Menü
Mustafa Alıcı
Mustafa Alıcı
Dindar Gezginler, Zorunlu Sürgünler ve Diyaspora Kültürü: Dinler Tarihinde Göç
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

Göç, neredeyse her zaman din olgusunu ve her yerdeki dindarı derinden etkileyen bir kelimedir. Bilhassa dindarlar, toplumsal dönüşümler yaşatacak şekilde inanca davet gibi ulvi gayelerle, açlık, sel baskını, depremler gibi doğal felaketler, siyasî, emperyalist, sömürgeci veya dinî baskılar, kitlesel boyutlu soykırımlar gibi zulümlerden kaynaklanan ve günlük dinî hayatlarındaki mekânsal açıdan rütinin dışına çıkarlar. Bu uğurda onlar, taşınma hareketliliği sürecinde yeni mekan tecrübeleri onlar için kaçınılmaz olarak daha güçlü ve daha boyutlu dinî, beşerî, sosyo-kültürel davranış biçimlerinde büyük etkileşimlere ve değişimlere yol açabilmektedir.[1] Nitekim organizeli ve dinamik dini gruplar, bir yerden ayrılmaya veya bir yere taşınmaya karar verdiğinde eski ile yeni temelindeki bu iki mekandan hangisinde kutsal değerler adına daha az veya daha fazla özgürlükler ve kısıtlamalar bulunduğunu geçirmiş olduğu dinî, kültürel, sosyo ekonomik, insanî ve siyasî saiklerinden hareket ederek doğru karar alacak şekilde yorumlayıcı, değer verici ve anlayıcı bilişsel yaklaşımlarla tayin ederler.

Mukimken mülteci konumuna düşebilen, hicret edici veya kök salıcı sıfatları haiz olma bağlamında geleneklerce “model” görülen din kurucuları ve onun şekillendirdiği ilk dönem müntesiplerin göç stratejileri, dindarlar adına güncel davranış belirleyici güçlü örneklikler içermektedir. Din kurucusu gibi güçlü misallerin kendi taraftarlarına her daim yapıcı olabilen öğrenici ve “öğretici etkisi” kaçınılmazdır. Bu anakronik etkileşime büyük ölçüde dayanan göç halindeki dinî cemaatler, başlangıçta geldikleri yeni toprakların sıkıntı verici iç dinamikleriyle veya maddî sefalet faktörleriyle mücadele etmek zorunda kalabilir, yeni topraklarda bir tür yeni koloniler inşa ederek orada kök salmak isterler. Yeni gelenler, herzaman olduğundan daha fazla ve daima ev sahiplerinden daha fazla çalışmak ve tutunmak zorunda olduğundan daha geniş imkanlara, güçlendirici araçlara ve göz kamaştırıcı refaha sahip olabilecek boyutlar kazabilecek yeni “milletler ve kültürlerarası toplumlar” inşa edebilirler. Onlar aynı zamanda bu yeni yerlerde ihlasla yaşamak zorunda oldukları inançlarının ötekilere ulaştırılması misyonlarını da yüklenerek dinin dünyaya tavrına bağlı olarak maddî veya manevî açıdan gelişerek olgunlaşarak kültürel açıdan erimeden kaynaşarak bulundukları mekanları dil, ahlâk, sanat, folklorik unsurlarla etkileyerek “dinin ilk doğduğu topraklara” benzer bir hayat felsefesiyle çok kültürülü, maddi refah dolu, öteki dindara karşı temkinli, kendi değerlerine olgun ve düşünce kültürel alanlarda başarılı toplumlar meydana getirebilirler.[2]

Dinler Tarihi perspektifinde söylersek dinin göç siyaseti, hatta dindarların tarihsel göç akıbetlerinin başarısı özellikle geleneklerinin kurucularının hayat hikayelerinde gizli olup onların bizzat hayatlarında ızdırabını çektikleri göçerlik, iltica veya mesken tutma siyasetler toplumun asli ilham kaynağı olabilmektedir. Daha somut örneklerle söylersek; söz gelişi M.Ö. VI. yüzyılda Çin kültüründe Konfüçyus, Mutlak Güç, evrenin değişmez Yolu, Kozmik nizam ve insanın tayin edilmiş kaderi olan Tao’nun aktif tecelli edici yönünü belirleyen Yang’ı anlamlandırmak üzere “sosyal açıdan alabildiğine faaliyet içinde, cemiyeti ve aileyi Tao’ya gör eğiten, nezaketli ve âli cenap insan” tipolojisi inşa etmek istemişti. Konfüçyus, M.Ö 501 de kozmopolit Çin imparatorluk toplumunda seçkin yeri olan Lu eyaleti başbaşkanı olduysa da 5 yıl sonra siyasetin çirkinliğini ve kıskançlıklarını görüp istifa ederek sonraki 13 yılını Çin feodal yapısı içinde kazandığı birkaç müridiyle birlikte eyaletten eyalete gezerek, yönetimle ilgili nasihatler vererek geçirdi. O göç ettiği yerlerde önceki ata bilgelerin faziletlerini güncelleyen bir felsefe güdüyordu. Ancak Konfüçyus, sonunda doğduğu Lu eyaletine yeniden göç ederek hayatının geri kalanını dar bir öğrenci gurubuna öğretmenlik yaparak geçirdi.

Konfüçyus’un çağdaşı olan ancak hakkında çok fazla bir şey bilmediğimiz, bir diğer Çin kültürel devrimcisi Lao Tzu, evrenin sessiz bir saat gibi çalışan yönlerine (bilhassa Ying prensibine) sahip Tao nizamının mükemmelliğini “bireysel insanın” sükûnet ve huzuruna indirgemeye çalışan iç huzur serüvenini batıya bir yolculuğa dönüştürerek öğretmeye çalıştı. Ancak yabancısı olduğu bu alemde insanın daima sessiz ve göze batmayan batınî göçler yaşaması taraftarı olan Lao Tzu, yaşadığı yenilgi üstüne yenilgiler sebebiyle tıpkı hayatı kadar muğlak ve anlaşılmaz bir metin olan kutsal kitabını tam huduttan geçerken, tanınmamış, kendi taraftarı olmayan “yabancı” bir gümrük memuruna ayaküstü bir şekilde bizzat yazdırdıktan sonra ardında hiçbir şey bırakmamak üzere sessizce ülkesinden ve dünya sahnesinden göç etti.

Hint alt kıtasında Budha diye bildiğimiz, Gautama Sidharta ise tıpkı Hz. Musa gibi sarayın depdebesinde dertsiz tasasız yaşarken doyumsuz hayatla dolu saray içinden dışını merak edici istek ile aniden gelen yalnız kalma şevki ve benliği tehdit eden endişelerle doldu taştı. Bu uğurda Sidharta, insanın yaşadığı dış dünya hayatının meydan okuyucu tereddüt gelgitlerini saraydan üç kere çıkarak bu tezkiye ve terbiye edici yolculuklarını önce öznel ve mahalli ölçekte aralıklarla ve safhalarla yaşadı. Sidharta saraydan çıkışlarının her birinde özel bir an olarak sıradan insanın mutlaka tattığı farklı elem, hastalık, yaşlılık ve ölüm olmak üzere dört hakikatle yüzleşti.

Sidharta’nın büyük istek duyduğu sözde saray hayatının anlamsızlığını dışarıdaki hayatın gerçekleriyle buluştuğunda ortaya çıkan sarsıcı çelişkiyi aşmak üzere ilk çözüm olarak geleneksel Hindu toplumunda gözlemlenen sıradan tutum olarak anne babasının inancı olan Hinduizm’e kaçıp sığınmakta buldu. Ama o, ağır riyazat öğretileriyle öğrencisi olduğu Hindu bilgeye (guruya) sorduğu sorulara manevî açıdan mutmain edici cevaplar, bilişsel açıdan doğrulanabilir düşünce dönüşümleri alamayınca önce Hinduizm’den koptu. Daha sonra kaçıp sığındığı bir geyik parkında yabani bir incir ağacının altında “nefsini tezkiye etmenin felah verici” nihai aygıtları ile Nirvana dediği sonsuz huzuru “bir tür tehiyyat konumunda” ulaşan Sidharta, her taraftarına vaat ettiği bu maneviyat yolculuğunu nihai gaye olarak dönüşüm yaşatan göçe dönüştürerek “Budha (Yüce Aydınlanmış Kişi)” oldu. Budha, göçmen kimliği ve derin tefekkür ve riyazatların sonucu elde ettiği bireysel aydınlanması sayesinde öznel olarak tecrübe ettiği hayatın kurtarıcı doğruluklarını (doğru düşünce, doğru hareket ve doğru konuşma olarak özetlenecek sekiz dilimli doğulu eylemleri) anlatmak için dünyanın elem verici ızdıraplarından kaçarak, tıpkı kendisi gibi diyar diyar dolaşarak elinde dilenci çanağı tek öğünlük azığı ile göç edebilen öğrenci topluluğu (Sangha) teşekkül ederek “konar-göçer” bir toplum ve mekansızlıktan anlam çıkaran sürekli hareket halindeki ruhban bir geleneğe sahip oldu.

Böylece Hint ve uzak doğuda görüldüğü üzere Budha’yı örnek alarak göç eden Sanghalar, beraberlerinde götürdükleri kutsal eşyalar veya metafizik anlamlar yükledikleri değerlerle dolu mukaddes bilge insanlar sayesinde gittikleri yerlerde özellikle akışkanlık ve hareketlilik içinde bir dönüşüme yol açarak yeni hidayet mekanizmalarını çalıştırabilmişler, dil engellini aşarak yabancı kültürle erimeden kaynaşma becerisine sahip olabilmişlerdir. Bu samimi ve alçak gönüllü kültürel karşılaşmaların yoğunlaşması sonucunda pek çok yerli insan, onların inançlarını tereddütsüz kabul edip oralarda saf olmayan, kültürel etkileşimler içinde içiçe, karma ve çok bileşenli yenilenmiş ve dinamizm kazanmış başka bir genç toplum inşa edebilmişlerdir.

Neticede dünyayı değersiz gören, bedeni hor gören, maddeyi onaylamayan, mekânsallığı maddi boyutlarıyla olumlamayan ve uzamsal açıdan ruhsal hayatı öne çıkaran Hindu ve Budist gelenekleri için Kuzey Doğu Asya içlerine doğru sızdıkları ve geçici dünyanın farklı mekanları arasındaki dine dayalı misyon yüklü göçler, hiçbir zaman metafizik açıdan rahatsızlık verici olmadı. Öyle ki özel kişisel olarak dini sebeplerle göç etmek Budistler için anlamsız olup asıl göçü değerli kılan dilenci çanağıyla pirinç lapası yemeğe razı olan, tek bir elbise giymekle yetinen zahit ve fakir Budist gezginlerin manastır hayatlarından feragat etmeden tıpkı model aldıkları Budha gibi karanlıkları aydınlatma ve Budist aşkın hakikatleri anlatma serüvenleridir.

Göçün Çok Boyutlu Kitabî Anlamları:
Yersiz ve Yurtsuz Ama Heryedeki Yahudinin Cileli Sürgünleri ve Göklerin Krallığına Hristiyanın Gönüllü Uzlet Göçleri

Buna karşın Mukaddes ve vaad edilmiş mekân algısıyla merkezi olarak konumlanmış yeryüzü kırallığı hasretiyle donanmış, tüm insanlık içinde saf ve seçilmiş “bir Tanrı halkı” ideali peşindeki Yahudi geleneği için, sürgünler olarak yaşadıkları her yerde içine çekilip kalın duvarlar ardında oluşan gettolar (Yahudilere özgün mahalleler) ile özel bir manevî hayat akışkanlığı kaçınılmazdır. Göçü bir gelenek haline getiren Yahudi için bu durum, kaderin de ötesinde ilâhî bir yakınlıktır; zira onlar için sürgündeki diyaspora hayatı, esenlik verici İlahi Sekinenin onlarla beraber gizemli yolculuğu olup aynı zamanda maddeyi olumlayan bakış nedeniyle onlara mekanlar arasında kolay geçiş yapabilme ve tutunabilme kabiliyetleri kazandıracak böylece o, “kendisini her yerde evinde” hissedecek, yabancı kültürde savaşmadan, kralların saraylarına rahatlıkla girebilecek, en seçkin yerlerde ileri gelen sosyal tabakalarla beraber olabilecektir. Tarih boyunca “mekânsız, yersiz ve yurtsuz” kalmaya maruz kalan Yahudinin gene de dünyanın her yerini mekân yapan gücünün ardındaki manevî dinamikler ise daima İsrail’in isminde anlamlı hale gelen “Kendileriyle beraber göç eden Tanrı halkı olma” eyleminde saklı kalacaktır.[3]

Etnik seçilmişliklerini, maddî refahlarını, dünyevî kudretlerini bahşedilen ilâhî nimetler olarak gören Yahudi toplumu, bu bakımdan göç ettikleri yeni yerlerde mahalli açıdan yaşadıkları yabancı meydan okumalara, etnik soy kırımlara, özgürlüklerini ele alan politik eylemlere maruz kalacak Yahudi asıllı yeni bir Mesih gelinceye kadar mazlum, masum ve sürgünde yaşadıklarını sanacaklardır. Onlar, manevî açıdan “Suskun Tanrı’nın” bir tür maddî karşılıkları olan metafizik bela ve cezalarını O’nun yakın ilgisi görecek; iman ettikleri bu zorunlu göç durumlarını bu yüzden Kudüs’ten uzakta ve ancak onun “yapay” bir benzeri olan sinagog etrafında inşa ettikleri “göç toplumuna” yani “diyaspora kültürüne” sahip olmakla atlatacaklardır. Bu arizi kültür, Yahudilere yeknesak olma bilinci ve kenetlenmiş ve birleşik bir toplumsal kimlik bahşedici avantaja dönüşürken aynı zamanda maddi refah kazanmak üzere Tanrı’nın ileride gerçekleştireceği görkemli kurtarıcı iradesine yönelik daima dakik, dokunaklı ve tedbirli itaatkâr hayat sürmek anlamına gelecektir. Bu yüzden Yahudi her yerdedir ama özellikle devrin Hristiyan kralının, Müslümanın sultanının, zalim zamane diktatörü Hitler’in, Stalin’in hemen yanı başındadır. Daha önce Mısır’da mazlum, sonra Babil’de peygamber katledici köle, hemen akabinde Roma imparatorluğunun her yerine zorla dağıtılan mülteci rolüne bürünen ama derin anlamda düzeltmeye vaat ettiği dünyanın esiri köleleştirici tarihsel travmalarının büyük etkisinde kalan Yahudiler için diyasporada kültürüne yönelik mükemmel sadakat ve sosyo-kültürel uyumlar öncelikle bedenen var olabilme daha sonra güçlü bir şekilde kültürel ayakta kalabilme meselesidir. Göç ettiği her yeri kendisinin zoraki vatanı gören; “aslında hiçbir yere sahip olmayıp her yerde olabilen” bir anlayışla kabullendiği farklı yerel diyaspora kültürleri, Yahudiler için olumsuz bir durum yaratmayacaktır. Aksine bu kültür, Yahudiye maddi açıdan sürekli uyanık kalma, maruzlar içinde bile olsa daima bariz ve görünür olabilme ve durgun kalmadan hareketli oluşlar (mobilite) kazandırırken dramatik olarak maneviyat açısından yoğun farklı kültürel ve pagan dini etkileşimlerle “seçici (eklektik) bağdaştırıcı (senkretik) ve karma (sentetik) olma meydan okumalarıyla onu yüzyüze bırakabilecektir. Bu “dönüşler” Yahudiye hem kimlik hem de şahsiyet verici mahiyettir.[4]

Dinin gerçek ismi olan “göksel krallığının” safiyeti ve ağır gizemli atmosferinin dağıttığı idealler ışığında yoğun ayinlerle tarih boyunca meydana getirdikleri ruhbanlığın ideali olan göksel manevî hayatın lekesizliğe maddî ve manevî olarak iltica etmektir. Bu uğurda birincil model hiç şüphesiz Rab bildikleri İsâ Mesih’tir. İsâ, zalim ve soykırımcı Roma valisinin eline düşmemek için daha çocukluğunda annesi Meryem ile Mısır’a kaçışı kutsal ve gizem dolu muğlak bir göçü tecrübe ederken aynı zamanda ruhbanlara model olacak şekilde en çetin riyazatlarla, bu dünya hayatının aldanışlarına karşı şeytani güçler tarafından denenmek üzere çölde uzlete çekilmiştir. Yine Filistin bölgesinde İsa Mesih’in hayatının her anında diyar diyar dolaşan çok boyutlu göç halindeki misyoner kimliği, Hıristiyan dindara gönüllü göçler konusunda misyoner modellikler bahşedecektir.

Daha sonraki özgün havarilerin yaşadığı misyoner yolculukları bilhassa baş havari Petrus ve geleneğin gerçek mimarı Aziz Pavlus’un pagan Roma idaresince idamlarıyla sonuçlanan “ilk devir çileli dine davet yüklü misyon yolculukları” sonrakiler için daima mekânsal açıdan dinamik feragat adacıkları ve zihinsel sığınma limanları hükmündedir. Hristiyan için gaye, Mesih’e ve havarisel azizlerin hayatlarını benzeriyle taklit etmektir. Yahudilik’ten zihnen kopuşlar yaşatan bir kültür ve teolojisi olan Hristiyanlara göre bu hayat, göç teolojisine dönüşen üçlü bir sacayağı ile çevrilidir: Şeytani kötülüklerle çevrili köleleştirici maddî ve görünür dünya, onu salt manevî dinamiklerle değiştirerek göksel hale getirip yenmek ve ideal Tanrı krallığını inşa etmek üzere Haça gerilip sığındığı Göklerden Yeryüzüne inmek için ikinci kez “bu dünyaya gelecek” olan İsa Mesih ve son olarak tarih boyunca bilhassa kafir veya pagan (putperest) gördükleri başka milletlerin krallarının güçlü otoritesi ile metafizik alemin manevi kralı Mesih İsa’nın inşa edeceği krallığı arasında ızdırap verici gelgitler yaşayan manastırdaki ruhbanlar… Tanrı’ya doğru bir boyutuyla göçü temsil eden tarihteki onlarca Haçlı seferi bilhassa bu gerilimi en somut anlamda aşmak maksadıyla ileride Mesih’in ikinci kez gelip inşa edeceği ve Göksel Kudüs olarak Tanrı krallığına dönüştüreceğine inandıkları mukaddes toprakları putperest ve şeytanın inancına sahip sandıkları Müslümanların elinden kurtarmak ve birinci bin yılın hemen başında kurulucağına inandıkları bin yıllık sürecek Mesih krallığını (millenium) hızlandırmak içindi.[5]

Hristiyan kültüründe Tanrı krallığının somut göstergeleri olarak göç diyarındaki kiliseler ve ruhbanların inşa ettiği manevî krallığın anlık yaşandığı manastırlar, dindarlar için devamlı olarak “Sezarın dünyasından kopup sığınacakları mekânlar” konumundadır. Bu açıdan Hristiyan kültüründe kiliseler, şehrin merkezine yakın sıradan Hristiyanlar için “maddi kötülük yağmurundan” geçici ve aralıklarla kaçış formunda “günah itirafı ve Tanrı’ya sığınma yerleri” olarak görkemli ve can alıcı renklerle dindara krallığın yeniden inşa edildiğini yankılatan çan sesleriyle bariz olarak dururlar. Buna karşın keşişlerin sığınağı manastırlar ise tıpkı İsa Mesih’in Sina çölündeki zahidane uzlet hayatı gibi kadar ıssız ve çılız ama toplumsal yoğunluğa sahip, bu dünyanın “geçici” güzelliklerinden uzakta ve maddi dünyanın alış-verişinden mahrum ve kötülüklerinden azade olarak Tanrı’ya yoğun adamalar ve kollektif bilinç verici tefekkürlerle ilâhî krallığı daha derinden tecrübe edici, yeniden manevî hayat üreticileri formunda mistik ruhanî hayat sağlayıcıları hükmündedir. Hristiyan dindar için, bu açıdan manevî göç araçları formundaki kutsal mekanlarıyla manevî hicretlerle donanmışken kutsallıkların akışına izin verdiği sürece bir diyardan diğerine yer değiştirirken asgari şartlarda durumu atlabileceğini düşünecektir.[6]

Sonuçta diyebiliriz ki Yahudi’nin vaat edildikleri topraklardan uzak olarak maruz kaldıkları Mısır, Babil, Romalı sürgün tecrübeleriyle hatıralar kazanan diyasporadaki göçleri kısa vadeli kazayı peşinen talep etmelerinin getirdiği biçimselliklerle dolu acı sonuçlar iken Hristiyanların karmaşık misyon yüklü göç tecrübeleri uzun vadeli kaderi Tanrı krallığına dönüştürmelerinin sonuçları kabul edilebilir. Allah’ı mekân vermeye zorlamak, mekânı mukaddes topraklara dönüştürmek, kendisini teo-politik baskı aracı olarak kullacanağı seçilmiş millete çevirmek üzere her sürgünden ve mazlumiyetten ders almadan kendini yeni zalim konumuna getiren Siyonist Yahudilerin akıbetleri her daim olumsuz olacaktır.

Son sözümüz geridekileri “zalim” olarak tescilleyecek şekilde ayrılışı, Nur’dan yoksun bırakmaya, göçü başlangıç verici kutlu hicrete, mekânı Medine-i Münevvere’ye, zamanı Asr-ı Saâdet’e dönüştüren son Peygamber’e (sas) ve O’na tabi olan tüm zamanların Mühacir ve Ensar müslümanlarına selamlar olsun.


Dipnotlar

[1] James A. Backford, Religion and Migration Old and New, Qaderni di Sociologia, 80/2019, 15-30

 

[2] Caroline B. Brettel, “Introduction: Global Spaces/Local Places: Transnationalism, Diaspora, and the Meaning of Home”, Identities: Global Studies in Culture and Power, 13 (2006), 327- 329; Peggy Lewitt, “Transnational Migration: Taking Stock and Future Direction”, Global Networks, 1 (3) 202.

[3] Eric M. Trinka, “Cultures of Mobility, Migration, and Religion in Ancient Israel and Its World, Routledge, London- New York 2022, 123-184.

[4] Mustafa Alıcı, “Yahudi Tanrı”, Bir Dünya Tanrı, ed. Mustafa Tekin, Rağbet Yayınları, İstanbul 2022, 130-165; Trinka, 245- 250.

[5] Hans Eberhard Mayer, The Crusades, Oxford 1972, 3- 252.

[6] David Knowles, Christian Monasticism, New York 1969, 23-120.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x