Önce günler geçti, sonra haftalar, sonra aylar…
Bu aralar birçok kişiden aynı şeyleri duyuyorum,
“İçim daralıyor, ansızın sıkışıyor yüreğim, huzursuzum, keyfim yok.”
Neden diye soruyorum, “Bilmiyorum ki aslında bir sebebi yok.”
cevabını alıyorum genellikle.
Bu daralmayı kendim de yaşıyorum ama aynı cevabı veremiyorum.
İçim daralıyor çünkü dünya bu sefer çok abarttı.
Bu sefer Merkür falan değil insanlık retrosu var (!)
Ortasında bir ateş yanıyor ama dünya dönmeye devam ediyor. Nasıl olur? Nasıl döner böyle gailesizce? Evet, yine aynı şeyi yapıyorum. Kolayıma geleni tercih edip dünyayı suçluyorum. Sanki yeryüzünün halifesi olmak vazifesi onunmuş gibi. Lakin dağlara ayrı bir hayranlık duyuyorum bu aralar. Ne kadar bilgece davranmışlar Rabb’im hilafet vazifesini kendilerine yüklemek istediği vakit. “Ya Rab yapamayız.” demeyi ne de güzel bilmişler. Biz bilemedik. Tıpkı bugün gibi o gün de epey cahilmişiz. Cehalet hata yaptırır, cehalet suç işlettirir. Toplumda baskın hale geldikçe çok ağır insanlık suçları işlettirir hem de. Bakınız Devr-i Cahiliye… Durun durun o kadar uzaklaşmayalım bakınız Devr-i Hazır. Evet cehalet suç işlettirir ve yeryüzünün halifesi olmak vazifesini üstlenmiş olan insanlardan bu suçların cezasını vermesi beklenir. Suçun olduğu yerde zulüm vardır ve insan haklarla sarılıdır. Haklıya hakkı verilebilsin diye zulümde sükûnet caiz değildir. İnsan olandan suça sessiz kalmaması beklenir. Hukukumuzda da bu böyledir. Bilir susarsan, yardım ve yataklığa kadar gidebilir bu işin sonu ve gördük, öyle de oldu. Susmak suçundan hepimiz cezalandırıldık bu yüzden sıkılıyor içimiz. Dünyanın bütün hapishanelerini bir araya toplasak yine içine sığamazdık bu yüzden dünya bize hapishane oldu. İçimiz çok daralıyor, nefes alamıyoruz çünkü biz artık F tipi bir dünyada yatıyoruz.
Haklısınız çok sitemkâr başladım bu yazıya. Bende kendime epey kızdım yazarken. Sonra dedim ki “olan oldu artık yazdın bir kere” ve ekledim “peki, sen de bu dünyanın şuursuz gardiyanları gibi kınayıp kınayıp bir adım öteye gitmeyenlerden mi olacaksın? Yoksa eli kolu bağlı bir mahkûm da olsan bir örneklik, bir kandil mi arayacaksın?” Elbette kandil arayacaktım, eğer hakkıyla idrak edip anlarsak içimize inşirah olacak bir kandil arayacaktım. Peki hangi kandil aydınlatır bu karanlık günleri? Ben nasıl idrak edeceğim bebeğinin ilk nefesiyle son nefesi arasında yalnız tek bir nefes olan, bebeğinin küvezi mezarı olan anne yüreklerinin metanetini? Ben ne bilirim savaş yarasına dair? Neden bu kadar dik durur bu kadınlar? Dertleri ne? Ayaklar altına alınmasın diye mücadele ettikleri şeyin adı nasıl bir sır üflüyor yüreklerine? Ben bütün bunları ne bilirim?
Derken bir eczane keşfediyorum içinde türlü devalar olan. Savaş annelerini anlayabilmek için eczaneden bir anne seçiyorum kendime. Hikayesi savaşın tam ortasından. Yarası evlatlarının sayısından fazla. Yüreği hür, dünyası yeşil, davası İslâm, ismi Nesîbe olan.
Nesîbe annemiz birçok yanıyla bize benzer, bu yanlardan birisi onun da tıpkı bizim gibi Resûlullah’ı görmeden sevenlerden olması. İslâm’ın ilk öğretmeni Mus’ab’ın (ra) vesilesiyle İslâm’ı tanıyıp, hakikate âşık olup onun için Medine’den çıkmış, yürümüş yürümüş ta ki Mekke’de canımız Peygamberimiz’in yanına varmış. Bu yolculukta Rahmet Peygamberi’ne doğru yürüyen yetmiş beş güzelden yalnızca ikisi kadın; Nesîbe bint. Ka’b (Ümmü Ümâre) ve Esma bint Amr. Bu iki hür yürekli kadının iştirakiyle varmışlar Resûl-i Ekrem’in yanına. O gün bir biat gerçekleşmiş canlar ve mallar üzerine ve o biat hiç unutulmamış Müslüman yüreklerde…
Gün Uhud günü, bugünümüze benzeyen bir ana daha şahitlik ediyoruz. Uhud yoluna bin kişi ile çıkıyor Efendimiz fakat yolculuk esnasında nifak tohumları öyle bir ekiliyor ki Peygamberin ordusunda olabilmek şerefine nail olabilecek üç yüz kişi münafıkların sözüne kanıp gerisin geriye dönüyor. Nifak, maskesini hiç değiştirmemiş bugün de o gün olduğu gibi dünya ile kandırıp geri döndürüyor tepenin sakinlerini. Her devrin okçular tepesi başkadır. Yara, sızı neredeyse okçular tepesi de orasıdır. Ve bize düşen, Efendimiz’e (sas) ittiba etmekten başkası değildir. Yapmayın diyor Rahmet Peygamberi. Her ne olursa olsun, benim öldüğümü duysanız dahi terk etmeyin tepeyi. Bize de seslenmedi mi asırlar öncesinden, “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66) demedi mi? “Yapmayın, zulme susmayın, mazlumun yanında zalimin karşısında olun.” demedi mi? “Zulüm bizdense ben bizden değilim demekten geri durmayın” demedi mi? Dedi elbet fakat okçular tepesi bugün de tıpkı o gün gibi yetim…
İşte tam burada sahneye savunmayı terk etmeyen hür yürekli adamlar ve kadınlar çıkıyor. İslâm davası uğruna yetiştirilmiş evlatlar çıkıyor. İnsan yetiştirmek ne kıymetli bir mücadele… Nesibe annemiz de Uhud meydanında Resûlullah’a yoldaş olacak oğullar yetiştirmiş ama asla “Benim oğullarım zaten meydanda ben kadın başıma ne yapabilirim?” dememiş. Nesibe annemiz o gün meydanda askerlere su dağıtıyor, bir bakıyor ki ihtiyaç var, soluğu Efendimiz’in yanında alıyor. Çünkü ihtiyaç varsa Nesibe de var. Yoklara hiç takılmıyor annemiz, sırtında zırhı yok “Zırhım imanımdır.” diyor, kalkanı yok “Beni koruyacak olan Allah’tır” diyor ve boy gösteriyor savaş meydanında.
Buyurun hadiseyi kendisinden dinleyelim:
“Uhud’a gitmiştim. Müslümanlar ne yapıyor bir bakayım, diye düşünmüştüm. Yanımda su da vardı. Resûlullah’ın yanına kadar yaklaştım. Sahabilerin arasındaydı. Galibiyet Müslümanlardaydı. Fakat çok geçmeden mağlup duruma düştüler. Resûlullah’ın etrafındaki sahabiler ya dağılıyorlar veya şehit oluyorlardı. Etrafında çok az kimse kalmıştı. Resûlullah’a bir zarar gelmesinden endişe duydum! Hemen yetiştim. Müşriklere karşı savaşmaya başladım. Kılıçla, okla müşrikleri Resûlullah’tan uzaklaştırıyordum. Bu arada çok kez yaralandım. Resûlullah’ın yanında 10 kişi kalmıştı. Ben, oğullarım ve beyim, Resûlullah’ın önünde müşriklerle çarpışıyor, onları uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Resûlullah yanımda kalkan olmadığını gördü. Kalkanı olan birine, “Ey kalkan sahibi, kalkanını savaşana bırak!” dedi. Ben o kalkanı alıp kendimi korumaya başladım. Derken, bir süvari bana vurdu. Kalkanımla korundum. Hemen ardından atının ayaklarına kılıçla vurdum. At, sırtının üzerine yıkıldı. Adam düştü. Resûlullah bunu görünce oğluma, ‘Ey Nesibe’nin oğlu, annene yardım et!’ buyurdu.”
Nesibe annemiz Rahmet Peygamberini öyle canla başla savunuyor ki Peygamberimiz savaş sonrasında, “Uhud Günü sağıma dönüyordum Nesibeyi, soluma döndüyordum Nesibe’yi, önümde arkamda hep Nesibeyi görüyordum.” diyor. Bir ara annemiz oğlunun yara aldığını görüyor ve çok üzülüyor. Belki bizim anlayamayacağımız bir şey ama üzülmesinin sebebi oğlunun yara almış olması değil, artık İslâm Peygamberi’ni koruyamayacak olması. Olsun, oğlum yaralıysa ben buradayım diyor annemiz. Her yandan saldıran müşriklere inat her yandan korumaya devam ediyor Rahmet Peygamberi’ni.
Müşriklerden birinin darbesiyle omzundan ağır bir yara alıyor annemiz. Peygamberimiz (sas) onun yaralandığını görünce, oğlu Abdullah (ra)’a, “Annenin yarasını sar!” buyuruyor. Sonra da bu bahtiyar aileye şu müjdeyi veriyor: “Allah’ın bereketi üzerinize olsun! Annenin makamı, filan ve filanın makamından hayırlıdır. Babanın makamı da filan ve fılancanınkinden hayırlıdır. Senin makamın ise filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ailenize rahmet etsin!”
Nesîbe annemiz bunları duymuştu. Sevincine diyecek yoktu. Fakat o, bu fırsatı daha iyi değerlendirmek istiyordu, “Yâ Resûlullah, dua et de cennette sana komşu olalım!” diyor. Allah Resûlü onu kırmıyor ve ellerini açıp, “Allah’ım, bunları cennette bana komşu ve arkadaş eyle!” diye dua ediyor. Annemiz “Bu kadar yeter! Bana artık ne musibet gelirse gelsin basittir.” diyor (İbn Sa’d, Tabakât, 8/412-415).
O gün Efendimiz, Nesibe annemiz ve ailesini İslâm davasını ellerinden gelen en iyi şekilde, var yok demeden sadakatleriyle muhafaza ettiler diye müjdeliyor. Bugün de okçular tepesini muhafaza edemeyip dönen onca Müslümana rağmen yanan ateşin ortasında bedenlerini, evlatlarını siper edip tepeyi terk etmeyen; kimse yoksa biz varız, dünya duymuyorsa Rabb’im biliyor, O görüyor deyip İslâm davasını bir dağ gibi sırtlanmış, Nesibe annemizi kendisine önder edinmiş nice anneler var. Peygamber’imizin müjdesi muhakkak Nesibe annemizin gölgeliğinde onlaradır. Müjdeler olsun onlara, yazıklar olsun görüp duyup da sessiz kalanlara…Yazıklar olsun okçular tepesinin sadece dedikodusunu yapanlara… En başında da dediğimiz gibi sayemizde artık F tipi dünya…