Menü
Bayram Çınar
Bayram Çınar
Bir Kur’ân Istılahı Olarak Şehâdet ve Çağrıştırdıkları
Ekim 7, 2024
Yazarın Tüm Yazıları

Giriş

“Şehâdet” kavramı, hukuki bir davada adâleti sağlayan delil; vakıanın hakikatini ortaya çıkaran karinedir. Kur’ân’daki kullanımları da kavramın bu temel niteliği ile bağlantılıdır. Kur’ân’da hangi bir varlık şahid olarak gösterilmiş ya da şahitlikte bulunmuşsa, şahid olması istenen varlık, söz konusu vakıanın künhüne vâkıf olmuş ve söz konusu yerde hazır bulunmuş demektir. Kur’ân bütünlüğünde “şehâdet”in bu manası, pek çok âyette göze çarpar. Bu yönüyle Kur’ân’da “şehâdet” kavramının adâlet merkezli bir kavram olduğu söylenebilir.
Etimolojik olarak ise şahidlik, bilgi ve görgüsüne müracaat edilenin; hakkında konuştuğu şeye ilişkin olarak, ona şahid olmayanlara bildirilmesi gereken temaya ilişkin bilgi-görgü ve tecrübesine ihtiyacın gereğini ifade eder. Bu yönüyle şahidin, müşahede ettiklerini ondan haberdar olmayanlara aktarması beklenir. Dolayısıyla şahidlik, üçüncü tarafları ilgilendirdiği oranda bilgi süreçleri ile de irtibatlıdır.

Temel İslâm Öğretisi ile Şehadet Arasındaki Zihniyet İlişkisi

Kur’ân, tematik bir kitaptır ve şehadet kavramı, Kur’ân’ın temel iddiasına atıf yapar. Bu iddia insanın teklife muhatap kılınmış özgür bir varlık olduğudur. Bu varsayıma göre insan; Kur’ân’ın öğretisine insan mecbur kılınmamış, altyapı olarak bu öğretiye uygun hale getirilerek sistemle bütünleşmiştir. Bu durum, İslâm’ın fıtrat dini olması ile de ilişkilidir. İslâm; bu yönüyle insana dışardan giydirilmiş bir kıyafet değildir. İnsanın duyumsadığı bir iç ses, bir farkındalıktır. İnsan; ta başta bir iç duyumsama ile fıtri olarak İslâm kıyafetine uygun halde inşa edilmiştir. İhtiyacını hissettiği öğretiyle karşılaştığında ise uyum sorunları yaşamamış adapte olmuştur. İnsan, İslâm ile karşılaştığında onu yadırgamaz, bu yüzden kendini evinde hisseder. Her doğan kişi İslâm fıtratı üzere doğar, aile ve çevresi dokunuşlarıyla bireyin bu durumunu destekler ya da zayıflatır. İslâm öğretisine göre insan iyi bir doğa ile doğar. Karakterine eklenen kötü edim ve anlayışlar onda erozyona neden olur. Zira buna göre insanın fıtraten doğuşta temiz ve iyidir. Tabula rasa’da iyi özden söz edilmez, dönüşüme açık her şeyi yazabileceğimiz bir boş sayfa olduğunu varsayar. Bu yönüyle birey tabula rasa öğretisine göre nötrdür. Bu yüzden Tabular rasa öğretisi, İslâm’a mesafelidir. İslâm, insanın fıtratına ekilmiş ve potansiyel olarak var olan iyi özü bazen insanın kendisini şahid getirerek, insanı kendine dönmeye çağırır (Âdiyât, 100/7). “Hatırla ki Rabb’in Âdemoğulları’nın sırtlarından zürriyetlerini aldı. ‘Ben, Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendi nefislerine karşı şahit tuttu. Onlar ‘Evet, Sen Rabbimizsin. Biz buna şahidiz.’ dediler. (Böyle şahit tuttuk ki) Kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik.’ demeyesiniz!” (A’râf, 7/172).
Hz. Peygamber işlenen her günahın beyaz bir sayfaya konulmuş siyah bir leke olduğunu, bir süre sonra hatalar sebebiyle kalbi simsiyah bir sayfaya döndüğünü söyler. Bu algı, baştaki iyi özün korunamayıp; iyinin deforme olarak kötünün ortaya çıktığını haber verir.
Allah, Kur’ân’ın hak bir kitap ve Hz. Muhammed’in hak bir nebi olduğuna insanları şahid tutar ve kendisi de buna şahid olmaktadır. Kur’ân şahid tutulanların şehadetlerinin gereğini yapmadıklarını, onu unutup ihmal ettiklerini de aktarmıştır. Bu durum, dinî bir kurum ve kavram olarak şehadetin güvenliğinin teminat altına alınmasını gerektirmiştir. Şahidlik yapanların yanılma ve yanıltma imkânları, bazı durumlarda adâletin temini hususunda şahidin yalnız başına kanaati, konuya ilişkin yargıyı temin etmekte yeterli olmadığı için daha fazla kişinin şehadetini gerektirmiştir. Mesela namuslu hür kadınlara zina isnadında bulunanlarla (Nisâ, 4/4) eşine zina suçu isnat edenlerden, dört şahid getirmeleri istenmiştir (Nur, 24/6). Borç alışverişinde de birden fazla şahidin hazır olması gerekmiştir (Bakara, 2/282). Bir şeyin nasıl olduğunu tespit için, bir bilgi kaynağı olarak şahidlik kurumu bir görev üstlense bile, kritik durumlarda birinin, ikincisi ile takviye edilmesi icap eder görünüyor.
Kur’ân’ın; Allah’tan indirildiğinden şüphe içerisinde olanlardan Allah’ın dışında “şahitler” getirmeleri gerektiği (el Bakara, 2/23), müşriklerin Allah’ın dışında ilahlar olduğuna şahitlik etmeleri (el-En’âm, 6/19), “şehâdet” kavramının her zaman doğru ve hak için işlev görmediği anlamına gelir. Bu yönüyle kavramın hem negatif hem de pozitif anlamlar yüklenebilecek nötr bir ıstılah olduğu söylenebilir.
Allah’ı, kendisi ve muhatapları arasında şahit tutan peygamberler; şehâdet âleminde meydana gelen her türlü gizli ve açık olayın, Allah’ın ilminde olduğunu dolayısıyla kendi aralarında olan olayın da O’nun ilmi içerisinde yer aldığını, Allah’ın tüm olup bitene şahid olduğunun haberini vermek istemişlerdir.

“Şahit Olmak” Kavramının Kur’ân Merkezli İçerik Sorgulaması

“Şehâdet” kelimesi; “hazır olma, müşâhade etme, şahitlik yapmak, haber vermek, bilmek, açıklamak, hükmetmek” gibi anlamlarından sıyrılarak İslâmî ilimlerde “kelime-i şehâdet, Allah yolunda ölmek” şühûd âlemi ifadelerinde olduğu üzere “görünür ve gözlenebilir olgular dünyası” gibi anlamalarla ilişkili kullanılmıştır. Literatürde bir konuya ilişkin getirilen delile “şahid” denir. Delil getirme işine “istişhâd” denir. Usulcülere göre “şehâdet”, bir konuya ilişkin çelişkiyi ve şüpheyi ortadan kaldıracak şer›i kanuna uygun bir vasıf olduğu söylenir. “Tanıklık eden ve haklarında tanıklık edilen”lere andolsun (Buruc, 85/3). Söz konusu âyette şahid ve meşhûd kelimelerinin içeriği âlimler tarafından farklı biçimlerde doldurulmuştur.
1.Şahid Allah, meşhûd haklarında şahitlik edilecek olan bütün mahlûkattır diyenler olmuştur.
2.Şahid peygamberler, meşhûd onların ümmetleridir diyenler olmuştur.
3.Şahid kiramen kâtibin melekler, meşhûd insanlardır diyenler olmuştur.
4.Şahid bütün insanlar, meşhûd kıyamet günüdür diyenler olmuştur.
Uzayıp giden bu listeden; kaplamı daha geniş olan yorumlardan bazıları yukarıda verilmiştir. Kur’ân’ın sunduğu perspektifte ise; Allah’ın şehadeti, Peygamberin şehadeti, ümmetin şehadeti ve nihâyetinde uzuvların kişi hakkındaki (aleyhine) şehadetinden söz edilir.

Şahid kimdir/nedir? Onun vasfı nedir? Ondan beklenen nedir?

Şahid: İsteyerek ya da istemeyerek bir duruma, duyu organları ile yakîn derecesinde katılmış bireydir. Bu bireyin pozisyonu eylem-özne ilişkisinde genellikle nesne pozisyonudur. Kişi parçası olduğu fakat direkt etkilenip etkilenmesinden bağımsız olarak, duyusal olarak maruz kalan konumundadır. Bu pozisyonu ona şahidi olduklarını, bilgisine başvurulduğunda doğru bir biçimde ortaya koymak gibi bazı sorumluluklar yükler.

Peki, şahidin vasfı ne olmalıdır? Ondan beklenen nedir?

Şahid, müşahede ettiği durumu kendisine yansıyan haliyle, manipüle etmeden en doğru şekilde aktarmak ile görevlidir. Zira o, duyumsadıklarından başka birilerinin borazanlığını yapma kaygısı yaşamaz. Forma rengine bakmaksızın, gördüğüne çalan hakem pozisyonunda olmalıdır. Kişilere değil eylemlere odaklanır. O, taraflardan birinin haklılığı ya da haksızlığına odaklanmak yerine olanı tasvir edecek bir pozisyondadır. Bu yönüyle şahidin dominant yönü normatifliği değil, deskriptif yönüdür. Zira o, olanı ya da olmakta olanın tablosunu yapmakla mükelleftir. Şahidin adil olması ve tarafların lehine ya da aleyhine bir bakış açısı takınması anlamında değildir. Allah için şahid olduğu doğruyu dile getirmeleri vakıayı tasvir etmeleri ile ilgilidir (Talâk, 65/2).
Kur’ân; şahit olmayı, gereğini, yapmanın ön şartı olarak taktim eder, vakıayı doğru okuyamayan, duyularının gördüğüne razı olmayanın şahitlikten doğan sorumluluğu kuşanması da bu yönüyle beklenemez. “Ramazan ayına içinizde kim şahit olursa oruç tutsun…” (Bakara, 2/185) anlamındaki âyet, böyle bir gereklilik inşa eder.
Şahitliğe ilişkin bir başka nokta ise Kur’ân perspektifinde şahitlik birinin lehine ya da aleyhine olarak da altkümelerine ayrılabilir. Allah’ın insana teklifinden haberdar insanlar olarak, ondan haberdar olmayanları haberdar etmekle bu yönüyle sorumlu olan insanlarız. Şayet biz bu teklifi onlara iletirsek, fakat onlar gereğini yapmaz ve yapılan çağrıyı görmezden gelir ya da reddederlerse, bizim onlara ilişkin şahadetimiz onların aleyhine olacaktır. Zira şahitliğimizden elde edilecek sonuçlar, onları suçlu bulunarak cezalandırılmalarını gerektirecektir. Bu durum kimi âyetlere de yansır:
İşte böylece biz sizi, (ey Müslümanlar!) insanlara şahit (ve örnek) olmanız için (ifrat ve tefritten sakınıp doğru ve uygun yolu tutan vasat) orta bir ümmet kıldık. Peygamberi de sizin üzerinizde bir şahit (olsun diye böyle) yaptık. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâbe’yi) kıble yapmamız; Elçi’ye uyan (sadık)ları, topukları üzerinde gerisin geri dönen (kaypak tiplerden) ayırt etmek içindir. Doğrusu (bu tür öze dönüşler) Allah’ın hidâyete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (ve ağır bir yük) gelir. (Oysa) Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli ve merhametlidir (Bakara, 2/143). Bu âyetin verdiği ilham ile başka ümmetler üzerinde teşvik edici ilham olucu örnek bir topluluk olmak görevi de şahid olan topluluğa verilmiş bir sorumluluk gibi duruyor. Bu minval üzere; peygamberi de size örnek bir önder yaptık şeklindeki bir anlama çabasının da mahzuru olmamalıdır. Bu anlayış doğrultusunda, Peygamber hakikati bildirdi, fakat bunu icra etmez ve gereğini yapmazsak peygamber aleyhimize şahitlik edecektir. Bu, peygamberlerin ümmetlerine ilişkin genel şehadetlerini ifade eder. Kur’ân bu durumu “Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukabele gördünüz?” (Mâide, 5/109) sorusuna karşılık Peygamberler; öldükten sonra onların durumlarına ilişkin şehitlikleri sona erdiği için; “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin” karşılığını şahid kavramının bu yönü sebebiyle vereceklerdir.
Şahitliğe ilişkin bu varsayımımıza kaynaklık eden bir başka âyette ise peygamberin kendi ümmetleri aleyhine ahiretteki şahitliği sadedindedir. İlgili âyette Îsâ’nın (as), ümmeti aleyhine şehadetine müracaat edilir. Allah: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: “Allah’ın yanı sıra beni ve annemi de iki tanrı kabul edin” diye sen mi söyledin?” buyuracak, o da şöyle diyecek: “Hâşâ! Sen, ortağı bulunmaktan ve her türlü noksan sıfatlardan pak ve uzaksın Allah’ım! Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana düşmez. Eğer böyle bir şey söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi, içimden geçenleri dahi bilirsin; fakat ben sende olanı, senin gizleyip de bana öğretmediğini bilemem. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkıyla bilen ancak sensin.” (Mâide 5/ 116). Bu âyete göre ümmetinin Hz. Îsâ’ya ilişkin şehadetinde sorun olmuş, peygamberin Allah’ın bildirdiğine aykırı bir öğreti dikte ettiği iddia edilmiştir. Bu durumda hakem ve hâkim olarak Allah, peygamberin kendisini savunmasını istemiş; olaya ilişkin şehadetini talep etmiştir. Peygamber’in ümmeti aleyhine şehadeti, toplumun, onun görevini bihakkın yaptığını inkâr ederek, sapkınlıklarına bir çıkış yolu bulma çabalarına karşın, peygamberin kendini savunmasını ifade eder. Olanı kendi bakış açısı üzerinden anlatmasıdır.
Vedâ haccında Hz. Peygamber’in görevini yapıp yapmadığı konusunda önce muhataplarına sorarak onlardan aldığı “yaptın” şeklindeki onaylarına, Allah’ı şahid tutarak “şahid ol Ya Rab!”, dediği görülür.
Peygamberlerin insanlara çağrı yapma görevini Allah’tan bir sorumluluk olarak aldıklarını ifade eden bir âyette ise durum şu şekilde ifade edilmiştir. Bu âyet, peygamberin sorumluluğunun dindeki meşru zeminini ifade eder.
“Hani, Allah nebîlerin mîsâkını aldı: ‘Size kitap ve hikmetten verdiğimde, sonra size yanınızda olanı doğrulayan bir Resûl geldiğinde ona inanırsınız ve ona yardım edersiniz. Kabul ettiniz mi; bu ağır sözümü aldınız mı?’ dedi. ‘Aldık, kabul ettik.’ dediler. ‘Şahid olun! Ben de sizinle birlikte şahitlerdenim.’ dedi.” (Âl-i İmrân, 3/81).
Buna göre peygamber kendisine gelen emir ve yasakları insanlar bildirecek, Öğretiye onları davet edecek, insanlar da ona itaat edeceklerdir. Kendilerinden sonra gelen ve kendilerine verileni doğrulayan elçiler geldiğinde de onlara yardım edeceklerine dair söz verirler. Allah bu âyette muhataplarını buna tanık tutarken, kendini de onlarla birlikte buna tanık tutar. Bu ifade peygamberlerin de verdikleri sözlere sadakat gösterip göstermedikleri teftiş edilmekte onlar gözetlenmektedirler anlamına gelir.
Bu yaklaşım bir başka âyette: “Ey Kitap Ehli! Allah bütün yaptıklarınıza şahit olduğu halde, ne diye Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?” (Âl-i İmrân,3/98). Yapılmakta olana müdahil olmaksızın maçın sonunda (Ahirette) değerlendirilmek üzere not etmektedir. “Allah’ın gaybı ve şehadeti bilmesi” (Tevbe, 9/94) ifadesinde geçen gayb, geleceği ve geçmişi ihata ediyorken; şehadet ise anı ifade eder. Böylece anlam olarak O, mutlak anlamıyla her şeyi bildiği anlamına gelir. Böylece geçmişten-geleceğe her şeyi kuşatan bir bilene karşı, hesap vereceğiz. Bütün yapıp ettiklerimize şahid olan Allah, hiçbir yaptığımızı unutup ihmal etmeksizin yaptıklarımızı bize bildirecektir anlamı kazanır.
Peygamber’e hitaben, peygamberlerin insanlarla olan ihtilaflarında Allah; peygamberden kendisini şahit olarak göstermesini istemektedir. Çünkü bu durumda sair insanların bu ihtilafı çözmeye ve taraflardan biri lehine ya da aleyhine şahitlik yapmalarına imkân yoktur. Bu ihtilafı çözüme kavuşturmak yegâne hakem, O’dur. Bu durumda şahid olarak Allah yetmez mi vurgusu yapar. Fussilet Sûresi’nde “Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/ 53) şeklinde sunulmuştur. Bu mesaj Kur’ân’da birçok defa de ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeterlidir. O, göklerde ve yerde olanı (canlı ve cansız tüm varlıkları ayrıntılarıyla) bilir. Bâtıla (yanlış, haksız ve bozuk yollara) inanan ve Allah’ı inkâr edenler ise, işte onlar hüsrana (pişmanlık dolu zarara) uğrayanlardır.” (Ankebût, 29/ 52) tekrar edilir. “Veyekûlu’l-lezîne keferû leste murselâen kul kefâ billâhi şehîden beynî vebeynekum vemen ‘indehu ‘ilmu’l-kitâb” (Ra’d, 13/43). Peygamber’e getirdiği tüm delillere karşın sen peygamber değilsin çıkışlarına karşın, onlara benimle sizin aranızda Allah ve yanlarında kitabın bilgisi olanlar şahiddir, şeklinde bir yanıtla, kitaptan bilgi sahibi olanların onların bu söylediklerine katılmadıkları onların aksini düşündükleri ifade edilir.
Peygamber’in getirdiği delilin gerçekten söylendiği gibi olup olmadığına ilişkin yâkîn derecesinde bilmek isteyen ve bu mucizeye “şahit” olmak isteyenleri de Kur’ân bize aktarır. Bu âyette: Bu sefer havâriler: “Ondan (Allah’ın mucizevi ikramından) yemek istiyoruz ki kalplerimiz tatmin olsun, senin de gerçekten bize doğru söylediğini bilip (vesveseden kurtulalım) ve buna şahitlerden olalım.” demişlerdi (Mâide, 5/113).
Allah’ın şehadetini yeterince ikna edici bulmayanlara ilişkin âyete dile getirilen: De ki: “Şahitlik bakımından hangi şey (geçerli ve güvenilir olarak) daha büyüktür?” (Ve yine cevap verip) De ki: “Elbette Allah’tır! O benimle sizin aranızda şahittir. Sizi -ve kime ulaşırsa herkesi- kendisiyle uyarmam için bana şu Kur’ân vahy edildi. Gerçekten Allah’la beraber başka ilahların da bulunduğu (yalanına) siz mi şahitlik (iddia) ediyorsunuz?” De ki: “Ben (asla bu iftiraya) şehadet (ve kabul) etmem.” De ki: “O, ancak bir tek olan ilahtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” (En’âm,6/19).
“İnna erselnake şahiden ve mubeşşiren ve nezira.” (Fetih, 48/8) Peygamber bu âyette, müjdeci uyarıcı ve şahid olarak sunulmuştur. Müjdeci olarak peygamber kişi lehine şehadet anlamı taşır. Uyarıcı korkutucu olarak peygamber, kişinin el çekmesi gereken şeylere ilişkin uyarıcıdır. Bu fiillere dair peygamber kişi aleyhine şahiddir. Peygamberin üçüncü vasfı ise âyette geldiği hali ile müjdeci ve uyarıcı rolünün dışında 3. bir pozisyondur. Bu pozisyon yargılayıcı değil tasvir edici bir statü gerektiren şahidlik vasfıdır (Ahzab 33/ 45).

Peki, bu bakış açısına göre “diğer ümmetler üzere şahit olan müslüman ümmeti” ne anlama gelir?

Kendilerine son Peygamber’in gönderildiği ümmet olarak Muhammed ümmeti, tevhid bayrağını teslim alan son bayrak yarışçısı olarak, temsil görevini yerine getirmelidir. Onların, Allah’ın muradını farkında, istenilen yolda yürüme çabasında olmaları beklenir. Çünkü daha önce kendilerine kitap gönderilen ehl-i kitabın yaslandıkları metinlerin sıhhati sorunludur. Bu Kur’ân tarafından tespit edilmiştir. Bu yönüyle onların, Kur’ân’ın tasdikine ihtiyacı vardır. Yani onlar açısından geriye kalan seçenek, Müslümanların ellerinde bulunan vahiydir. O halde Müslümanlara yüklenen ekstra sorumluluk; vahyin rehberliğini temsil eden bir pozisyon almalarıdır. Dışlayıcı ve nefret ettirici değil, iletişim kurulmaya hazır bir donanıma sahip olmalarıdır.
Muhammed ümmeti, Hz. Peygamber’den (sas) sonra İslâm çağrısının temsilcileri olarak, İslâm öğretisinin, sahih olduğuna ilişkin kanaat oluşturabilecek bir nezahette davranmaları gerektiği gibi, öğretiyi kuşanarak, onun sunumunu yapacak bir donanıma da sahip olmaları beklenir. Fakat onların teorik sahip olmayı da aşan ve öğretiyi yaşam parkurunda icra eden bir toplum olmaları beklenir. Aksi durumda, doğruyu iyi bir biçimde temsil edemeyen; kötünün temsilcisi olan bir ümmet, İslâm aydınlığından insanları uzaklaştıran ve ona ilişkin negatif bir sunum yaptığı düşünülür. Bunun daha ileri safhası bizi, Allah’ın yoluna oturarak insanların o yolu takip ederek Allah’a ulaşmalarını engelleyenler konumuna düşürür. Bu durum Kur’ân’da “Ellezine yesuddune an sebililleh” (Hud, 11/19) olarak sunulur. Toplum olarak ya da birey olarak bize duyulan bir nefret sebebiyle Allah’ın yolundan uzaklaşanlardan sorumlu olduğumuz bu bağlamda düşünülür. Ahirette, yapıp ettiklerimiz sebebiyle Allah’ın dininden uzaklaştırdıklarımız, aleyhimize şehadette bulunacak ve bizden hesap soracaklar. Zira bilgisizce saptırdıklarımızın günahlarından bir kısmını üstleneceğimizi de Kur’ân bize haber verir (Nahl 16/25).
Kelime-i şehadet de şahidlik ile ilişkili olduğu için kavramla bir biçimde ilişkili olduğu varsayılabilir. Şehadet kavramı ile uzak bir ilişkisi olduğu düşünülebilirse bile oldukça yakın bir ilişkisi olduğu düşünülmüştür. Şehâdet kelimesi saâdet vezninde olup bir nesnenin hakîkatini kat’î olarak bilmek manasına gelir. “Şehâdet ister gözle görmek şeklinde olsun ister idrak suretiyle olsun, hazır bulunduğu meselenin künhünü anlamaktır.” Şehadet, Allah’a enfuste ve afaktaki bütün âyetlerine güçlü bir tanıklıktan sonra ve bu tanıklığın bir gereği olarak; O’nun gönderdiği öğretiye iman, söz konusu din üzere yaşamak; cihâdla bu öğretiye yardım ederek, gerekiyorsa o uğurda ölmektir. Eğer bu amaç yoksa, nerede ve nasıl olursa olsun ölüm ne cihâd ne de şehadettir… Allah yolunda ölmek ve şehit olmak; O’nun dinine, O’nun önerdiği hayat sistemine yardım etmek için ise sahihtir.
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammedun abduhu ve resuluhu” şehadetini getirip de bunun muhteva ve gereklerini yerine getirmeyen bir kimsenin sözlü olarak şehadetinde bir kusur olmasa bile, bu şehadet sözlü beyanı doğrulayan bir eyleme karşılık gelmediği için; iç tutarlılıktan yoksundur. Bu yüzden sıhhati sorunludur.
Şehadet: Ben şahitlik ederim ki “Allah’tan başka ilah yoktur. Yine ben şahitlik ederim ki Hz. Muhammed onun kulu ve elçisidir.» lafızlarından oluşur. Şehadet getiren kişi araştırmalarının sonucunda içinde yaşadığı evrende, Allah’tan başka bir ilah olmadığına şehadet ettiğini ifade eder. Onun bu araştırması yakîn ifade edecek derecede kati bir hal almıştır. Kişi, Hz. Peygamber’e ilişkin edindiği donanım da onun Allah’ın peygamberi olduğuna yakîn derecede bir kanaat oluşturması umulmuştur. İmanı önceleyen bir bilgilenme sürecinin İslâm öğretisindeki varlığı bir zihniyeti işaret eder. Bu durumda kafasında şüpheler bulunduğu halde şehadette bulunanın konumu yalancı şahidin durumu gibidir denilebilir. Zira burada da kişinin şehadet ettiği şeyi tasdikinin doğrulamadığı açıktır.
“Ve-in kuntum fî raybin mimmâ nezzelnâ ‘alâ ‘abdinâ fe’tû bisûratin min miślihi ved’û şuhedâekum min dûnillâhi in kuntum sâdikîn” (Bakara, 2/23) Bu âyette şahitler, bir kanaati paylaşanların tümü anlamıyla kullanılmıştır. Âyette şâyet kulumuza indirdiğimize ilişkin bir şüpheniz var ve tereddütler yaşıyorsanız, sizinle aynı kanaati paylaşanları da yanınıza alarak, ona indirdiğimizin bir kısmının benzerini yapınız. Şâyet iddianızda samimi ve iddianızda doğru iseniz bunu yapabilirsiniz, fakat bunu daha önce yapamadığınız gibi daha sonra da yapamayacaksınız. Dolayısıyla iddianızda haklı değilsiniz, o halde doğruyu temsil eden karşınızdakinin yaptığını yapmanız icap eder, buyrulur.
Âyetin sunduğu perspektifte, şahid bir konu ve kişi lehinde dolayısıyla muhalifinin aleyhinde bir kanaate sahip olup, taraftarı olduğu kişinin iddiasının doğrulanması için kanaatini izhar eden kişi gibi bir anlama da kavuşur. Hakkı ortaya çıkaran bir delil olan şahitliğin beyyine olarak da isimlendirilmesi, onun kapalılığı giderip hakkı açığa çıkarması sebebiyledir. Bu âyetteki şahid kavramı, bu anlamda kullanılmıştır. Şahitlik sayesinde hakların ihlal edilmesinin önüne geçilip bu hakların sahiplerine aidiyeti korunmuş olur. Böylece hakkın kişiye iadesi şahitlik üzerinden sağlanır. Âyet buna göre mesaj olarak, eğer haklı olduğunuzu düşünüyorsanız, sizin için delil olduğunu düşündüğünüz her şeyden yardım alabilir, istimdatta bulunabilirsiniz. Kanıtlarınızı derleyip toplayın ve Allah’tan olmadığını iddia ettiğiniz kitabın tümünü değil sadece bir bölümünün bir benzerini yapmaya çalışın, sonuçta başarısız olup yapamadığınızda, bu kitabın Allah katından olduğunu kabul etmek zorunda kalacaksınız. Zira geriye kalan bir başka seçenek olmayacak…
Şehadet kavramı çerçevesinde Kur’ân’ın söze konu ettiği bir diğer şey de kişi aleyhine uzuvlarının şahitlik etmesidir (Fussilet, 41/20-22). “O gündeki kendi dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeylere dair kendilerinin aleyhinde tanıklık eder.” (Nur,24/24), Yasin suresinde konuşma uzvu olan ağzına mühür vurulacağı ve diğer uzuvların şehadetine müracaat edileceği aktarılır (Yasin, 36/65). Buna göre, her şey kendi doğasının gereği ve kendi tabiatına uygun bir tarzda şehadette bulunacaktır. Dokunduğumuz yerde geride bıraktığımız parmak izlerimiz, elimizin suç mahallinde olduğuna şahitlik etmesi gibi, gözümüzün yaydığı ışığın, baktığı her bir yerde parmak izi gibi bir iz bıraktığı varsayıldığında, baktığımız her yerde bakışımızın orada olduğuna ilişkin bir delil ve kanıt olacaktır. Diğerleri de buna kıyas edilebilir…

5 1 Yorum
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x