Türkiye’de Kahramanmaraş merkezli peş peşe yaşanan 7,7 ve 7,6 şiddetindeki iki büyük deprem oldu. Bu depremlerde elli bini aşkın can kaybı yaşandı ve yüz bine yakın da yaralı oldu. Depreme bütün boyutlarıyla hazırlıklı değildik. Gerçi deprem sonrası kamu ve sivil toplum kuruluşları atak davranıp olağanüstü gayret göstermiş ve halkın da desteği ile kurtarma faaliyetleri yürütülmüştür. Ancak acil durum ve afet planları ağırlıklı olarak tek şehir merkezli düşünülmüş olduğu için böyle on bir ili etkileyen bir deprem karşısında mevcut planlama biraz aksamış ve özellikle tek elden afet ve ihtiyaçları yönetmede bazı aksamalar olmuştur. Her şeye rağmen deprem esnasındaki organizasyon çabaları, bireysel ve kurumsal tutum ve davranışlar ile yardımlar her türlü takdirin üstündedir.
Yaşanan bütün bu olaylar bizi ve toplumu büyük ölçüde etkilemiştir. O yüzden bu mesele üzerinde ne kadar dursak ve düşünsek yeridir. Zira bu depremin verdiği ders pek çok hocanın dersten daha acı, etkili ve ibretlik olmuştur. Bu yaklaşım tabii ki bu dersi alanlar için geçerlidir. Kim bilir, bu dersi alıp aklımızı da yerli yerinde kullanırsak, belki o zaman gelecekte bu kadar derin acılar yaşamayız.
Bu çalışmada öncelikle deprem gerçeğini ele alacak ve onun nasıl afete dönüştüğünü irdeleyeceğiz. Bu doğrultuda insanın tutum ve davranışlarını kritik edecek, insanın emanet ve sorumluluk bilincine değinecek ve buradan hareketle alemin emniyetinin kayboluşu üzerinde duracak ve birtakım sonuçlar çıkaracağız
Deprem kelimesi, hareket etmek anlamında eski Türkçe depreşmek kökünden gelir ve sarsıntı, yer hareketi demektir. Arapça kökeni zelzele olan deprem, yer altında biriken enerjinin, ani bir yeryüzü dalgalanmasıyla açığa çıkması esnasında yaşanan şiddetli sarsıntıdır. Yerkürenin merkezinde bir kazan kaynamakta, çevresini eritmekte, basınç yükseldikçe bunu belli yollarla dışarı atmakta, bu arada yoğunluğa ve derinliğe bağlı olarak şiddetli depremler üretmektedir. Bu durum, doğanın kendi yaşam biçiminin bir yansıması olarak tezahür etmektedir. Dolayısıyla depremi ortadan kaldıramayız, gücü ve derecesine göre değişerek hep var olacaktır. O yüzden bilime kulak vermek, ona ve doğaya uygun yaşamanın yolarını bulmaktan başka bir çaremiz yoktur.
Yaratılış Yasası ya da Sünnetullah
Allah ilim, irade ve kudret sahibidir ve her an yaratma halindedir. Doğal olarak O eşyaya yüklediği işleyiş sebeplerini her an yeniden yaratma ve yarattığı sebepleri de her an değiştirme irade ve kudretine sahiptir (Rahman, 55/29). Nitekim ateşi yakma istidadında yaratan Allah, “Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” (Enbiya, 21/69) diyerek ateşe verdiği yakma özelliğini dilediğinde değiştirebilmektedir. Evet biliyoruz, yangının ortasında olan bir peygamber için verilen bu emir uyarıcı ve ders verici bir emirdir ve o ölçüde de mucizevi bir boyut taşır. Ancak biz buna bakarak ateş bize dokunmaz, bizi yakmaz diyemeyiz. Tabii ki ateş kendi doğası ve Allah’ın izniyle yakar, sünnetullah bunu gerektirir. Allah’a ne eksik, O bunu durdurabilir. Ancak hesap ve kitaplarımızı mucizeye göre değil eşyanın tabiatına uygun olarak yapmak ve bu doğrultuda yaşamak durumundayız. Yoksa bunu yapmayıp üstelik topu da Allah’a havale edersek, Allah’ın sünnetullah’ını tam olarak anlamamışız demektir.
Yaratılmışlar arasında hiçbir şey yoktur ki varlığı/hayatiyeti birtakım sebepler dairesinde devam etmemiş olsun. Bu çerçevede sünnetullah gerçeğini anlamaya ve tefekkür etmeye çalışmak, başka bir deyişle varlığın işleyiş yasasını bilmek son derece ufuk açıcı olacaktır. Sünnetullah, kainatta her şeyin bir nizama tabi olup yaratılış yasası üzerinde olmasıdır. Fıtri zemindeki ahenk düşüncedeki istikamet ve tutarlılığın imkan ve sebebidir. Kevni ayetler, tabiattaki yerleşik olan hakim yasalardır. Alemler, en küçük organizmadan galaksilere ve nihayet evrenin tamamına varıncaya dek, Rabbimizin birer ayeti olup tam bir ölçü ve düzen içinde hareket etmektedirler.
Deprem gerçeğini anlamaya çalışırken kitabın “ölçüyü ve tartıyı tam yapın” emri üzerinde özenle durulmalıdır. “Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın” (Hud, 11/84) ilahi uyarısı sürekli zihinlerde canlı durmalı ve bu uyarı hayatın içinde yer alan her iş ve eyleyişte dikkate alınmalıdır. Örneğin bir inşaat yaparken zemin etüdünde ve statik hesaplamalarda gerekeni yapmamak; beton kalitesinde C25 gerekirken C20 kullanmak doğrudan ölçüyü ve tartıyı eksik yapmaktır. Bu tutum Allah’ın emrine karşı çıkmak anlamına gelir. Oysa biliyoruz ki yaratılmış olan eşyayı ve sebepleri ait olmadığı yerlere koymak, onu yerinden etmektir ve bu zulümden başka bir şey değildir. Şirk dediğimiz de zaten bu değil midir?
Yeryüzü kendi doğasına uygun tutumunu sürdürür. Bu, bazen güneşin doğması, dünyanın kendi ve güneş etrafında dönmesi gibi süreklilik içerirken bazen de güneş tutulması, ay tutulması gibi arızi bir şekilde olur. İşte deprem de bu arızi olaylara bir örnektir. Nitekim “Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan ‘ne oluyor buna’ dediği vakit” (Zilzal, 99/1-4) tanımlaması buna işarettir. Ancak unutulmamalıdır ki adeta kıyamet sahnesi yaşanır gibi bu durum bir anlatılırken hemen akabinde verilmek istenen mesaj peşi sıra gelir: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür” (Zilzal, 99/7-8). Bu doğrultuda “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer, 54/49), “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu” (Rahman, 55/7) kadim emri doğal olayların arkasındaki gerçeği açıklarken aynı zamanda çözüm işaretlerini de vermeyi ihmal etmez ve sertçe uyarır: “Allah akıllarını kullanmayanları murdar (inkarcı) kılar” (Yunus, 10/100), “Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir” (Enfal, 8/22).
Aklı Kullanmak ve Emaneti Üstlenmek
Din, Yaratıcının nihai amacını bilmektir. Bu doğrultuda inanç, salih amel (güzel davranış), hakkı tavsiye ve sabrı yaşamaya (mücadele) çalışmak gerekir.
Biliyoruz, takdir, tedbirin hep üzerinde olmuştur. Ancak bize düşen tedbir almaktır. Biz ne yaparsak yapalım, sonunda işler Allah’a dönecektir ve zaten tevekkül de bunu gerektirir. Ancak unutulmamalıdır ki yapabileceğimiz her şeyi yaptıktan sonra tevekkül gerçek anlamına kavuşur. Başka bir deyişle tevekkül gibi tedbir almak da zorunlu bir ibadettir. Dolayısıyla bütün sebep ve tedbirler üzerinde nihai takdirin Allah’a ait olduğu inancı bize sorumsuzluk getirmez. Aksine sorumluluk bilinci bizi ihmale, kainatın işleyiş yasalarını inkâra götürmemeli, bunlara cevaz verecek bir hale dönüştürmemelidir. O yüzden de ihmalkarlık ve vurdumduymazlık, sebeplerin manasız yere yaratıldığı fikrini doğuracağı için reddedilmiştir. Nitekim tevekkül akleden kalbin, tedbir ise cehdeden bedenin ibadetidir. “Korunma tedbirlerinizi alın” (Nisa, 4/102) emri başka nasıl anlaşılabilir?
O yüzden sünnetullah bilincini yitirip neslin ve ekinin ifsadı hatasına düşmemek gerekir. Allah’ın yarattığı denge ve ölçünün dışına çıkmamak gerekir. Varlığın yaratılış fıtratına müdahale etmemek gerekir. Aksi durumda yaratılan her şey bir biçimde tepki verecektir. Fıkıh ayetlerine müdahale ve onları ihlal etmek nasıl bir bedele dönüşüyorsa tabiat ayetlerini hiçe saymak ve ihmal etmek de yine belli bir bedelle bizleri karşı karşıya bırakır.
Buradan anlaşılmaktadır ki aklı kullanmayı bu denli önemli gören din bir ölçüde tevekkül gibi tedbir almayı da zorunlu bir ibadet olarak görmektedir. Bütün sebep ve tedbirlerin üzerinde nihai takdirin Allah’a ait olduğu gerçeği, sorumluluğu ihmale, kainatın işleyiş yasalarını inkara cevaz vermez. Tevekkül akleden kalbin, tedbir ise cehdeden bedenin ibadetidir. Yoksa “Korunma tedbirlerinizi alın” (Nisa, 4/102) kadim emrinin ne anlamı olabilir ki?
Yeryüzünde sadece doğada ve çevrede değil hemen hemen her yerde ve her şeyde bozulma ve çözülme yaşanmaktadır. Ve adeta neslin ve ekinin ifsadı kol gezmektedir. Allah’ın yarattığı denge ve ölçünün dışına çıkıldıkça, varlığın yaratılış fıtratına müdahale olundukça, yaratılan her şey, bir biçimde tepki vermektedir. Bundan sonra da vermeye devam edecektir. O yüzden Kitabi ayetlere müdahale gibi kevni ayetlere müdahale de azgınlıktır, küfürde ileri girmektir. Kur’an ayetleri üzerinde tahrif ne ise neslin ve ekinin ifsadı da aynıdır. Tam da bu yüzden insanın kendisiyle, çevresiyle ve eşyayla kurduğu münasebetleri yeniden gözden geçirmesi yerinde olacaktır. İşte bu noktada ölçü ve tartıyı eksik yapmanın her türlü ifsadın sebebi olduğu gerçeği insanın zihnine işlenmesi gerekir. Yoksa yapılan bir ihmal ve ortaya çıkan hatalar sadece ilgilileri değil bütün toplumu etkileyecek boyuta gelecektir. Nitekim “…İçimizden birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden hepimizi helak edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir…” (Araf, 7/155) bilinci bunu gösterir.
İslam düşüncesinde tabiat, köleleştirilip egemenliğe alınacak; kendisine işkence edilerek sırları öğrenilecek, işgalle fethedilecek varlık olarak görülmez, görülemez. Allah, tabiatı kevni boyun eğdirmeyle insanın emrine vermiştir. Tabiat, kendisiyle savaşılması gereken karşı bir güç değil, insan ile aynı yasaya tabi olan birbirinin müşfik yardımcılardır. Bu meyanda hayat, varlık ve oluşa bütüncül bakmak ve varlık düzlemine çıkan her nesne, olgu, olay ve durumu tevhid esası ile anlamlandırmak ve değerlendirmek insan olmanın şiarıdır. Doğal olan afete karşı yine aynı doğallıkla tedbir almak insan olma gereklerinden değil midir? Aklı kullanma, düşünme ve ibret alma, Allah’ın da bizden istediği bir sanat değil midir?
İslam inancında hiçbir şey yoktur ki ilahi iradeden bağımsız olarak değerlendirilebilsin. Bununla birlikte, tabii ki bölünmüş bilinçten ziyade bütüncü bir Kur’an kavrayışıyla bakınca, meseleleri, ilahi iradeyle açıklarken bunu insani sorumlulukları erteleyen/örten bir bahaneye dönüşmemesi gerekir. Zira mükellefiyetten kaçmak ve rüştün nişanesi olan aklı kullanmayı ertelemek insana yakışmaz. O yüzden de İslam dünyasının en büyük imamlarından, rey ekolü ve aklı kullanma konusunda bizi uyarıp cesaretlendiren Ebu Hanife’nin aklı işlevsel hale getirme önerisine kulak vermeli ve her türlü ihmali yaparak suçu ve sorumluluğu başkalarına atma hastalığından vaz geçmeliyiz.
Bu doğrultuda büyük şair Mehmet Akif Ersoy’u da hatırlamak yerinde olacaktır:
“‘Kadermiş!’ Öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru;
Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu…
‘Çalış’ dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de ‘tevekkül’ sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hasın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini;
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür, vazifesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!…
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda;
Utanmadan da ‘tevekkül’ diyor bu cürete… Ha?”
(Mehmet Akif Ersoy. Safahat, s. 267-268).
İçten gelen bu yakarışlar karşısında durup düşünmeli ve şu gerçeğin altını çizmeliyiz: “Elimizden geleni yapmalıydık ve yapmalıyız. Ve yapmadığımız için hepimiz suçluyuz. Yapılanın olanı önleyeceğinden değil, bize düşeni yapmadığımızdan ötürü suçluyuz. Ama daha büyük suçumuz, olan olup bittikten sonra bile, meseleyi anlamamakta ayak direyişimizdir, katı yürekliliğimiz, inanç tutukluğumuzdur. Elden gelen her tedbir alındıktan sonra, olanı asıl kaynağına bağlayarak Allah’a tam bir inançla teslim olmak gerekir,” (Sezai Karakoç. Dirilişin Çevresinde, Varto’ta Deprem, 1988: 197).
Tevhid, eşyayı ait olduğu yere koymak, şirk ise eşyayı yerinden etmek yani Allah’ı hakkıyla takdir etmemektir. Bu dünyada emanet bilincinin yitirilişiyle alemin emniyetinin kayboluşunun nedeni de bu tevhid anlayışının kayboluşuyla başlamıştır.
Deprem gerçeğinden hareketle, yaşanan hiçbir afet, özü itibarıyla ikram/rahmet olmadığı gibi o ölçüde azap, cezalandırma da değildir. Allah’ın kevni ayetleriyle farklı imtihanlar yaşayan insan, depremi de sınav olarak yaşar. Yaşanan ikram/rahmet olabileceği gibi ceza/azap da olabilir. Yaşadığımız imtihanları biz belirlemiyoruz ancak imtihan karşısındaki tavrımızı bizatihi biz belirliyoruz ve bu aynı zamanda bizim kulluğumuzdur. O yüzden afetleri, insanoğlunun yaptığı taşkınlıklara karşı ilahi bir imtihan, ceza ve bela olarak yorumlamak doğru değildir ve bu tutum adeta ahiretin iptal edilip cezaların dünyada çekilmesi anlamına gelir ki bu tehlikeli ve kabul edilemez bir yorumdur.
Allah bu gezegen de dahil olmak üzere kainatın işleyişini bazı fiziksel yasalara dayandırmıştır. Dünyanın güneşin etrafında dönmesinin mevsimlere neden olması, dünyanın kendi etrafında dönmesinin gece ve gündüzü oluşturması, yağmurun yağması, suyun sıfır derecede donması ve yüz derecede kaynaması, yer çekimi, yanardağlar, depremler, seller vb. tüm olaylar, sünnetullahın koyduğu fiziksel yasalara göre oluşur. İnsana düşen görev, fiziksel yasaların tıkır tıkır işlediği evrende alınması gereken tedbirler alıp onun ışığında kendi hayatiyetini sürdürmektir. Dolayısıyla doğadaki fiziksel yasaları test edip çıkan sonuçları da kaderimiz buymuş diyerek sorumluluktan kaçmak doğru değildir. Nitekim yeryüzündeki canlılar alemindeki yaşam da Allah tarafından biyolojik yasalarla bağlanmıştır. Bir canlının yaşaması için havaya, suya, gıdaya ihtiyaç duyması da bu minvaldedir. Nasıl hastalanınca fiziksel ve biyolojik yasaların ışığında çözüm arıyorsak hayatımızı idame ettirirken de o ölçüde önleyici tedbirler almak durumundayız.
İnsanoğlu, dünya hayatını toplumsal olarak sürdürecek şekilde yaratılmıştır. İnsana düşen güvenliği azaltmadan ve adaleti ihmal etmeden yaşamak olmalıdır. O yüzden de yaşamak için imar ettiğimiz şehirleri aklın ve bilimin öngördüğü tedbirleri ihmal etmeden, ölçüye ve tartıya riayet ederek, ilahi iradenin emri ve sünnetullah’ın ışığında kurmalıyız. Kendimiz, çevremiz ve doğayı bir emanet bilinciyle ele almalı, büyük bir titizlikle bütün tedbirleri alıp yaşama sarılmalı ve büyük bir tevekkül bilinciyle hayatı yaşamalıyız. Başka bir deyişle “takdir her zaman tedbirin üstündedir” bilinciyle Allah’ın takdirinde yine Allah’ın takdirine sığınmak durumundayız.
Gelin hep beraber, kitapta geçen ve depremin etkilediği Hatay’da yaşayan ve camisi bu depremde yerle yeksan olan, tarihi uyarıcı şahsiyet ve uzaklardan gelen adam Habibi Neccar gibi bir çağrıda bulunalım:
- İslam, insanı bir kez daha anlam ve hakikate davet ediyor: Yeryüzü, onun halifesi olan insana emanet edilmiştir. İnsan; bu emaneti üstlenmeli, aklını kullanmalı ve bu doğrultuda yaşamalıdır. “Hayatı güzelleştirme sanatı” onun şiarıdır.
- Bu deprem önemli bir derstir, adeta bir yeraltı şok bildirisidir. O yüzden de yepyeni bir başlangıçtır; bir milat olabilir. Yeter ki dersimizi alalım.
- Sünnetullah, Tanrı’nın doğaya yedirdiği yasalardır. Deprem de doğanın bu yasalarından biridir. Dolayısıyla sünnetullah’ın bir parçasıdır.
- Fay hattının kırılması, depremin olması Allah’tandır, bu doğru, zira sünnetullah bunu gerektirir. Ancak bunun afete dönüşmesi ve bu felaketin binlerce insanın hayatına mal olması cehalettir, ihanettir, akılsızlıktır.
- Dolayısıyla sünnetullah’a uymadan binalar yaparak depremi felakete çevirmek ve bunu Allah’a nispet etmek ve dine fatura etmek tam aymazlıktır ve dine hakarettir.
- Bu depremin felakete dönüşmesinin sebebi biziz. Zira aklımızı kullanmadık, uygun yerlere uygun binalar yapmadık ve doğaya uygun yaşayamadık.
- Evet, ülke olarak, Müslümanlar olarak yardım etmede çok iyiyiz ancak tedbir alma konusunda son derece zayıfız. Kim bilir belki de yardım ederken ölebiliriz. O yüzden de bize verilen bu dersi almalı, başımızın üstüne koymalı ve ona iyi çalışmalıyız.
- Bu deprem şunu göstermiştir ki artık mükellefiyetlerimizi yerine getirmeli ve aklımızı yeniden kullanmalıyız. Hayatın bütününde olduğu gibi hakikat ve ahlak ekseninde meşru yaşamalı ve uygun tutumlar/davranışlar geliştirmeliyiz. Kendimizle ve doğayla barışık yaşamanın yollarını bulmalıyız.
9. Yeryüzünün en değerli varlığı ve tek akıllı canlısı olan insan, bütün bunları yapacak maharet ve yetenektedir. İnsan buna layıktır ve o “ahlaki temelde dünyayı güzelleştirme” işini üstlenebilir ve başarabilir.