Menü
Muhammed Emin Yıldırım
Muhammed Emin Yıldırım
Eleştirmek Hem Hak Hem Vazife! Ama Nasıl?
Ocak 28, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Kur’ân ve onun pratik yansıması olan sünnet, muazzam bir kaynaktır. Hangi konuda olursa olsun, sorunlarımızı çözme arayışında bu iki değerli kaynağa yöneldiğimizde, büyük bir fayda elde ederiz. Ne arıyorsak ve nasıl arayacağımızı biliyorsak, asla eli boş dönmeyiz. Konuya kaynaklar üzerinden baktığımızda hayret verici sonuçlarla karşılaşıyoruz. Eleştiri konusunda ise aziz kitabımız ve Efendimiz (sas) bizlere birçok şey öğretmektedir. Bu alandaki sahâbe rehberliği de oldukça önemlidir. Tüm bu unsurlar ışığında, dikkatlerinizi üç temel konuya yönlendirmek istiyorum.

  1. Kur’ân-ı Kerîm en güzel eleştiri kitabıdır ve içerisinde onlarca eleştiri örneği vardır.
  2. Allah Resûlü (sas) ise en güzel eleştirmendir ve bu işin usûlüne dair onlarca örnek ortaya koymuştur.
  3. Sahâbe nesli hem eleştiren hem eleştirilen bir nesil olarak bu işin nasıl olduğuna dair onlarca misali bizlere miras bırakmıştır.

Kur’ân bütün bir insanlığa ilaç sunmaktadır. Kur’ân bir deva kitabıdır, şifadır. Sünnet ise bu ilaçların nasıl kullanılacağını göstermektedir. Sahâbe ise hastalıklara nasıl şifa bulacağımızı bizzat hayatlarının üzerinden bize öğretmektedir. Dolayısıyla biz hastayız, hastalıklarımıza da şifa arıyoruz. Öyleyse bu eczaneye ihtiyacımız vardır. Rabb’imizin bize sunduğu o aziz Kur’ân onlarca, yüzlerce derde derman olabilecek ilaçları içerisinde barındırmaktadır. Efendimiz (sas), Kur’ân’ın ecza dolabındaki ilaçları nasıl kullanacağımızı hayatının üzerinden bize öğretmekte, sahâbe de meselenin farklı bir biçimdeki pratiğini göstermektedir.

Kur’ân Bir Eleştiri Kitabıdır

Kur’ân-ı Kerim en güzel eleştiri kitabıdır ve içerisinde onlarca eleştiri örneği vardır. Rabb’imiz kendi kitabında insanları genel anlamda eleştirmektedir. Özel anlamda ise geçmiş vahiylere muhatap olan Ehl-i Kitap mensuplarını eleştirmektedir. Bazen o eleştirinin üslubu son derece serttir. Rabb’imiz yer yer müminleri de eleştirmektedir. Hatta gönderdiği peygamberleri de eleştirmektedir.

Kur’ân’da Efendimiz’e (sas) de eleştiriler var ki biz bu eleştirileri itâb âyetleri başlığı altında okumaktayız. Bazı tefsir ve tefsir usûlü kitaplarına baktığımızda Allah Resûlü’ne (sas) itâb olarak gelen âyetler olduğunu görmekteyiz. İtâb; tekdir etmek, uyarmak, şiddetle hitap etmek, azarlamak, terslemek gibi anlamlara gelmektedir. İtâbın kelime anlamlarından hepsini peygamberler için kullanamayız. Ehl-i Sünnet itikâdına göre de peygamberlerin bu tarz sürçmelerine zelle adı verilir ki itâb âyetlerinin konusu da bunlardır.

Kur’ân’daki itâb âyetlerinden bazıları şunlardır:

  1. İbn Ümmü Mektûm olayı: Abese, 80/1-10.
  2. Bedir esirleri meselesi: Enfâl, 8/67-69.
  3. Tebük Gazvesi’nde münafıklara izin verilme meselesi: Tevbe, 9/43-46, 49, 81.
  4. Tahrîm meselesi: Tahrîm, 66/1-3.
  5. Münafık ve müşriklere dua/istiğfar meselesi: Tevbe, 9/80.
  6. Münafıkların cenaze namazına iştirak meselesi: Tevbe, 9/84.
  7. Fakirlerle ilgili uyarı: Kehf, 18/28.

Bütün bunlar bize Kur’ân’da eleştirinin ne düzeyde olduğunu göstermektedir.

Allah Resûlü En Güzel Eleştirmendir

Allah Resûlü (sas) ise en güzel eleştirmendir ve bu işin usûlüne dair onlarca örnek ortaya koymuştur. Allah Resûlü (sas) Ehl-i Kitab’ı, müşrikleri, hatta kendi elinin altındaki sahâbe neslini bile eleştirmiştir. Yani sahâbenin yaptığı bazı şeyleri de nebevî bir usûl ve üslup çerçevesinde eleştirmiştir ki biz eleştiri ahlâkını da buradan öğrenmekteyiz. Sahâbe nesli hem birbirlerini eleştirmiş hem de kendileri Allah Resûlü (sas) tarafından eleştirilmişlerdir. Buna dair onlarca örneği onların hayatları üzerinden okumaktayız.

Eleştiri ve Eleştirinin Faydaları

Peki, nedir eleştiri? Eleştirinin Arapça karşılığı tenkittir. Anlamı ise iyi ve kötü taraflarını ortaya koyarak bir değerlendirme yapmak, uyarmak ve ayırmaktır. Eleştiri aslında elemektir. Eleştiri gerçek manada bu şekliyle anlaşılmalıdır. Diyelim ki un eliyoruz, böylece unun içerisinde posaları ayırmış oluruz. Aslında her eleştiri posayı cevherinden ayırmak için yapılır.

Eleştirinin ne faydası vardır? Eleştirilmek insanın çok da hoşuna giden bir şey değildir ancak eğer gerçekten ahlâkına uygun bir biçimde yapılırsa çok büyük faydaları vardır. Eleştirinin bazı faydaları şunlardır:

  1. Eleştiri, eksikleri tamamlar.
  2. Eleştiri, yanlışları giderir.
  3. Eleştiri, fikirleri derinleştirir.
  4. Eleştiri, eylemleri güzelleştirir.
  5. Eleştiri, hakikate ulaştırır.

Eleştiri Nasıl Yapılır?

Peki eleştiri nasıl yapılır? İşte burada maalesef sıkıntılı bir durumla karşı karşıyayız çoğu zaman. Ahlâk, hayatlarımızın birçok alanından çekip gittiği gibi eleştiri ahlâkı da çekip gitti. Eleştiriyor muyuz, karalıyor muyuz ya da eleştiriyor muyuz, tahkir mi ediyoruz belli değil. Dilimizi kılıç gibi kullandığımız için muhatabımızı doğduğuna pişman ediyoruz. Bunu yaparken de haklı olduğumuzu sanıyoruz. Eleştirilerimizde usûl, üslup tam anlamıyla ayarlanmadığı için o eleştiri dinî hassasiyetlerimizi değil, taassubumuzu artırmaktadır. Neyi savunuyorsak o savunduğumuz şeyi daha da farklı bir biçimde, körü körüne savunacak duruma geliyoruz. Vazgeçmiyoruz, hakikati aramıyoruz. Neden? Çünkü usûl ve ahlâk yok, üslupta ise arızalar var. Hâl böyle olduğu için problem üzerine problem yaşıyoruz.

“Eleştirmek hem hak hem vazifedir” dedik. Nereden çıkardık bunu? Eleştiri aslında “emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker/iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme” sorumluluğunun bir yansımasıdır. Bu ilke birbirimize karşı yükümlü olduğumuz bir ilkedir. O hâlde eleştiri bundan dolayı hem hak hem de bir vazifedir. Dolayısıyla eleştiri ahlâkını bize ahlâkın her türlü alanını gösteren yolumuzun yegâne rehberlerinden yeniden öğrenmek durumundayız.

Sahâbeden Örnekler

Hz. Ebû Bekir (ra), iki buçuk yıllık hilâfetinin son demlerine doğru Hz. Ömer’i halife olarak atamak istedi. Bunun için istişare etti. Hz. Osman’ı çağırıp vasiyetini yazdırdı ve 22 Cemâziyelâhir 13/23 Ağustos 634’te vefat etti. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’i defnettiği gün hilâfete geçmiş, o gün insanlardan biat almıştır. Bizde aslolan şey mihrabı sahipsiz bırakmamak, İslâm toplumunun dağınıklığına meydan vermemektir. Şimdi başımıza bazı felaketler geliyorsa nedenini buradan anlayabiliriz.

Kendisine biat edildiği gün Hz. Ömer minbere çıkarak Hz. Ebû Bekir’in durduğu yerde durdu ve bir basamak aşağı inip: “Ben Ebû Bekir’den bir basamak aşağıda olmalıyım.” diyerek tarihî rivayetlerin bize aktardığı ilk hutbesini irad etti:

“Ey insanlar! Ben size halife seçildim. Fakat sizin için en hayırlınız, başınızda en kuvvetliniz, acil ve mühim işlerinizde en güçlünüz olmam ümidi olmasaydı bu vazifeyi üzerime almazdım. Ve nasıl alacaksa haklarınızı almak, nereye koyacaksa koymak, nasıl dolaşacaksa aranızda gezip dolaşmakla ihtiyar ve üzgün bir hâlde hesap gününü beklemek Ömer’e yeterdi. Yardım dileyenlerin el açtığı Allah’a yemin olsun ki eğer Allah rahmeti, inayeti ve takviyesiyle onun elinden tutmazsa Ömer ne bir kuvvet ve ne de bir çağrıya güveniyor. Allah (cc) kuşkusuz beni sizin işleriniz için lider yaptı. Ben de sizin için bunların en yararlı olanını bildim. Ve bunda bana yardım etmesini, diğerlerinde olduğu gibi bunda da beni korumasını, aranızda hak tevziinde emrettiği gibi bana âdil olmayı ihsan etmesini diliyorum. Allah’ın yardımı olmadıkça ben sadece güçsüz bir Müslüman kulum. Sizlerin hilâfet makamına gelmiş olmam benim davranışlarımdan hiçbir şey değiştirmeyecek inşallah. Azâmet, yücelik ancak yüce ve ulu Allah’ındır. Kullarda bundan hiçbir şey yoktur. Sakın biriniz Ömer halife olduktan sonra durumu değişti demesin. Hakkı kendiliğimden anlar, işimi size takdim eder ve açıklarım. Herhangi bir şahsın ihtiyacı olur veya zulme uğrar yahut da bir davranıştan dolayı bize kızarsa, hemen bunu bana bildirirsin. Ben ancak içinizden bir ferdim. Gerek gizli gerek aşikâr hâllerinizde, namus ve şerefleriniz konusunda Allah’tan korkmanız gerekir. Hakkı kendiliğinizden teslim edin. Birbirinizi dava için bana sevk etmeyin. Zira insanlardan herhangi biriyle benim aramda bir kayırma söz konusu değildir. Doğruluğunuz, benim için memnuniyet vericidir. Günahkârlığınız ise bana zor gelir. Siz, tümünüz Allah’ın beldelerinde bulunan insanlarsınız. Ve Allah’ın verdiği dışında ne ziraatı ne de hayvanı olan bir beldenin halkı değilsiniz. Aziz ve yüce Allah size birçok ihsan vaat etmiştir. Ben ise üzerindeki emanetten ve aranızdaki durumdan sorumluyum. Uhdemdekini kendim bilirim, onu kimseye bırakmam. Bu görevin uzaklara uzanan kısmına ise ancak içinizde, toplumun güvenini kazanmış hayırhah kişilerle erişirim. Ve üzerimdeki emaneti inşallah onlardan başkasına havale etmem.” [Taberî, Târîh, V, 25, 26]

Hz. Ömer’in bu örnekliği üzerinden almamız gereken mesajlar şunlardır:

  1. Eleştiri, öncelikle insanın kendisinden işe başlayacağı bir ameldir. Hz. Ömer önce kendisinden başladı. Kendimizi en son ne zaman eleştiriye tabi tuttuk? Önce bunu bir sorgulayalım. Kendini eleştirmeye özeleştiri deniyor ancak bizde bunun adı tevbe ve istiğfardır. Eğer bunu yapmışsak başkalarını da eleştirmeye hakkımız olur.
  2. Eleştiri, karşılıklı bir hukukun insana yüklediği bir sorumluluktur. Olay mescitte cereyan etmektedir. Mescide gelmeyen, mescide geleni eleştirmeye kalkıyor. Mescidin dışında olan birinin mescidin içindeki birini eleştirmeye hakkı yoktur.

Allah Resûlü’nün (sas) bu güzel neslinden biz bunu öğreniyoruz. Hz. Ömer ilk olarak sokaktaki insanlara hitap etmemiştir. Öncelikle mescitteki müminlere hutbesini irad etmiş, tabir-i câizse hükümet programını açıklamış ve “Beni nasıl düzeltirsiniz?” diye sormuştur. Mescitteki müminler de bu soruya kılıçlarını göstererek cevap vermiştir. Dışarıda dur, hiçbir yük alma, kendini her şeyin dışında tut, camide iş yapan, hizmet eden, bedel ödeyen insanları eleştir. Kusura bakmayın, burada da eleştiri ahlâkı yoktur.

  1. Eleştiri, belli sorumlulukları taşımayı kabul edenlerin yapması gereken bir iştir. Sorumluluk almadan, yük taşımadan eleştiri hakkımız yoktur. Oradaki cemaatin hepsi biat etmiştir. Biat söz vermek demektir. Hz. Ömer, “Haydi şuraya!” dese itaat edip gidecekler. Bir bardak su istense kırk tane bahane üretecek insanların eleştiri hakları elbette olamaz. Buna dikkat etmek gerekir.
  2. Eleştiri, selim bir niyet ve derin bir ilim gerektiren bir vazifedir. Hz. Ömer’e kılıç göstereceksek, onu eleştireceksek en az Ömer kadar bir ilme sahip olmamız gerekir. Ömer’e kılıç gösteren o insanlar en az Ömer kadar ilim sahibi idiler. Kur’ân ve sünneti biliyorlardı, bildikleri için de o kılıcı havaya kaldırmaya hak sahibiydiler.

İşin bidayetinde selim bir niyet olmalıdır. Niçin eleştiriyoruz? İyiye, doğruya, kâmil manada bir güzelliğe varmak için mi, yoksa eleştirdiğimiz kişiye karşı hasedimiz olduğundan mı?

  1. Eleştiri, karşıdakinin anlaması ve gereğini yerine getirmesi gereken bir eylemdir. Hz. Ömer gereğini yerine getirmiştir.

Hz. Ömer’den Örnekler

Hz. Ömer’in hayatında eleştiri adına bir örnek daha aktarmak istiyorum:

Halife olduğu günlerde genç Müslümanlar şikâyette bulunmak üzere Hz. Ömer’in yanına gittiler ve: “Yâ Emîre’l-Müminin! Hanımlar mehir oranlarını artırdıkça artırdılar. Birbirleri ile âdeta yarışır gibi davranıyorlar. Biz de bundan dolayı evlenemiyoruz. Hanımları bu konuda uyarsanız da böyle yapmasalar!” dediler. Hz. Ömer gençlerin bu makul taleplerini hoş karşıladı ve Mescid-i Nebevî’de şöyle bir hutbe irad etti: “Ey kadınlar! Duydum ki siz insanlardan ödemekte zorlanacakların mehirler istiyormuşsunuz. Bundan dolayı Medineli gençler sizi bana şikâyet ettiler. Bundan sonra mehiri belli bir miktarda sınırlıyorum.” Daha Hz. Ömer sözlerini tamamlar tamamlamaz hanımlar bölümünden bir ses yükseldi. “Yavaş ol ey müminlerin emiri! Sen nasıl Allah’ın bize verdiği hakkı bizden esirgiyorsun? Allah Nisâ Sûresi 20. âyette ‘Onlara kantar kantar, yüklerle mehir verseniz bile geri almayın.’ demiyor mu?” Bu itiraz karşısında Hz. Ömer minbere oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Hak karşısında duran, haksızlık karşısında susmayan Ömer: “Kadın isabet etti, Ömer ise hata etti.” dedi ve kendisini Allah’ın kitabını o kadın kadar bilmemekle kınadı. [Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 28; Tirmizî, “Nikâh”, 22]

Asr-ı saâdet dediğimiz dünya işte budur. Bu dünyada her şey ahlâkına uygun yapılır. Hz. Ömer üzerinden eleştirinin ahlâkına dair iki rivayet aktarmış olduk. Takatimiz olsa daha aktaracağımız yüzlerce mesele daha vardır. Sizi bu noktadan alıp sahâbeyi de yetiştiren muallim-i ekbere götürelim. Allah Resûlü (sas) üzerinden birkaç şey öğrenelim.

Allah Resûlü’nden (sas) Eleştiri Ahlâkı

Âişe annemiz diyor ki: “Hz. Peygamber (sas) ashâbından hoşlanmadığı şeyler duyardı, canını sıkan bazı hadiselere şahit olurdu ve hiçbir şey demezdi. Biz meseleyi unuttu zannederdik. Minbere çıkıp söyleyeceğini söyledikten sonra: ‘Falana ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor’, ‘Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar!’ ve ‘Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum!’ derdi.” [Buhârî, “Menâkıb”, 25; Müslim, “Salât,” 119; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6]

Bu rivayetler bu çağın insanına bir şeyler söylemez mi? Biz ise birisi yanımızda hata etse onu hemen anında başkalarına bir şekilde ulaştırma yarışına giriyoruz. “Bu dünyada kimin ayıbını örtersen Allah da senin ayıbını örter.” [Ebû Dâvûd, “Edeb”, 60] hadisini hemen unutuyoruz.

Allah Resûlü (sas) güzel üslubu ile bedevîliğin en altından medenîliğin en üstüne adam yetiştirmiştir. Eğer onları tahkir etseydi bu izzetli insanlar yetişebilir miydi? Efendimiz (sas) bu tarz olumsuz durumlarda genelde genele hitap edici şekilde olaya müdahale etmiştir. Ama hep böyle de olmamıştır. Böyle olmadığına dair bir örnek aktaralım.

Enes b. Mâlik (ra) anlatıyor: “Bir defasında Allah Resûlü (sas) adamın birinin vücudunda sarı boyalar gördü ve bu onun hoşuna gitmedi. O kişi ayrılmak üzere kalktığında Allah Resûlü (sas) onu tanıyan birine: ‘Şuna söyleseniz de vücudundaki o sarı boyaları yıkasa!’ buyurdu.” [Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 133] Allah Resûlü (sas) burada ise bir başka birini bir yanlışı düzeltmesi için görevlendirdi. Diyelim ki bir arkadaşınızın tenkit edilmesi gereken bir kusurunu gördünüz. “Söylersem belki beni yanlış anlayabilir” diye düşünüyorsunuz. O arkadaşınızın, söylediklerini yanlış anlamayacak ve bunu başkalarıyla paylaşmayacak gerçek bir dostuna söylemeniz durumu düzeltme adına daha uygun olacaksa bu yol tercih edilebilir. Böylece arkadaşınızı doğrudan eleştirmektense bir aracı ile yanlışı düzeltmek daha uygun olur.

Allah Resûlü’nün yanlışı düzeltmede kullandığı başka bir yöntemi de şudur:

Rifâa b. Râfi‘ (ra) naklediyor: “Biz mescitte iken bedevî kılıklı bir adam çıkageldi. Kıbleye yönelip hızlı bir şekilde namaz kıldı. Sonra namazı tamamlayıp Allah Resûlü’ne selam verdi. Allah Resûlü (sas): ‘Aleyküm selâm. Ancak git namaz kıl, senin namazın olmadı!’ buyurdu. Adam döndü, tekrar namaz kılıp geldi. Resûlullah’a selam verdi. Efendimiz (sas) selamına mukabele etti ama yine: ‘Git namaz kıl, senin namazın olmadı.’ dedi. Bu durum üç dört kez tekrar etti. Sonra o bedevî sahâbî gelip: ‘Yâ Resûlallah, vallahi bu kadar biliyorum.’ dedi. Allah Resûlü onu karşısına alıp namazı ta‘dîl-i erkâna uygun bir biçimde ayrıntılarıyla tarif etti.” [Ebû Dâvûd, “Salât”, 143, 144; Tirmizi, “Salât”, 110]

Eleştiri Ahlâkının İlkeleri

Bu rivayetler bize çok şey söylemektedir. Bunlarla iktifa etmekle birlikte eleştiri ahlâkının ilkelerini vererek bu konuyu burada noktalayacağız.

  1. Eleştiri tenzîl üzerinden yapılmalı, te’vîl üzerinden yapılmamalıdır. Tenzîl, Kur’ân ve Kur’ân’ın hayattaki karşılığı olan sünnettir. Eğer biz İslâmî alanlara ait bir eleştiride bulunuyorsak meseleye kesinlikle bu çerçeveden bakmamız gerekir. Burada açıkça nasslara aykırı olan bazı meselelere eleştiri getirebiliriz. Mesela, eleştirdiğimiz mesele te’vîle açıksa yaptığımız te’vîlin doğru olduğunu kim belirliyor ki yaptığımız eleştirinin de doğru olduğu ortaya çıksın.

Büyük imamımız Ebû Hanîfe şöyle demiştir: “Tenzîlin inkârı söz konusu değilse te’vîlin inkârı tekfiri gerektirmez.” Sizi bu söz üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Tekfir hastalığı bugün ümmeti kasıp kavurmaktadır. Herkes kendi kafasına göre belli hassasiyetler oluşturmuş, bunlar üzerinden insanları tekfir etmeye kalkıyor.

Din binasının ahkâmını genellikle âlimlerimiz üç tane temel kategoriye ayırırlar: Zarûrat, hâciyat ve tahsîniyat. Zarûrat ve hâciyat eleştirinin konusu olur. Mesela, bir adam eğer zarûrata veya hâciyata ait bir şeyi eksik bırakıyorsa mecburen eleştirilir çünkü zarûratı veya hâciyatı yerine getirmek de bunları yerine getirmeyeni eleştirmek de vazifedir. Ama tahsîniyat meselesinde serbest davranmalıyız. Tahsîniyat işin süsüdür, kabuğudur, bundan dolayı farklı değerlendirilir. Bunu dinin esası olarak kabul edemeyiz. Diyelim ki bir adam kendine göre bir giyim tarzı benimsemiş, kendi düşüncesine göre giyinmeyen kişileri eleştirmeye kalkamaz. Eğer bir kişi Allah’ın ve Resûlü’nün hükümlerine uygun bir biçimde giyinmişse ona başka bir kıyafet dayatılamaz. Bunun üzerinden eleştiri yapılırsa bu eleştiri haksız bir eleştiridir. Çünkü tahsîniyat üzerinden eleştiri olmaz. İnsanları eleştirmede tahsîniyat gözlüğünü kullanırsak maalesef zarûriyatları gözümüzden kaçırırız. Asıl zarûrî olan ve her gün elimizden kayıp giden imanı ve imanın hakikatlerini anlatmak gibi bir sorumluluğumuz olduğunu unutmamalıyız. Dolayısıyla biz yerimizi bilirsek nerede duracağımızı da biliriz.

  1. Hassasiyet yansıtılmalı ama asla taassuba kapı açılmamalıdır. Hassasiyet başka, taassup başka bir şeydir. İkisine de aynı dersek ortaya cinayet çıkar. Bir konuda hassasiyet sahibi olabiliriz. Herkesin kendine göre ilkeleri vardır, bunu da korumak isteyebilir. İnsan bu ilkeleri hayatına yansıtır. Diğerleri de bunu hoş karşılamalıdır. Kimse kalkıp da “Sen neden bu konuda hassasiyet gösteriyorsun?” diyemez ama hassasiyet ne kendinde ne de başkasında taassuba yol açmamalıdır. Bu o kadar fazlaca içerisine düştüğümüz bir yanlış ki! Mesela, adamın bir yanlışı var, bu yanlış doğru bir şekilde tenkit edilmediğinde adam kendine leke sürdürmemek için bile bile yanlışını devam ettiriyor. Onun bu şekilde davranmasının sebebi aslında biz oluyoruz. Adam bir yanlış yapmış, rücû etmiş. Üstünü kapatmamız gerekirken neden sürekli gündeme getiriyoruz? Bundan dolayı da adam yaptığı yanlışı savunmak zorunda kalıyor. Her adam hatasını kolayca kabullenebilir mi? Birisinin taassubuna sebebiyet verirsek bundan biz de sorumlu oluruz.
  2. Empati yapmalı, “Ben onun yerinde olsaydım, o benim yerimde olsaydı…” varsayımları düşünülmelidir. Bir durumu eleştireceğimiz zaman önce karşımızdakiyle bir empati yapmamız gerekir. Baktık ki veriler güzel çıktı, yapacağımız eleştiri faydalı olacak, o hâlde eleştiri yapılabilir. Empatinin karşılığı tam olarak nedir, bilmiyorum ama Allah Resûlü (sas) bunun karşılığının manasını şu şekilde vermektedir: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” [Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyâme”, 59] Dolayısıyla bu manada bir adım atacaksak: “Ben onun yerinde olsaydım, o benim yerimde olsaydı.” varsayımlarını düşünmeliyiz.
  3. Islah öncelenmeli, şahıslar ifşa edilmeden fiiller ele alınmalıdır. Islahı önceleyip şahıslar ifşa edilmeden bir meseleyi düzeltme adına adım atıldığında karşımızdaki insanın da bunu anlaması gerekir. Asıl muhatap olunan insan hiç aldırış etmeden maalesef meseleyi kendi üzerine almıyor. Anadolu’da güzel bir söz vardır: “Benim adım Reşit, kendin söyle, kendin işit!” Bazen kürsülerde üstü kapalı bir şeyler anlattığımda sözün muhatabında karşılık bulmadığını görüyorum. Açık açık söylersem eleştiriyi tüketir, sünnete uygun davranmama korkusunu yaşarım. Çünkü insan belli şeylere bağışıklık kazanınca artık tepki göstermez. Efendimiz’in (sas) şahsı hedef almadan fiili nazara vermesi de bundan dolayıdır. Her seferinde: “Sen şunu yaptın, sen böyle davrandın!” dersen adam bir tutar, iki tutar, üç tutar, dörtten sonra artık bağışıklık olur, seni takmaz hâle gelir ve Allah korusun hatası ile yüzleşecek yerde hatasından dolayı yüzsüzleşir.

Bugün külliyatımıza baktığımızda şunu görürüz: Eğer olumsuz bir durum aktarılmışsa orada geçen sahâbînin adını göremeyiz. Olay “Falan sahâbî, dışarıdan gelen birisi…” şeklinde isim verilmeden aktarılır çünkü asıl olan olay ve mesajdır; şahıs değil, olaylar aktarılsın ki sadece olay nazara verilebilsin. Aynı şey bugünün dünyasında da olmalıdır. Biz bugün illa bir şeyleri eleştireceksek fikirleri ve düşünceleri eleştirmeliyiz. Neden şahıslarla uğraşalım ki? Şahıslara harcayacağımız her türlü enerji taassubu arttıracaktır. Toplum içerisinde o kişinin sevenleri tepki olarak ona sahip çıkmaya çalışacaktır. Bu sefer söylenen söze değil; söyleyen kim, söylenen kime şeklinde değerlendirilecektir. Bundan dolayı bugün tenkit doğru dürüst yapılmadığı için faydası olmamakla birlikte zarar doğurmaktadır. Şu da var: “Söylüyoruz, söylüyoruz anlamıyorlar.” Ne yapacağız? Mecburen söylemeye devam edeceğiz. Sünnete uygun olan da isim vermeden tenkite devam edilmesidir.

  1. Muhataplar iyice tanınmalı, onların algı, anlayış, kavrayış ve vasıfları göz ardı edilmemelidir. Muhatap var, söylersin hiç umursamaz, üzerine alıp gereğini yerine getirmez. Muhatap var, söylersin adamın dünyasını yıkarsın. Muhatap var, söylersin dikkatle dinler ve gereğini yerine getirir.

Allah Resûlü (sas) ile Hz. Osman (ra) arasındaki münasebeti bu noktada hatırlamakta fayda var. Hz. Âişe (r.anhâ) naklediyor: “Resûlullah (sas) benim evimde yere yatıp uzanıyordu. Derken Ebû Bekir (yanına girmek için) izin istedi. Bulunduğu hâldeyken kendisine izin verdi ve kendisiyle konuştu. Sonra Ömer içeri girmek için izin istedi. Ona da bulunduğu vaziyette konumunu değiştirmeden izin verdi ve bir süre kendisiyle konuştu. Sonra Osman izin istedi. Bunun üzerine Allah Resûlü yerinden doğruldu ve üstüne başına çekidüzen verip elbisesini giydi ve onunla da bir süre konuştu. Bunun üzerine Allah Resûlü’ne sordum: ‘Ebû Bekir içeri girdi hiç aldırış etmediniz. Ömer içeri girdiğinde onun için de vaziyetinizi bozmadınız. Fakat Osman içeri girdiğinde doğrulup oturdunuz ve elbisenizi giydiniz. Bunun sebebi nedir?’ Allah Resûlü (sas) ise: ‘Meleklerin kendisinden haya ettiği bir adamdan haya etmeyeyim mi?’ diye cevap verdi.” [Müslim, “Fedâilu’s-Sahâbe”, 36; Buhârî, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 7]

Yukarıdaki rivayet Allah Resûlü’nün (sas) muhatabını ne kadar iyi tanıdığını göstermektedir. Buna benzer onlarca rivayeti Allah Resûlü’nün hayatından okuyabiliriz. Peki, biz nasıl yapıyoruz? Aynen Nasreddin Hoca’nın sazı tutması gibi. Saz çalmayı bilen birisi hocaya: “Hoca! Senin elin hep aynı yerde duruyor. Neden gidip gelmiyor?” diye sorunca hoca: “Ben sizin aradığınız yeri buldum. O yüzden burayı tutuyorum.” diyor. Biz de şimdi aranan yeri bulmuş gibi herkese karşı aynı üslubu kullanmaktayız. Bir şeyi bellemişiz; hocayla konuşurken aynı, talebeyle konuşurken aynı, hanımla konuşurken aynı, babayla konuşurken aynı usûl ve üslubu kullanıyoruz. Yaptığın işin doğru olması kadar usûl ve üslubunun da doğru olması gerekir. Ah bir böyle yapabilsek dünya ve İslâm toplumu ne güzel olacak!

Allah bizleri sahipsiz bırakmasın, gücümüze güç katsın, amellerimize derinlik versin, ihlas ve ihsan şuurundan ayırmasın, bu bilinci hayatımızda her daim hâkim kılsın ki temsiliyet dediğimiz o alanı Allah sizin ve bizim aracılığımızla doldursun. Âmin.

5 2 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
Meçhulden Maluma Bir Sefer: “Öz”ün Muhasebesi...
Muhammed Ali Alioğlu
Teknolojinin Bilinen ve Bilinmeyen Karanlık Yüzü...
Sadi Özgül
Müslüman Toplumlarda Eleştiri ve Öz Eleştiri İhtiy...
Mahmut Hakkı Akın
İktidar Müslümanlığı Gölge Yanıyla Yüzleşmeden…...
Nihal Bengisu Karaca
RÖPÖRTAJLAR
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x