1. Kanun Koyucu, Bilge, Önder, Uyarıcı ve Şifacı Kimlikleriyle İnsanlık Tarihi Boyunca İlahi/Metafizik Haber Getirici İnsanlar
Günümüzde Batı dillerinde “peygamberi” karşılayan kelime (prophet), kadim Yunanca bir terim olup “Tanrı adına konuşan” demektir. Kadim dönemde putperest kabilelerde Câhiliyye dönemindeki gibi kahin (İsrail atalar dönemi için kohen) figürünün önemli kehanet görevlerine sahip olduğu söylenebilir. Kadim dünyada yaygın olarak inanılmaktaydı ki tanrılar, insanlar ile çeşitli yollarla iletişime geçerek alemde olayları kontrol etmek ve bu olaylara göre niyetlerini bildirmek istediler. Erken dönem yazılı kayıtlara göre, dini işlev yüklenen peygamberliklerin ilahlardan gelen işaretleri yorumlamak veya mesajlar almak suretiyle insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen faydalı bilgiler ortaya koymaktadırlar. Erken dönem kabile kültürlerinde klan lideri bu görevi yürütürken özel kehanet ve vizyon tekniklerine sahip bazı bireyler bunlar vasıtasıyla ilahi niyetler hakkında özel bilgiye ulaşabileceklerini düşünmektedirler. Bu yerel faaliyetler aynı zamanda şefaat görevi de üstlenmekte ve dini lider bir peygamber gibi ruhları, ilahları kendi özel grubunun lehine talepte bulunabilmektedirler.[1]
Putperest inançlarına sahip Akdeniz halklarıyla ve Mezopotamya Sami toplumlarındaki etno-kültürel verilerden hareketle ilahların mesajlarına başvuran veya onları yorumlayan çok geniş bir dini uzman tipolojilerine sahip olabiliriz. Bu Semitik uzmanlar, iki yöntemle ilahların dünyasına giriş sağlayabilmişlerdi:
a) Tıpkı ilkel kabilelerdeki gibi burada da çeşitli çalışılmış tekniği doğal alemdeki sembolik mesajları yorumlamak için uygulayan kahinler mevcuttu. Bu teknikler (mesela fal okları atmak, rüya tabileri, kurbanlık hayvanların bağırsaklarını incelemek ) çoğunlukla manipülatif iken gözlemlere dayananlar da ( söz gelişi hayvanların hareketleri, uğurlu veya korkunç olayları tasniflemek) vardı.
b) Bazen de ilahlarla temas kurup ilhamlar yoluyla iradelerini alabilen kişinin ağzından beşeri dille aktarmak üzere iletişim kurulduğu formlar mevcuttur. Bu kehanet sözcüleri vecd ve istiğrak halinde olabilen anormal kişiler olarak davranabilirler.
Dinler Tarihine göre Çin ve Hint kültürel coğrafyalarında, Ortadoğu’da bilhassa Sami halklarda yaygın olarak görülen risalet veya nübüvvet kavramları bir kategorik sınıf olarak aranmaz. Bunun yerine Kadim dünyada peygamberlik oldukça yaygın, canlı ve çeşitlilik içinde olup ilahî aracılığın doğası ve işlevi de kültürlerden kültürlere, bilgelik, önderlik, uyarcılık, şifa vericilik gibi farklı sınıflar içinde bulunabilmektedir. Söz gelişi Greko-Romen inançlarda vahiy, kehanet ve keramet ima veya işaretleri herhangi bir talep olmadan ortaya çıkabilmekte ve kült ibadetleri yoluyla görevliler, tapınaktaki ilaha özgün sorular sorup cevaplar alabilmektedirler. Bunun yanında Hint alt kıtasında (Budha gibi) manevi açıdan tezkiye eden Aydınlanmış kişiler veya kadim Çin geleneklerinde (Konfüçyüs, Lao-tzu, Mencius gibi) manevi arınma ve hikmete dayalı ilme odaklı öğretilerle insanları eğiten “bilgeler” bulunmaktadır. Buna ilave olarak ruha önem veren Doğu ile maddeye önem veren Yunan düşünce coğrafyasının tam ortasında bulunan kadim İran, madde-ruh diyalektik düalizmine uygun yaklaşmaktadır. Bu bakımdan İran kültüründe hem Çin ve Hint manevi bilgelik felsefesi hem de Sami nübüvvet anlayışlarını mezc eden bir anlayış gelişmiştir. Kadim İran’da yeniden dirilme, hesaba çekilme, ceza ve mükafat gibi ortak kavramlarıyla ahiret inançlarına güçlü vurgularıyla M.Ö. 2000’li yılların sonunda Zerdüşt’ün yegâne davetçi peygamberi olduğu ve onunla peygamberliğin bittiği Mecûsilik “peygamber dinleri” kategorisinde kabul edilmektedir.[2] Hristiyanlık için Hz. İsa (as), ete- kemiğe bürünmüş bir Tanrı (oğlu) olarak ve İsrail’e vaat edilen Mesih olduğu kabul edilmesine rağmen birkaç yönden o, peygamber olarak da sayılabilmektedir. Yine M.S. 216’da Babil’de doğan Mani, Maniheizm’in kurucu peygamberi olup Hindistan’dan Batı Akdeniz kıyılarına kadar geniş bir taraftar kitlesine sahipti.[3]
Dinler Tarihi bağlamında peygamberlerin ortak beş önemli noktası mevcuttur:
1. Peygamberler, kendi faaliyetlerini kendilerine tevdi edilmiş ilahi görevlerinin gereği olarak algılarlar.
2. Dini gelenekler bu peygamberlerin eşsiz, semavi ve kendi insanlarına bağlayıcılığı olan ilahî mesajlarından ortaya çıkarlar.
3. Tarihsel ve kültürel şartlara bağlı olarak mesajlarındaki içerikler bazen farklılık gösterse de bilhassa kurucu peygamberler, tüm insanlığına hitap edebilen evrensel mesajlar getirirler.
4. Tüm kurucu peygamberler, kendilerine özgü yöntemlerle içindeki cemiyeti sosyo-ahlaki ve sosyo-politik açıdan düzeltmek üzere kıyasıya eleştirirler.
5. Son olarak bilhassa kurucu peygamberler içinde doğdukları yere ait gelenekleri hem bazı açılardan devam ettirip hem de bazı açılardan ıslah ederek en gelişmiş formda bir dini gelenek inşa ederler.
Bu özellikleriyle genel anlamda tüm insanların kültürel bilgisine haiz olabilen özelde kendi kavminin etnik (yerel) değerlerine hâkim olan peygamberler, çok bilinçli yaşadıkları kendi hayatlarını öne çıkarmadan bir dünya görüşüne dönüştürdükleri tevhid için davete odaklanan, bilgi temelinde hareket eden, insanın bilişsel kapasitesine uygun olarak gerektiği kadar teknik bilgi, önceki nübüvvetlere vakıf olabilen; gelmiş geçmiş bütün ilim, irfan ve hikmetlerden hakikatleri “haber verebilen” donanımlı insanlardır. Bu davetçi şahsiyetleriyle peygamberler, “Tek İlahi Varlık” adına halkı yılmadan tebliğlerle harekete geçirerek eleştiren, düzelten, değiştiren, yenileyen ve dönüştüren otorite, prestij ve karizma sahibi önemli figürlerdir. Bu ortak özellikler, bir açıdan peygamberlerin bireysel davetçi rollerinin ve getirdikleri vahiylerin birer yansıması sayılabilir.[4]
Bu açıdan peygamberlerin davetleri, Tanrı’nın eşsiz etkin varlığını ve insana yakınlığını bütün benlikte hissedilmek üzere insanda doğuştan var olan mükemmelliğe duyulan özlemi, Yüce Varlığa tövbe veya şikayeti sunarken dua formunda candan bir talebi, öz eleştiri olarak insanın kirli oluşunu veya suçluluğunu, isyanlarını veya günahkarlığını hatta günahlarından pişmanlığını, daha yakından olmak üzere güven tazeleyici niyazlarını ve sonuçta bir bütün olarak inancın bağlamsal karakterine uygun şekilde “sonsuz ve azametli bir özgün ilahi iradeye umut dolu ve alçakgönüllü bir boyun eğme çağrısını” içerebilmektedir.[5]
Dinler tarihi, aynı zamanda peygamberlerin başlıca muhatabı olan ve tebliğin doğasının, içeriğinin ve akıbetinin şekillendirilmesinde en büyük sosyo-kültürel faktörlerden biri olarak elit tabakayı (mele) görmektedir. Kabile ve devletlerden ayrı olarak politik bir yapı olarak her toplumda ortaya çıkan elitler, bireysel refaha dayalı zenginlikleri veya gelirleri dağıtmak, vergileri tesis edip sosyo-politik açıdan toplumdaki bireyler arasındaki barışı tesis etmek, en önemlisi de mevcut otoriteyi koruyup tezkiye etmek üzere özgün ideolojiyi besleyip geleneğe dayalı inançları ne pahasına olursa olsun sürdürmek istemektedirler. [6]
Dinler tarihine göre peygamberlerin davetlerindeki birincil kabul muhatapları olan toplumun her kesiminden geniş halk kitleleri, inşa ettikleri kendi zihinsel dünyaları içinde kolayca birbirlerini taklit edip benzeşerek, onay-kabul yoluyla itiraz etmeden veya kendiliğinden ortak bir duyu yoluyla ve akademik kategorilere dayandırmadan öğrenip benimser ve inanırlar.[7]
2. Dinler Tarihinde İfrattan Tefrite Peygamberlere Yönelik Olumlu Yaklaşımlar
Dinler tarihine göre peygamber, din kurucusu ise “dini ilk tecrübe eden kişi”, “vahyin ilk şahidi”, “dini ilk anlayan”, “dindeki olağanüstülükleri ilk şehadet eden”, yaşadığı öğretilerin öğretmeni, geleneği şekillendiren teolojiyi ikame eden ve bulunduğu toplumu değiştiren, son olarak metafizik ile fiziki alem arasındaki mutlak aracı şahsiyettir.[8]
Dinler tarihine göre tarih boyunca olumlu anlamda peygamberlere yönelik teolojik ve fenomenolojik iki temel yaklaşım göze çarpmaktadır.
a. Metafizik/Teolojik Yaklaşım
Öznel ve normatif karakterdeki bu yaklaşım, içerden yani dindara ait bir perspektif olup dini getiren peygamber veya kurucularının üstü örtülü, yüksek ve olağanüstü bir alemi ve gelecekle ilgili sırları hayatları boyunca tecrübe ettiklerini, onların görüp işittikleri şeylerin salt vahiyler olduğunu savunmaktadır. Ancak bu anlayışa göre kutsallıkla ve aşkınlıkla tamamen entegre olmayan bir hayat anlamsızdır. Bu yaklaşım, hayatın geçerli olabilmesi için tamamen çözülemeyen teolojik sırlarla dolu olması gerektiğini savunur. Böylece bu yaklaşım, peygamberin her yönüyle “ağır metafiziğin mâhkumu” ve onun kaçınılmaz kontrolü altında olduğunu ve inancın menfaatleri doğrultusunda davrandığı zaman ancak elverişli olabileceğini iddia etmektedir.
Bu anlayış için kutsallıkla örtülü gizem, din kurucusunun metafizikle yakın temas halindeki bedeninde tecelli etmektedir. Yani onun maddi olarak her şeyi ( mesela kesilen saçları, tırnakları, nefesi, yüzü, kanı ve temas ettiği objeleri -elbiseleri, silahları ve araç gereçleri-) bile mukaddestir ve dokunulmaz bir kimliktedir.[9]
b. Tarihsel Fenomenolojik Yaklaşım
Nesnel, gözleme dayalı ve analitik karakterdeki bu yaklaşıma göre dinin kendi somut tarihsel haliyle bilhassa din kurucusu tarafından şekillendirilen dinin aldığı formun bilinmesi elzemdir. Zira dinin, sırasıyla kültürel, bilimsel, sanatsal, felsefi, sosyo-ekonomik yapı ve politikaları gibi din kurucusu tarafından bizzat öğretilen yönleri en doğal veya en sade haliyle ilk başından yaşanmış olmalıdır. Bu anlayışa göre devrimci karakterdeki din kurucusu içinde yaşadığı toplumun oluşturduğu geleneksel kültten memnun değildir. Onların sevdiği büyüden ve kült formundaki davranışlardan hep uzak dururken insanlara yakınlaşarak geleceğin dinamiğini açıklamak ister. Bu yüzden kurmak istediği sistem, taze sözlerden ve derin anlamlar içeren veciz ve dinamik cümlelerden oluşur. Böylelikle bu perspektife göre din, kurucusunun öğrettiği ve yaşadığı tam bir organik yapı olarak hem dipdiri hem de hayati bir organizma olarak karşımızda duracaktır. Bu organik haliyle din, bu hayatta tek bir unsuru bile yalın kalmadan işlemesi gereken, gelişmeci dairesel güç odağına dönüşür. Zaten dinin, kurucusu tarafından vaz edilen tüm unsurlarını birbirinden soyutlayarak bir parçasını anlamlandırmak mümkün değildir. Mesela bir din kurucusunun öğretici ve benimsettirici hayat hikayesi tamamen dinin dünya görüşünü yansıttığından onu bilmeden dini tam olarak anlamlandırmak zordur. Onun öğrettiği vahiyler, açık, berrak ve anlaşılır olup hitap ettiği toplumu entegre edici ve kötülükleri yok edici mesajlardır. Din kurucusunun yaşadığı din, anlaşılmazsa ise o dinin kendisi tam olarak anlaşılamaz.[10]
Neticede bir peygamber, her yönüyle aşkınlığın, tecrübe ettiği imanın ve aşıladığı umudun bulunduğu her yerde “kendini evinde hissederek” dinin en pratik formlarıyla halihazırda mevcut olmasını, her insanın hayatını özgürlükten taviz vermeden kendi inancına göre yaşamasını ister. Bu yönüyle onun yaşadığı örnek hayat, bireyin sivil bir insan olarak kutsallıklara şahadet ettiği aynı zamanda etkili bir yardımlaşma aracı olarak somut geçerliliğe sahip sosyal ve ekonomik şartlar altında oluşturduğu bilişsel ve sosyal öğretilerle dolu renkli bir hayattır.
3. Şifahi Nübüvvetten Ruhban Tehdidi Altındaki Yazılı Nübüvvete Yahudi Tarihinde Peygamberler
Kadim İsrail’de krallıklar döneminde ( özellikle M.Ö. 1000- M.Ö. 586 yılları arasında) kemiyet ve keyfiyet olarak yoğun bir peygamberlik altında iken bile İsrail’de halkın çoğunluğu etraflarındaki kavimlerin dünya görüşlerini paylaşarak büyük ölçüde putperestliğe yönelmişti. İlk dönem İsrail tarihinde Tanrı Yahveh’in “iradesini” halkına aktaran hafiften ağıra doğru artan dozda üç farklı peygamberlik tipolojisi mevcuttu:
a. Halkın ibadetlerini kolaylaştırıcı mahiyette kur’a okları çeken, Ahit Sandığı gibi özel ibadet uygulamalarını gözeten ve Kutsal Mekân ile meşgul olarak cemaat halindeki ibadete yönelik nübüvvet tipolojisi.
b. Ro’eh veya hozeh adı verilen ve farklı dönemlerde kendilerine göre “tek yönlü” ilahi vizyon elde edebilen kâhin peygamberler (krş. 1. Samuel, 9/9).
c. Vecd ve istiğrak halinde kendinden geçebilen ve nabi (navi) adı verilen olağan dışı davranışlara sahip olarak, Tanrı Yahveh’in Ruhu’nun üzerlerine inebildiği peygamberler.
İsrail peygamberleri, Yahudi dinî geleneğinde en önemli sırayı alan bir diğer otoriter kurumdur. Tekrar belirtelim ki İbrani peygamberlerinin otoritesi taşıdıkları ilahi elçilik vazifelerinden, ilettikleri mesajlardan ve dolayısıyla öğrettikleri kutsal öğretilerden dolayısıyla da sonuçta bizzat Tanrıdan gelmektedir.[11] Bu ilahi yön, onların insanlar tarafından eleştirilmesini etkisiz bırakmaktaydı; daha önemlisi peygamber çağrısı ilahi bir otoriteyi taşıdığından onların korkutulması ve tehdit edilmesi de mümkün değildi[12]. Yine de Eski Ahit peygamberlerinin yüksek yetkilerle donatıldığını biliyoruz.[13]
Yazılı bir otorite kaynağı olarak Eski Ahit, Tanrı tarafından bazı insanlara verilen peygamberlik çağrısını bazen hikaye etmekte ve onların bu otoriteyi nasıl aldıkları sembolik dillerle ifade etmektedir. Mesela İşaya[14] ve Yeremya [15]gibi mukaddes insanlar, -birazda kendi dönemlerinden kaynaklanan bir hassasiyetle- özellikle otoriteye nasıl sahip olduklarını gösterecek şekilde peygamberliklerinin başlangıcını betimlemektedirler. Burada hemen dikkat çeken husus, onların Tanrı tarafından yetkilendirilmesidir[16]. Aslında kendi davalarına bu gibi ifadelerle başlamaları, otorite bağlamında onların gerek halk tabakaları gerekse ruhban üzerindeki hakimiyetlerini pekiştirecek, meşrulaştıracak hatta belki de bazen şoke edici bu ilk mesajlar yoluyla kutsal alanla ilişki kuran kimseler olarak, toplum içindeki karizmatik otoriteleri hemen sağlanmış olacaktı.
Eski Ahit’te peygamber olarak tanımlanan ilk kişi Hz. İbrahim (as)’dir.[17] Hz. Musa (as) ise peygamberlerin en büyüğü olarak taltif edilir.[18] Her peygamber, kendisine verilen ilahi tebliği halka iletmekle memurdur.[19] İsrail peygamberlerinin Tanrı çağrısını yapmalarından dolayı kazandıkları güçten başka bir kudretleri bulunmamaktadır. Zaten onlar, çoğunlukla türlü sosyal sınıflardan gelmişlerdi; mesela Amos[20] ve Elişa[21].bir çiftçi, Hz. İbrahim ise bir prens olarak tanıtılmaktadır.[22] Yahudi din geleneğine göre kadınlardan hatta çocuklardan bile bu yüce din otoritesine sahip olabilenler bulunabilir.[23] Bazıları bu çağrıya hayatları boyunca muhatap olurken bazıları için bu durum, bir anlık meseledir.[24] Her iki durumda da peygamberler Kutsal Ruh’un inayetiyle konuşmaktadırlar.[25]
Yahudiliğe göre peygamberin verdiği mesaj, zaman tahdidi olmadan sonraki tüm İsrail halkını kapsar ve tüm nesiller üzerinde ilahi bir otoriteye sahip olur; mesaj, ya gelecekteki bir olayın kehaneti[26] ya da peygamberlerin ömürleri sırasında veya sonradan ortaya çıkan bir durumun ifade edilmesidir.[27] Her durum da İbrani peygamberin başlıca rolü, Tanrı sözünü hakkıyla taşımak, onu öğretmek, insanları kınamak veya düzeltmek ve doğruluk içinde onları eğitmektir. Zaten bu durumu peygamberlere verilen sembolik unvanlar da göstermektedir; mesela bir peygamber bazen bir kralın elçisi gibidir[28], bazen Tanrı kulu[29], bazen de bir çoban[30] veya gözetleyicidir.[31] Yine o, Tanrı’nın adamı[32] veya habercisi[33] olarak da tavsif edilir.
Babil sürgünü sonrası güçlenen ruhban otoritesinin etkisiyle şifahi nübüvvet ile yetinmeyen dönemin peygamberleri, kendi vahiylerini de kayıt altına almaya başladılar. Yazılı nübüvvet, artık kendi zamanlarında daha otoriter ve daha somut hale geldi. Babil Sürgünü sonrası peygamberleri, ya bizzat ruhbanlar arasından çıkarak veya kendilerini daha çok sürgün öncesi nübüvvet tiplerine uyarlayıp gittikçe güçlenen ruhbanlara karşı otorite kazandılar. Son olarak bu peygamberler, bilhassa son günlere ait geleceği vaat edilen şanlı kurtuluş tarihinden haber vererek önceki peygamberler gibi kavmin sosyo-kültürel ve ahlaki sorunlarına çareler bulmak yerine Tanrı’nın doğrudan tarihi müdahale ederek İsrail’in içinde bulunduğu sefalet ve köleliklerden kurtuluşa odaklandılar.[34]
Rabbanilerce şekillendirilen Yahudilik’teki şifahi Talmud geleneğine göre de peygamberler, beşeri açıdan; akıl, maneviyat hatta fiziksel yönlerden “mükemmel kişilerdir”. Bu geleneğin devamı olan Ortaçağ Yahudi geleneğinde en önemli temsilcilerden olan Endülüs’te İslam düşüncesinin etkisinde yetişip devrin ilim dili olan Arapça eserler kaleme alan filozof, hekim ve cemaat reisi (deyyan) bir Rabbi olan Moses ben Maimonides (Musa b. Meymun el Kurtubî, 1135-1204), Delalat’ül-Hairin adlı eserinin yaklaşık üçte birini peygamberlik konulara ayırmıştı. Ona göre Tanrı bilgi ve ahlak bakımdan alçak seviyedeki birini peygamber olarak seçmez. Bilakis peygamberler diğer insanlardan daha yüce meziyetlere sahiptirler.
Maimonides’e göre İsrailoğulları için Hz. Musa (as) şu dört açıdan diğer tüm İbrani peygamberlerden üstündür; a). Tanrı her peygambere mutlaka bir melek, ses, rüya gibi bir vasıta ile konuşmuştur. Ancak H. Musa vasıtayla değil bizzat Tanrı ile ağız ağıza konuşmuştur (Sayılar, 12/8). b). Diğer peygamberler, vahiylerini bir uyuklama durumunda (söz gelişi Tekvin 20/3) veya geceleyin bir rüyada (söz gelişi Eyüp, 33/15) hatta gündüz derin bir uykuda duyu algıları ortadan kalkp zihni bomboş olurken alırlardı. Ancak Hz. Musa’ya ilahi kelam gündüz vakti uyanıkken bile gelirdi. c). Yine bir İsrail peygamberine vahiy gelirken takati kesilip fizyolojisi değişir sonuçta öyle büyük bir dehşet üzerine çöker ki sanki yıkılacak gibi olabilirdi. Ancak Maymonides’e göre Hz. Musa’nın durumu farklıdır. Kelam ona gelince ona hiçbir fiziksel veya manevi karmaşa hakim olmaz. d). Son olarak tüm peygamberlere vahiy kendi kişisel tercihleriyle değil Tanrı’nın istemesiyle gelir. Hatta diğer İsrail peygamberleri zaman zaman vahiy gelmesi için birkaç yıl bile bekleyebilirlerdi. Halbuki Hz. Musa ne zaman “isterse” vahiy alabilmişti (Sayılar, 9/8). Maimonides, yahudi olmayanlar arasında da peygamberlik yapabilenler olabileceğini kabul ederken bunların nispeten düşük olduğunu iddia etmiştir.[35] Ancak yine de Yahudi geleneği kutsal kitabın yazılmasının Ezra döneminde tamamlandığını ve peygamberliğin Malaki ile bittiğini iddia etmekte Hz. Zekeriya(as), Hz. Yahya (as) ve Hz. İsa (as)’nın peygamberliklerini kabul etmemektedirler.
4. İsrail Peygamberliği ile Şirkin Yalancı Şamanizmi Arasında Bocalayan Hıristiyanlık’ta Peygamberlik
Hıristiyanlar için peygamberlik Eski Ahit dönemine ait İsrail tarihinde ortaya çıkan bir kavramdır. Bu yüzden Hıristiyanlar için vahiy ve nübüvvet birbiri üzerine bindirilmiştir. Zira İsa Mesih, tıpkı İbrani peygamberleri gibi hareket etmesine rağmen Hıristiyanların gözünde gene de “insan-tanrı” ve “bir rab” kimliğiyle konuşmaktadır. Onun sözleri, eylemleri ve iletişim dili İbrani peygamberlerinin sahip olduğu tebliğ dili değildir. Peygamberliğe dair vahiyler veya ilhamlar, kutsal ruh aracılığıyla havarilere ve İncillerin yazarlarına bahşedilen bir durumdur. Bu bakımdan sonraki dönemlerde Hıristiyan dünyasında pek az kişi peygamberlik iddiasında bulunmaktadır. Hatta Aydınlanma döneminde David Hume gibi deist filozoflar, tanrıya inanmak ve Tanrı hakkında geçerli bir bilgi kaynağı olarak peygamberlik ve vahiy gibi aracı kavramlara ihtiyaç bulunmadığını savunurken sonraki dönemlerde Descartes ve Kierkegaard gibi filozoflar ise vahiy hakikatlerini felsefi çatı altında olumlu yönde değerlendirmişlerdir. En olumsuz anlamda Blake ve Nietzsche gibi filozoflar ise kendilerini “felsefe peygamberi” olarak kabul etmekle beraber mevcut Yahudi-Hıristiyan sözlüğündeki vahiy, nübüvvet, ilham gibi terimleri yeniden kendi felsefelerine göre tanımlamışlardır. Son asırlarda ise Protestanlık içinden çıkan Son Gün Azizleri Kilisesi kurucusu Joseph Smith (ö. 1844) doğrudan İsa Mesih’ten vahiyler aldığını ve Mormon kitabı adında bir ilahi kitabı bir meleğin kendisine tevdi ettiğini iddia etmiştir. Son olarak Protestanlık içindeki Pentakostal akım üyeleri de modern Hıristiyan dünyasında vecd halindeyken ilham alabilen ilahi aracılar oldukları iddiasında bulunabilmektedirler. Böylece hem politeist hem de monoteist geleneklerin bir sentezi olan Hıristiyan inancında hem politeist inançların kehanet anlayışları hem de monoteist dinlerdeki peyamberlik inançlarının karışımına rastlamak mümkündür.
Son olarak Hıristiyan dünyasında Hz. Peygamber (sav) hakkında olumlu düşünenler de bulunmaktadır. Söz gelişi günümüzde etkin bir (Katolik teolog) olan Hang Küng, Hz. Peygamber (sav)’i bilhassa İsrailoğullarına gönderilen Eski Ahit peygamberleri bağlamında yapıcı anlamda anlayarak değerlendirmektedir. Küng, İsrail peygamberleri ile Hz. Peygamber (sav) arasında şu yedi ortak noktaya işaret etmektedir:
1. İsrail Peygamberleri gibi Hz. Muhammed (sav) de içinde bulunduğu toplum tarafından nübüvvet makamı verilmemiş bilakis O, bu makamın Tanrı’dan geldiğini söyleyerek kendini Tanrı ile kişisel bir ilişki içinde görmüştür. 2. İsrail peygamberleri gibi Hz. Peygamber (sav) de, iradesi güçlü ve Tanrı’ya yakaran biri olarak Tanrı’nın tüm iddialarını kendinde toplamış bir karaktere sahiptir. 3. O (sav), İsrail peygamberleri gibi, açık bir şekilde dinî ve sosyal krizleri haykırmış, kişisel zahitliği ve devrimci daveti ile varlıklı, hakim sınıfla ve bu sınıfı koruyan gelenekle kıyasıya mücadele etmiştir. 4. Hz. Peygamber (sav), kendisini sık sık “uyarıcı” olarak isimlendirmekte ve Tanrı’nın konuşan ağzı olmaktan başka bir şey arzu etmeyen İsrail peygamberlerine benzemektedir. 5. O, tıpkı İsrail peygamberleri gibi bıkıp usanmadan tek, şefkatli, yaratıcı, rahmetli ve yargılayıcı bir Tanrı’yı yüceltmiş; ondan başka hiç bir ilahı tanımamıştır. 6. Hz. Peygamber (sav), tıpkı İsrail peygamberleri gibi kayıtsız-şartsız bir teslimiyetle insanları Tanrı’ya her türlü şükür yapmaya çağırmış ve onlardan cömert davranmalarını istemiştir. 7. O, İsrail peygamberlerinin yaptığı gibi, monoteizm anlayışını humanizme bağlamış; tek bir Tanrı’ya imanı ve O’nun yargılayı oluşunu, sosyal adalet talebiyle birleştirmişti. İnsanları hesaba çekilme sonunda kötüleri cehenneme gitmekle uyarırken, adil olanlara Tanrı’nın cennetini vaat etmişti. Bu bakımdan Küng’e göre Yeni Ahit bile Hz. Peygamber (sav)’in nübüvvetini reddedemez. Çünkü Hz. Peygamber (sav), aynı zamanda Arapları şirkten (politeizmden) Tevhid’e (monoteizme) dönüştürmeyi başarabilmiş küçümsenemeyecek biridir. Son tahlilde Küng, Kur’an-ı Kerim’e de olumlu yaklaşarak şöyle der “Hz. Peygamber (sav)’i bir defa peygamber kabul ettiğimizde, tutarlı olmak için, onun elindeki kitabı da “İlahi Kelam” kabul etmemiz gerekir”.[36]
Sonuç Yerine: Tarih ve Kader veya Dinler Tarihi Açısından Peygamberlerin Hayatlarının Ümmetleri İçin Fenomen Değerleri
Öncelikle, her ister seküler olsun ister dini olsun her önder, her peygamber, kendi kavminin/ümmetinin kaderidir. Bir başka ifadeyle er peygamber, kendi ümmetinin ileride çekeceği acıları, tadacağı mutlulukları peşinen yaşar. Bu anlamda her peygamber, kendi toplumunun “mikro ölçekli bir kavim tarihi” bir ayna ve yansımasıdır. Hz. Musa(as)’nın saraydaki hayatı (Yahudilerin dünyayı teyit edici maddi refahı), Medyen’deki sürgün yılları (Yahudilerin sürgünleri, bilhassa zalim idareciler eliyle gördükleri zulümler), yurdundan kovulması (İsrail’in diyasporada vatansız kalışı), çöldeki hayatı (teşavot kavramı çerçevesinde İsrail’in sil baştan kendini yenilemesi ve yeni bir hayat inşası) gibi örneklerle uzun soluklu İsrail tarihinde de sürekli bilişsel açıdan tekrarlanıp duracaktır. Yine olağanüstü doğumu, mucizeleri ve ref’i ile Hz. İsa Mesih (as)’in hayat hikayesi Hıristiyanların tarih boyunca yaşadıklarını peşinen tecrübe edecektir. Son olarak Hz. Peygamber (S.A.V.)’in Mekke hayatında yaşadığı zulüm ve işkenceler, hicreti, Medine’de inşa ettiği İslam devleti, şanlı savaşları veya münafıklarla mücadeleleri, cemiyetteki, ailedeki hayati meseleleri Müslüman ümmetinin geniş tarihi içinde dalga dalga sürekli tekrarlanarak yayılacaktır.
Bu anlamda her ümmet veya toplum da, kendisini sürükleyen önderinin veya peygamberinin izlerinden gittiği sürece peygamberin siyerini veya seküler liderinin hayatını makro planda yaşar. Bu anlamda peygamberlere sahip toplumlar, “makro birer siyerdir” veya her kavim kendisini inşa eden peygamberinin “makro açıdan seküler biyografiler zincirleri” hükmündedir. Ümmetlerin sosyo-politik kaderleri, kendilerini peşinden sürükleyenlerin, yani onları oluşturan unsurlara göre hareket eden “önderlerinin” elinde mutlaka şekillenir.
Buradan hareketle bir topluluğa mensup olan birey, hem o topluluğun tarihinden hem de onların liderinin veya peygamberinin hayatından parçacıklar taşıyacak; en geniş haliyle sosyolojik olarak ümmetinin yaşadığı çağlardan veya siyer anlarından birer bukleler yaşamak zorunda kalacaktır. Aksi durumda yani kendinde peygamberinin siyerinden bir parça taşımayan bir dindar, peygamberine mensup olamaz veya hissedemezken aynı zamanda yaşadığı toplumun çektiği acıları veya mutlu anları tecrübe edemeyip hissetmiyorsa o topluma ait olmaz.
Son olarak hem içinden çıktığı ümmeti için hem de ona inanan bireyler için her peygamberin “hayatı”, “şeriatı” ve “sünneti veya sunduğu insanlık adına çıkmış bir yaşam modeli”, en derin boyutuyla irfan kurucu ve medeniyet inşa edici kimliktedir. Yahudilere ve Hıristiyanlara göre söz gelişi Hz. Musa (as), bir uçta katı yasalar ile radikal bir Tevhit medeniyeti inşa ederken onun tam diğer ucundaki Hz. İsa (as), istisnasız herkese alabildiğine şefkat gösteren müjde/İncil içeren bir anlayış getirmişti. Bu ikisinin tam ortasında ise “kafire karşı omurgalı ve dik durabilen, masuma, mazlum ve fıtratını koruyabilen insana merhametli olan” Hz. Peygamber (sav), “adalete dayalı ve rahmeti bol bir medeniyet” kurmuştu.
[1] Gerard T. Sheppard- William H. Herbrechtsmeier, “Prophecy”, Encyclopedia of Religion, ed. Lindsay Jones, (New York- London: Thomspon, 2005), 7423-7424.
[2] Nathan Söderblom, The Nature of Revelation, ed. Edgar M. Carlson, Fortress Press, Philadelphia 1966, 68- 71.
[3] Sheppard- Herbrechtsmeier, “Prophecy”, 7424.
[4] Ninian Smart, Dimensions of the Sacred- An Anatomy of the World’s Beliefs, University of California Press, California 1996, 176 ve 216- 218.
[5] Friedrich Heiler, Prayer: A Study in the History and Psychology of Religion, trans. ed. Samuel McComb, London- NewYork 1932, 227- 290.
[6] Ilkka Pyysiäinen, “Religion and the Counter-Intuitive”, Current Approaches in the Cognitive Science of Religion, ed. Ilkka Pyysiäinen, Veikko Anttonen, Continuum, London- New York 2002, 118- 119.
[7] Ilka Pyysiäinen, “Religion and the Counter-Intuitive”, How Religion Works: Towards a New Cognitive Science of Religion, 200-206.
[8] Gerardus van der Leeuw,Religion in Essence and Manifestation- A Study in Phenomenology,
çev. J. E. Turner, London, 1938, 650-651.
[9] Peter McKenzie, The Christians- Their Beliefs and Practises, London 1988, 186-187.
[10] Raffaele Pettazzoni, “Religione e cultura”, Religione e Societa ‘, ed. Mario Gandini, Bologna 1966, 169- 170.
[11] Çıkış, 7/1.
[12] Yeremya, 1/7-8; Ezekiel, 2/6.
[13] Yeremya, 1/10.
[14] İşaya, 6.
[15] Yeremya,1.
[16] Mesela Yeremya, 1/9.
[17] Tekvin, 20/7.
[18] Tesniye, 34/10-12.
[19] Amos, 3/8.
[20] Amos, 7/14.
[21] I. Krallar, 19/19.
[22] Tekvin, 23/6.
[23] I. Samuel, 3/19-20; II. Krallar, 22/14.
[24] Sayılar, 11/25-26.
[25] Sayılar, 11/29;24/4.
[26] Tesniye, 18/20.
[27] I. Krallar, 13/3; II. Krallar, 23/15-16.
[28] İşaya, 44/26; Haggay, 1/13.
[29] Amos, 3/7.
[30] Zekarya, 11/4, 7;Yeremya, 17/16.
[31] İşaya, 62/6.
[32] Mesela Tesniye, 33/1.
[33] II. Samuel, 10/2; İşaya, 42/19; Malaki, 3/1.
[34] Robert R. Wilson, “Propehecy: Biblical Prophecy”, Encyclopedia of Religion, ed. Lindsay Jones, (New York- London: Thomspon, 2005), 7437.
[35] Moses Maimonides, The Guide For The Perplexed, Trans. With an Introduction and Notes by Shlomo Pines and With an Introductory Essay by Leo Strauss, Chicago, 1963, c. II, 367- 369.
[36] Hans Küng, “Muhammad and The Qur’an :Prophecy and Revelation a Christian Response”, Christianity and the World Religions, ed. Hans Küng, trc. Petrus Heinegg, London 1986, 25-36.