Çin devletinin Xi Jinping hükümeti döneminde başlattığı Aşırılığa Karşı Sert Mücadele kampanyası 2013 yılından itibaren Doğu Türkistan’da toplama kamplarının temellerinin atılmasına ve 2016 yılından itibaren sistematik ve yaygın bir şekilde kullanılmasına sebep olmuştur. Çin hükümeti tarafından “yeniden eğitim kampı” adı verilen toplama kamplarında bugüne kadar 3 milyondan fazla Doğu Türkistanlı’nın zorla tutulduğu, tutuldukları süre boyunca fiziksel ve psikolojik şiddet, işkence, aç ve sussuz bırakma, zorla tıbbi müdahale gibi çeşitli insan hakları ihlalleri ve şiddet mekanizmaları uygulanmaktadır.[1] Çin hükümeti tarafından önceleri varlığı reddedilen toplama kampları, artan somut deliller, ele geçirilen Xinjang polis raporları[2] ve uydu görüntüleri sebebiyle uluslararası alanda yetkililerin reddedemeyeği bir gerçek haline gelmiş ve Çinli yetkililer kampların varlığını kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Ancak Çinli yetkililer toplama kamplarının yeniden eğitim vermek üzere inşa edilmiş tesisler olduğunu, kamplarda bulunan insanların zorla tutulmadığını, bu tesislerdeki insanlara rızaları dahilinde “dini aşırılıktan”, “ayrılıkçılıktan” ve “terörden” arındırılmaları için eğitim verildiğini iddia etmiştir. Çinli devlet yetkililerinin iddiaları her ne kadar kamplardaki insanların rıza dahilinde orada bulunduğunu ve herhangi bir insan hakları ihlalinin yaşanmadığı yönünde olsa da kamplardan kurtulan Doğu Türkistanlıların şahitlikleri ve polis raporlarına dayanan deliller aksi yönde bir kamp işleyişi olduğunu ortaya koyuyor. Kamplarda yaşanan insan hakları ihlallerini, sistematik işkence ve zulmü anlamak ve Çin devleti tarafından dini ve etnik kimlikleri sebebiyle soykırıma uğrayan Müslüman kadınların gözünden kamplarda yaşanan gerçekleri ortaya koymak için yazımızda 3 Doğu Türkistanlı kadının şahitliğine yer verilmiştir. Doğu Türkistan’da yaşanan zulmün önemli bir yüzü olan toplama kamplarının nasıl işlediğini, ne gibi insan hakları ihlallerinin işlediğini ve Doğu Türkistanlı kadınlara uygulanan sistematik zulmün boyutlarını anlamak adına ETHR[3] tarafından yayınlanan Koğuş Hikayeleri[4] isimli rapor serisinden yararlanılmıştır ve Müslüman kadınların kamp şahitliğine dair daha ayrıntılı bir okuma için okuyucularımıza bu kaynaklara ayrıca bakmasını da tavsiye ederiz.
Mihrigül Tursun
Mihrigül Tursun’un şahitliği özellikle toplama kamplarına zorla alınan kadınların, hiçbir hukuki bir gerekçeye ve yasal sürece dayanmayan bir biçimde alıkonularak kamplara mahkûm edilen Müslüman kadınların, kamplara götürülmeden önce gayr-ı resmi polis sorgularında mazu kaldıkları şiddet ve işkenceyi gözler önüne sermektedir.
“16 Nisan 2017’de bir polis beni tekrar ‘konuşmaya’ çağırdı. Birkaç soru soracağını söyledi ve beni Çerçen Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Orada bir evde üç gece gündüz tuttular. Uyumama izin vermeden sürekli sorguladılar. Neden Arapça öğrendiğimi, neden Çin’de kalmadığımı, neden yurtdışına gittiğimi, Uygurlardan kimleri tanıdığımı, Han Çinlilerinden kimleri tanıdığımı sordular. Ben Çin’e karşı yanlış̧ hiçbir bir şey yapmadığımı, sadece lisans eğitimi almak için yurtdışına gittiğimi ve mezun olduktan sonra memleketime dönüp burada çalışmak niyetinde olduğumu söyledim. Onlar benim neden başörtü taktığımı sordular. Ben Mısır’daki yaygın kültürün bu olduğunu, memleketime döndüğümde takmadığımı ve Müslüman olduğum için taktığımı söyledim.
Polisler beni çok dövdüler; acıya dayanamayıp bayıldığımda yüzüme su döküp tekrardan dövüyorlardı. Bana çok kötü şeyler söyledi. Bana annemin ve çocuklarımın öldüğünü, babamın hapise atıldığını söylediler. Meğer yalan söylüyorlarmış. Ardından polisler saçlarımı kazıdı, beni “karanlık odaya” götürdüler. Kafamın üzerine, kabloları olan metal bir elektrikli cihaz geçirdiler ve oradan tüm bedenime elektrik verdiler. Beni öldüreceklerini düşünmüştüm. Elektriği açarken başımdan geçen elektrik akımının sesi geliyordu. Vücudum çok acayip kötü bir duruma geliyordu. Damarlarımdan, kemiklerime kadar elektriği her yerde hissediyordum. Böyle elektrik şoku verilerek işkence gördüğümde, ölümün bunları yaşamaktan daha iyi bir şey olduğunu düşünüyordum. Bu acıya dayanamayıp “Lütfen beni öldürün” dedim. Polisler ise: “Öyle kolay ölmek yok. Mısır’da neler yaptığını söyleyeceksin!” dedi. Ben, “Mısır’da sadece eğitim almıştım. Başka hiçbir şey yapmadım. Mısır’da ne kadar Uygur olduğunu bilmiyordum” dedim. Polisler tekrar elektrik verdi. Ben acıdan “Ya Allah!” demişim. Onlar hemen elektriği durdurdu ve bana, “Sen Allah mı dedin? Senin Allah’ın nerede? Ona söyle gelsin. Benden daha güçlü ise seni benim elimden kurtarsın seni. O nerede? Eğer o seni koruyabiliyorsa sen neden buradasın? Gelsin seni kurtarsın hadi.” dedi. Sonra ben acıdan kendimi kaybettim.”
Gülbahar Jalilova
Gülbahar Jalilova, Doğu Türkistan’da kurulan toplama kamplarında 1 yılı aşkın bir süre alıkonmuş Doğu Türkistanlı kadınlardan biridir. Jalilova, hem kendi yaşadığı çeşitli işkence ve insan hakları ihlallerini hem de kampa mahkûm edilmiş başka Müslüman kadınların maruz kaldığı fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddeti cesurca dile getirmiş Doğu Türkistanlı kadınlardan biridir.
“22 Mayıs günü polisler beni polis merkezine götürdü. Sabah saat 8:00’den öğleden sonra 14:30’a kadar benim telefonumu aldılar ve inceleme yaptılar. Telefonumdan hiçbir problem çıkmayınca, beni bodrum katına indirdiler, sorguya aldılar. Birinci sorusu “Sen Türkiye’ye gitmişsin, orada kimler ile görüştün?” oldu. Ben “Kazakistan vatandaşıyım, ben Türkiye’ye gitmedim.” dedim. Sonra önüme Çince bir evrak koydular ve imzalamamı istediler. Ben imza atmadıktan sonra saat 23:30’da beni No.3 Hapishanesi’ne (三刊) götürdüler. Beni oraya götürdüğünde kadınlar da erkekler de vardı. Onların önünde kıyafetlerimi çıkarttılar. Sarı renkli gömlek ile bir spor pantolonu verdiler. Her yerimi kontrolden geçirdiler. Benden idrar ve kan aldılar, yine hamilelik testi yaptılar. Sonradan hamile kadınların karnındaki çocuğu düşürüp öyle hapishaneye attıklarını öğrendim. Yüzümün her taraftan fotoğrafını çektiler. 704 numaralı koğuşa götürüldüm. Kapıyı açtılar ve beni iterek odaya soktular.
Odada çok küçük zayıf ışıklı bir lamba vardı ve her zaman açık kalıyordu. Sadece benim kaldığım odada 40 kadın vardı. Yirmi kadın iğne gibi ayakta bekliyordu. O zaman henüz kadınların saçlarını kazımamışlardı. Hepsinin saçları uzamış, berbat görünüyordu. Odadaki kadınların yarısından fazlasının ellerindeki kelepçe ayağındaki prangaya zincirle bağlıydı. Ben nereye getirildiğimi bilememiştim. Burası delilerin kaldığı bir oda mı diye düşündüm. Bağırdım, çığlık attım. Koğuştaki bir kadın bana, “Ağlama, ağlarsan çok ağır cezalar verilecek.” dedi.
Öyle bir odada kaldım ki penceresi yoktu. Elimdeki resimde odada belki 15 kişi oturuyordur. Ama biz 40 kişi kalmıştık. Tuvalet aynı odadaydı. Hepimiz tuvalete bakarak oturuyorduk. Kadınlar tuvalete oturduğunda ve kalktığında her yeri görünüyordu. Mecburduk. Çok sağlıksız şartlarda kalıyorduk. Orada 20 kilo zayıfladım. Kampta kadınların adet döneminde kullanmaları için adet peti gibi bir şeyler vermiyorlardı. Orada karnımız aç yatıyorduk. Hepimizin vücudu yara olmuştu. Saçlarımız bitlendi. Saçlarımızı kazıdılar. Her on günde bir polisler geliyordu. Bizi çırılçıplak soyuyorlardı. Üç erkek polis kapının yanında ellerinde silahlarıyla duruyordu. Kapı açılıyor, sonra 10 kadın polis içeriye giriyordu. Ellerimizi başımızın üstüne koyup oturtturuyorlardı. Bizi bir yerlere bir şeyler yazdık mı, bir şeyler sakladık mı diye kontrol ediyorlardı. Çırılçıplak üç kez elimizi başımıza koymuş vaziyette otur-kalk yaptırıyorlardı. Yeni doğum yapan kadınlar doğum yaptığı gün hastaneden hapishaneye getiriyorlardı, çocukları ise hastanede kalıyordu. Kadının sütleri akıyordu. Bu olay bana çok ağır gelmişti. Sütleri akıyor, çocuklarına veremiyorlardı. Çocuğu hastanede kaldığı için anneler bebeklerinin ne durumda olduğunu bilmiyordu.
Her gün Çin Komünist Partisi’ne teşekkür ediyorduk. Komünist partinin marşları söyletiliyordu. Sabahları o marşları söylemezsek en basiti bize yemek vermiyorlardı. Öğlen ve akşam da aynı şarkıları söylüyorduk. Haftada bir kez Xi Jinping’in resmine 20 dakika baktırılıyorduk. Her hafta partiye olan teşekkürümüzü, bundan sonra iyi bir hayat yaşayacağımızı, bundan sonra çocuklarımıza Çince eğitim vereceğimizi, Çin’in dünyadaki yerinin birinci sırada olduğunu ve çocuklarımızı Uygur okullarına göndermeyeceğimizi ifade eden “pişmanlık” yazıları yazdırıyorlardı. Haftada bir gün gelip bize iki tane ilaç veriyorlardı. Ne ilacı ne için veriyorsunuz diye soramıyorduk. Kapının küçük penceresinden ilacı alıp içiyorduk. İçene kadar gitmiyorlardı. 10 günde bir kolumuza iğne yapıyorlar, kan alıyorlardı. Bedenimize nasıl bir şey enjekte edildiğini bilmiyorduk. Sonra öğrendik ki bu ilaçlar ardından kamptaki kadınların adetleri kesilmiş, acı ve açlık gibi şeyleri bile hissetmemeye başlamışlar.”[5]
Zumret Davut
Bu kısımda Zumret Davut’un polis tarafından hukuki herhangi bir gerekçe gösterilmeden tutuklanması ve ardından toplama kamplarına hapsedilmesi ardından yaşanan süreci aktaran, Davut’un kendi aktarımına dayanan, 2018 yılında yaşadığı olayların şahitliğine yer verilmiştir. Davut toplama kampında 62 gün boyunca tutulmuş ve gerekçe gösterilmeden alıkonduğu gibi, bir gerekçe gösterilmeden de serbest bırakılmıştır.
“İki gün boyunca hiçbir şey yememiştim. Başıma siyah çuvalı tekrar giydirip, araca bindirdiler. Yine bir saate kadar yol gittik. Beni tutuklu kaldığım toplama kampına getirmişler. Beni ve elindeki dosyaları kamptaki polislere teslim ettiler. Beni bekleme salonu tarzındaki bir ofise getirdiler. İçeride bir kadın ve iki erkek polis vardı. Bana kampta giyilecek formayı getirdiler ve üzerimdeki kıyafeti çıkarıp o formayı giymemi istediler. Nerede değiştireceğimi sordum. Aynı yerde, onların önünde değiştireceğimi söylediler. Ben “İki erkeğin önünde nasıl değiştireceğim?” dediğimde, onlar “Burası senin evin değil. Şımarma, değiştir. Yoksa üzerindeki kıyafeti yırtıp atarlar.” dedi. Orada (toplama kamplarında) en temel haklarımız dahi yoktu. Bana bakmamak için arkalarına dahi dönmediler. Orada kıyafetimi değiştirmek zorunda kaldım. Daha sonra beni pis kokulu bir koridordan geçirip bir odaya girmemi istediler. İçeride 28-30 kişi vardı. 42 Numaralı hücreye getirilmiştim. Odanın içi pis tuvalet kokuyordu ve karanlıktı. Ayağımı her kaldırdığımda birinin ayağına çarpıyordum. İki gün süren açlık ve susuzluktan çok yorulmuştum. Kimin yanında nasıl yattığımı dahi hatırlamıyorum. Ağlayarak uyuyakalmışım.
Sabah uyandırdılar ve çok hızlı bir şekilde elimiz yüzümüzü yıkadık. Baktım ki odada da gördüğüm yaşlı kadınlardan 3-4’ü vardı. “Birazdan ilaçlama zamanı” dediler ve koruyucu tulum giymiş kişiler ilaçlama makinesi ile herkesi döndürerek kıyafeti üzerinden ilaçladı. Benim dün geldiğimi söyledikleri için beni ilaçlamadılar. Ben gelmeden önce herkes bulaşıcı cilt hastalığı kapmış. İlaç kadınların yaralarına değdiğinde çok acıyordu ver herkes bağrışıyordu.
Bize yemek diye ayıklanmamış sebze üzerine sıcak su dökülmüş bir kâse “çorba” ve iki tane çok ufak ve sert buhar ekmeği verdiler. O yemeği yemezseniz aç kalırdınız, ancak yemeye kalkışsanız da yiyemezdiniz. 68 yaşındaki yaşlı bir kadın vardı. Hacca gitmek için Suudi Arabistan’daki kişilerle irtibat kurduğu için tutuklanmış. Bu yaşlı kadın diyabet hastalığı olduğu için düzenli olarak insülin alıyormş. Ancak kampta insülin almaya da müsaade etmedikleri için kadın çok acı çekmiş. Dudakları kuruluktan çatlamıştı. “Keşke karnım doyacak kadar yemek yiyebilseydim, o zaman bu hastalık o kadar zorlamazdı beni.” dedi. O konuşmanın üzerine ben kendi yemeğimi o kadına verdim. Ama kendi yemeğini başkasına vermek de yasakmış. Benim yemeğimi başkasına verdiğimi kameradan gören gardiyanlar hemen geldiler. Beni altlarına alıp cop ile dövmeye başladılar. Acıya dayanamayıp “Ya Allah!” demişim. Bunu duyan gardiyan beni daha da sert dövmeye başladı. “Kurtarsın seni benim elimden, göreyim. Siz böyle olduğunuzdan sizi burada tutuyoruz.” dedi. İki kadına beni çekmesini söylediler ve beni sürükleyip köşeye yatırdılar. İki gün boyunca yerimden kalkamadım. Bu, geldiğimin ertesi günü yediğim dayaktı. Diz kapağı kemiğim yerinden çıkmış, bir gözüm morarmıştı ve şişlikten açılmıyordu.
Kampın içinde konuşmamıza da izin vermiyorlardı. Kadınlar gün içerisinde koğuştan çıkıyor daha sonra geri geliyorlardı. Ben de biraz iyileşince beni de “eğitime” çağırdılar. “Sınıf” (班) adını verdikleri bir odaya götürdüler. Sandalye dahi yoktu. Ellerimiz kelepçeli, dizimiz üzerine soğuk beton zeminde oturduk. Bize eğitim verecek kişi demir kafesin içerisinde bir masa ve sandalyede oturuyordu. Yeni gelenlere “Allah’a inanıyor musun?” diye soruyorlarmış. Biz Müslüman olduğumuzdan “Hayır, inanmıyoruz.” demiyorduk. Demediğimizde çok sert dövüyorlardı. Ben cevap vermediğim için yine dövüldüm. Odaya döndüğümde o yaşlı kadın bana “Kızım Yaratıcımızı içimizde bilelim. Dayak yemek yerine sağlığımızı koruyup hayatta kalıp buradan çıktığımızda ibadetimizi ederiz. Ben de ilk geldiğimde ‘Allah’a inanmıyorum’ demediğim için dövülmüştüm.” dedi.
Odalarımızı sürekli değiştiriyorlardı. Ben bizim ilçedeki kampta kaldığım için kamptaki birçok mağduru tanıyordum. Bir gün bizim mahalledeki cenaze yıkama ve kefenleme işlerini yapan dindar bir ablamızı bizim hücreye taşıdılar. Aradan iki gün geçtikten sonra “sorguya götürüyoruz” diye aldılar ve yarı ölü şekilde geri getirdiler. İçim çok sızladı ve yanına yaklaşmaya çalıştım. O bana sadece “Beni çırılçıplak soydular” kelimesini tekrarlayabildi. İki gün sonra biraz iyileştiğinde bana çırılçıplak soyulup, ellerinin yukarı asılıp zincir ve kemerlerle dövüldüğünü söyledi ve karnını açıp gösterdi, derisi delinmişti. 65 yaşlarında bir yaşlı kadın vardı. Bir gün bayıldı, ayıltmaya çalıştık ama derin bir nefesten sonra yine bayıldı. Gardiyanlar o kadını götürdü ve bir daha tekrar görmedim. Öldü mü, yaşıyor mu bir bilgim yok. Ama bana kalırsa bizim yanımızdayken çoktan ölmüştü.
Bizi kampta birinci, ikinci ve üçüncü derece şeklinde derecelendiriyorlardı. Birinci derece dedikleri benim gibi “Dine inanmıyorum” demeyen ya da dini inancı güçlü kişilerdi. Bunlar “dinden zehirlenmiş” kişiler olarak sınıflandırılıyordu. Bize hep kafamızdaki dini inancımızı silip attığımızda ikinci ve üçüncü derecelere geçebileceğimizi söylüyorlardı. Her dersten sonra bağırarak “Allah var mı?” diye soruyorlardı, bizi de “Yok!” diye cevap vermek zorunda bırakıyorlardı. Ardından “Xi Jinping var mı?” diye soruyorlardı.
Kampta iki ay sonra beni bir daha sorguya götürdüler. “Sen kocanla tanıştığında sana dini dersler anlattı mı? Seni başını ört diye zorladı mı? Yurt dışına çıktığınızda oradaki medreselerde okudun mu?” diye sorguladılar. Beni sorguya çektikleri hücreden, yan hücrelerdeki erkeklerin acıdan bağıran sesleri geliyordu. Kampta kaldığım süre boyunca iki kere sorguya götürüldüm ve her seferinde yan hücrelerden gelen Uygur erkeklerin işkenceden bağıran seslerini duydum.
Beni tekrar yer altı sorgu odasına aldılar ve dışarıda kampla alakalı kesinlikle hiçbir şey söylemememi, eğer söylersen tekrar tutuklanacağımı, kampın güzel bir yer olduğunu söylememi tembih ettiler. Ben de kurtulabilmek için her şeye “Tamam” dedim. “Biz seni deneme olarak serbest bıraktık. Eğer ağzından kampta gerçekleşenlerle alakalı herhangi bir laf çıkarsa seni tekrar tutuklayacağız.” dediler. Hatta itiraz edersem, benim tüm akrabalarımı, benimle ilişkisi olan herkesi tutuklamakla tehdit ettiler. Kamptan çıktığımda insanlar bana soru sormayı geçin, beni görünce kaçıyorlardı. Benim serbest bırakılmama kocam sağladı. Pekin’e gidip Pakistan Konsolosluğu ile görüşmüş ve benim durumumu anlatmış. Durum Xinjiang istihbaratına iletilmiş ve “Tamam, geri gelsin. Serbest bırakacağız” demişler. Eşim geri gelip beni soruşturduğunda kimse takmamış. Sonra tekrar gitmiş Pekin’e. Bu sefer Pakistan Konsolosluğu da içeriye almamış. Sonra kocam uluslararası medya kuruluşlarını çağıracağını söyleyince hemen bırakılacağımın sözünü verip kocam için uçak bileti almışlar. Ertesi gün beni bıraktılar. Kocamın beni kurtarması diğer Pakistanlılar ile evlenen yaklaşık 40 kadının da kurtarılmasına vesile oldu. Ben kamptan kurtulduğumdan beri geceleri uyuyamıyorum, sadece sabah 6 ile 10 arası uyuyabiliyorum. Her uyuduğumda kendimi kamptaymış gibi hissediyorum. Ya da tekrar tutuklanmışım, idam edilecekmişim gibi rüyalar görüyorum.”[6]
[1] “Doğu Türkistan İnsan Hakları İhlalleri İzleme Derneği, Kadın Raporu 2023” Aralık, 2023. https://www.ethrw.org
[2] “The Faces from China’s Uyghur Detention Camps.” Haziran 7, 2024. https://www.bbc.co.uk/news/extra/85qihtvw6e/the-faces-from-chinas-uyghur-detention-camps.
[3] ETHR – Doğu Türkistan İnsan Hakları İzleme Derneği
[4] https://ethrw.org/category/raporlar/
[5] https://ethrw.org/2023/05/24/704-kogusun-hikayesi/
[6] https://ethrw.org/2021/05/20/42-kogusun-hikayesi/