığınma hali bir teslimiyet halidir aynı zamanda. Şeklen ve lisanen o halde olmakla değil, ancak ve ancak ruhen bir teslimiyet hali gerektirir.
İnsanın insanla diyalog halindeyken dahi kendisine tam olarak yönelmediğinizde o diyaloğun eksik olduğuna hükmederiz ve hatta ciddiye alınmadığımızı düşünürüz muhatabımız tarafından. Hal böyle iken, varlık aleminin sahibi Malike’l-Mülk ve Haliku Küllî Şey olan Rabbimiz Allah Azze ve Celle’ye yönelişimizin gaflet halinde olmasının düşünülemeyeceğini tefekkür ve idrak etmemiz gerekir.
Allah Azze ve Celle ile insanın mükaleme etmesi mümkün olamaz, orada bile Allah bir elçi ile yani Cebrail (as) ile vahye muhatap kılmıştır seçilmiş elçilerini.
Bizler bunu doğru idrak eden mü’minler olarak, Rabbimiz’e ilticamızın yani duamızın özünün tam bir yönelme ile ancak karşılık bulacağını ve lisanen ezbere tekrarlanan şeylerin kalben tasdik ve ruhen teslimiyet içinde olmadan gerçek anlamda Yaratıcı Allah Azze ve Celle ile doğru bir iletişim olmayacağının bilincinde olmalıyız.
Doğru ve başarılı bir iletişim de gereken şartları sağlamak için, bütün gayretimizi ortaya koyarak istediğimize veya amaca ulaşmak yolunu tutarken, herhangi bir hâl üzere iken veya bir ibadet içinde ve sonrasında Allah’a dua ederken gaflet içinde, hazırlıksız, ruhen başka iklimlerde gezerken lisanen tekrarlamanın gerçek bir iletişim olamayacağını ve bununda ibadetin özü olamayacağını göz ardı etmemeliyiz.
Allah Azze ve Celle, kullarının kendisine yakarması ve iltica etmesinden yani kendisini ululayarak, tesbih ve tenzih ederek dua etmesinden, acziyetini kabullenerek kendisine sığınmasından memnuniyet duyduğunu bizzat âyet-i celile de bizlere bildirmiş ve Efendimiz (sas) de bunu sıklıkla örnek olarak bizlere yaşayarak öğretmiştir.
Bugünü yaşayan insanların, özel de Müslümanların düştüğü önemli bir yanılgı vardır: Hayatı bölmek, parçalamak ve öyle yaşamak.
Bu büyük bir yanılsamadır. Neredeyse Allah’tan sadece ahiret yurduna ilişkin şeyler isteyerek Allah’ı hayattan soyutlayan ve gayb alemine -hâşâ- ilişkin bir Rab tasavvuru.
Hayır, bu Tevhid’in özüne aykırıdır ve modern hayatın bir hastalığıdır.
Mü’min kişi için dünya ve ahiret yurdu bir bütündür.
Mü’min kişi, dünya hayatı ve ahiret hayatının, bir bütünün parçası olduğu bilincinden yani tevhid anlayışından bir an bile uzak kalmamalıdır.
İşte bu Tevhid bilincinin gereği olarak ruhen her an Rabbi ile iletişim halinde olmalıdır. Her an ve her hal üzere Rabbi’ne iltica etmelidir. Dünya işleri, ahiret işleri diye bir ayrım içinde yaşayamaz bir mü’min.
Hayatın içinde, hatta uyku halindeyken bile Rabbi ile iletişim yolunu arayan insandır mü’min. Gönlü ve ruhu her an Allah ile olma mertebesine ulaşmak ve “ihsan” üzere olmak için gayret içinde olan kişidir mü’min.
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” hadis-i şerifini yalnızca insan olarak mı anlamalıyız acaba? Sevilmeye ve muhabbete en layık olan Rab Teala Allah Azze ve Celle ve O’nun Habibi Efendimiz (sas) değil midir?
İnsanoğlu, büyük bir gaflet denizinde bir o yana, bir bu yana savrulup duruyor ve ruhunda kopan fırtınalarda kaybolup gidiyor. Bu fırtınaya karşı durabilmek için mü’minlerin sarılacağı yegane yol Allah’la olan doğru iletişimleri, teslimiyetleri, duaları, ilticaları ve niyazlarıdır.
Gönüllerimizi ve ruhlarımızı tam bir teslimiyet içinde Hakk’a bağlamadan, şeklen ibadetlerin sadece üzerimizdeki mükellefiyeti kaldıracağını unutmamalıyız. Gerçek bir yakarış, dua ve niyazın Hakk katında karşılığını bulmaması söz konusu değildir. Çünkü doğru iletişim kurmak için gereken şartlar yerine getirildiğinde mutlaka icabet edeceğini Allah Azze ve Celle bizzat vadetmiştir.
Hakkıyla duanın, niyazın, ilticanın, yakarışın yolu ise tam bir teslimiyet, acziyetini itiraf ve sığınmakla mümkündür.
Dua, Hakk’a teslimiyetin ve sığınmanın, Allah Azze Celle ile kulunun iletişimidir. Varlıklar alemi her an ve her hal üzere Alemlerine Rabbine iltica, yakarış, tesbihatla meşguldür. Allah’ın yarattıkları üzerindeki kesin ve eksiksiz hükümranlığı şüphesizdir. Allah, insanı belli bir vakte kadar serbest bırakmış ve imtihan etmektedir. Mü’min gönüller ve ruhlar hayata işte böyle bir iman ve inanç üzere bakar, tevhid penceresinden gördüğü seyrettiği dünya hayatını daima Allah’la iletişim halinde değerlendirir ve düzenler. Bunu sağlıklı bir biçimde gerçekleştirmek için ise ruhunu, gönlünü, bedenini, amelini ve tüm işlerini ve hatta düşüncelerini de O’nun rızasına uygun hale getirir ve düzenler. Elbette insan gaflete düşebilir ama hemen ardından yine Allah’a iltica eder, yakarır, tevbe eder ve yeniden iletişimini tevhid ile güçlendirir.
Önce dil de, sonra amel de, sonra iş de, sonra gönül de, sonra ise her hal üzere Allah ile olana dek bu iletişim süreci devam etmelidir.
Hülasa mü’min her hâl üzere Allah’la iletişim halindeki insandır.
Bu iletişim dili dua, niyaz, sığınma; mekânı ise gönül, ruh ve bedendir.