Menü
Muhammed Emin Yıldırım
Muhammed Emin Yıldırım
Farklılıkların Zenginliğe Dönüştüğü Bir Şehir: Medine
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

FARKLILIKLARIN ZENGİNLİĞE DÖNÜŞTÜĞÜ BİR ŞEHİR: MEDİNE

Muhammed Emin Yıldırım

“Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeylerin gerçek tarafını O haber verecektir.” (Mâide, 5/48)

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 30/22)

Allah Resûlü (sas), 13 yıllık bir mücadelenin ardından Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve muhacir olarak geldiği o şehirde bir devletin ve bir medeniyetin temellerini atmıştı. Medine, Efendimiz’in (sas) dediği gibi Kur’ân ile fethedilmiş bir şehirdi. Efendimiz (sas) bu hakikati şöyle beyan ediyordu: “Bütün şehirler kılıçla fethedildi ancak Medine, Kur’an ile fetholundu.” (Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, 6).

Gerçekten de Medine, nübüvvetin 10. yılından itibaren başlayan bir süreçle önce Es’ad b. Zürâre’nin sonra Mus’ab b. Ümeyr’in tebliğ ve davet çalışmaları ile çok farklı bir değişim ve dönüşümün ardından Müslümanlar için bir hicret yurdu olmuştu. Efendimiz’in (sas) hicreti ile de Medine’de yepyeni bir dönem başlamıştı.

Medine Nasıl Bir Şehirdi?

Efendimiz (sas), nübüvvetin 13. yılında hicret ettiğinde Yesrib/Medine 10.000 nüfuslu, o günün şartları içerisinde orta ölçekli bir şehirdi. Nüfusunun 4000 kadarı Yahudi, geri kalan 6000’i ise Arab-ı-Âribe diye bilinen has Araplardan oluşuyordu. Bu Arapların kökenleri de Yemenli Ezd kabilesinin beş büyük kolunun ikisinden oluşuyordu. Tarihte isimlerini çokça duyduğumuz bu iki kabile Evs ve Hazrec’ti. Baba bir iki kardeşin soylarından gelen bu Araplar, ne yazık ki asırlık bir çekişme sonucu birbirleriyle savaş halindeydi. Tarihe Bu’âs Savaşları diye geçen bu kardeş kavgalarından en çok memnun olanlar ise elbette bölgedeki Yahudilerdi. Çünkü Araplar birbirlerine düştükçe, güçleri zayıflıyor, etkinlikleri kırılıyordu. Bunun neticesinde de Yahudiler bu durumdan çokça istifade ederek Medine üzerindeki hâkimiyetlerini çok kolay bir şekilde sağlıyorlardı. Üstelik Evs ve Hazrec arasında bazen bir ittifak ya da bugünün lisanı ile bir ateşkes ilan edilse, Yahudiler ne yapıp edip bunu bozmaya çalışıyor ve onları yine birbirlerine düşürüyorlardı. Dolayısıyla Medine’de ortam Araplar açısından hiç de iyi değildi.

Efendimiz (sas), Medine’ye hicret ettiğinde Arapların hali böyleydi. Peki, Yahudilerin durumu nasıldı? Allah Resûlü (sas), Medine’ye hicret ettiğinde tahmin edileceği üzere bölgenin siyasî, iktisadî ve içtimaî tüm imkânları Yahudilerin elinde bulunuyordu. Nüfus itibari ile Araplardan az olmalarına rağmen, hayatın her alanında hâkimiyet onlardaydı. 4000 nüfuslu Yahudiler bazı alt aileleri içerisinde barındırsa da üç büyük kabileden oluşuyorlardı. Bunlar, Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza idi. Bu üç kabile adeta şehrin tüm iktisadî imkânlarını aralarında paylaştırmış bir haldeydiler. Şöyle ki: Benî Kaynukâ, isminden de anlaşılacağı üzere kuyumculuk ile uğraşırlardı. Bunlar genellikle altın ticareti yapar ama bunun da ötesinde aslında tefecilik yaparlardı. Çok yüksek faizlerle özellikle Araplara borç para verir ve onları bir ömür sömürürlerdi. Benî Kaynukâ’nın yaptıkları iş, bugünün lisanı ile finans sektörünün baronluğuydu. Medine’deki tüm para hareketlerini kontrol ediyor ve bunları her zaman kendi lehlerine işletiyorlardı.

İkinci büyük kabile olan Benî Nadir’e gelince, onlar ise tarım ile uğraşırdı. Özellikle Medine’nin en önemli geçim kaynağı olan hurma üreticiliği yaparlardı. Büyük hurma bahçelerinin sahipleri olarak o gün bile ihracat yapacak düzeyde bir pazar oluşturmuşlardı.

Benî Kurayza’ya gelince bunlar ise debbağdılar, yani deri üretimi ve işletimi yaparlardı. Onlar bu alanda o kadar kendilerini geliştirmişlerdi ki başta çizme olmak üzere birçok mamulün üretimini yapabiliyorlardı. Bunlar da ürettikleri bu deri ürünlerini hem Medine pazarına hem de başka yerlere satarlardı.

Yahudiler bu üç farklı alanda iktisadı ellerinde tutukları için, ekonomik sahada da söz onlarındı. Onlar pazarın kurallarını koyar, fiyatları belirler, tabii ki şartları hep kendi çıkarları doğrultusunda oluştururlardı. O gün için Medine’de insanların ticaret yaptıkları dört büyük çarşı vardı. Bu çarşıların/pazarların tüm ipleri de elbette Yahudilerin ellerindeydi. Mesela; Medine’nin en işlek yerlerindeki dükkânları ellerinde tutar, işe yaramaz kıyıda köşede olanları ise Araplara yüksek paralarla kiraya verirlerdi. Pazardaki malların satış bedellerini kendi istedikleri şekilde belirler, satarken de alırken de onlar kazançlı çıkarlardı.

Hicret ile beraber Medine’ye ilk etapta 500 civarında Mekkeli muhacir de gelmişti. Çoğunluğu Arap ve Kureyş kabilesinden olan bu Müslümanların içerisinde Habeşli, Rûm ve Fars asıllı, Yemenli ve daha başka yerlerden gelenler de vardı.

Sonuç olarak Medine’yi oluşturan bu insanların tek farklılıkları kavim ve din değildi. İçlerinde çok farklı sosyal, kültürel, siyasi farklılıklar da vardı. Efendimiz (sas) kurduğu sistem ile bütün bu farklılıkları bir zenginliğe dönüştürerek, herkese hayat hakkı tanıyarak huzuru sağlamaya çalıştı ve bunda da çok ciddi bir başarı elde etti.

Huzurun Kaynağı Hukuk

Allah Resûlü (sas), Medine’ye hicret eder etmez orada huzuru tesis edebilmek için bazı adımlar attı. Attığı bu adımların en önemlilerinden bir tanesi hiç şüphesiz bir anayasa niteliğinde olanMedine Vesikası idi. Merhum Hamidullah Hocamızın (1908-2002) da belirttiği gibi tarihin ilk yazılı anayasası olma özelliğini taşıyan bu 47 maddelik (Hamidullah Hoca bazı alt maddeleri de müstakil olarak değerlendirip vesikanın 52 maddeden oluştuğunu söyler.) vesika, gerçekten üzerinde çokça çalışmayı hak edecek önemli bir konudur.

Efendimiz (sas), bu vesika ile Medine’nin kavmî ve dinî unsurlarının tamamını muhatap alarak çok hukuklu bir sistem ortaya koymuştu. Bu antlaşma metninin, 1’den 23’e kadar olan maddeleri Müslümanları, 24’ten 47’e kadar olan maddeleri ise Yahudileri ilgilendirmekteydi. Efendimiz (sas) bu antlaşma ile belli şartlar çerçevesinde Yahudilerin ellerinde var olan ve özellikle Araplar üzerinde siyasî bir üstünlüğe dönüşen nice meseleyi kontrol altına almış ve o güne kadar “astığım astık, kestiğim kestik” mantığında olan Yahudileri de bu anayasanın gölgesinde yaşamaya mecbur etmişti. Ayrıca Yahudilerin pek de işlerine gelmeyen bu antlaşma metnini neden kabul ettikleri meselesi de önemli bir bahistir. Bu konuda birçok neden sayılabilir. Özellikle birkaç tanesini anmak gerekirse, en başta Müslümanların siyasal anlamda güç kazanmalarını ve Bedir Savaşı’nın (624) galibi olarak Medine’ye dönmelerini söyleyebiliriz. Bunun ile birlikte Efendimiz’in (sas) kısa bir zaman öncesine kadar birbirleriyle çekişen Evs ve Hazrec kabilelerini birbirlerine ve muhacirleri de onlara kardeş kılmasının ve bu kardeşliğin destansı bir boyuta varmasının da etkileri vardı. Bir diğer husus ise üzerinde ittifak edilen antlaşma metni, sadece Müslümanlarla Yahudiler arasındaki hukuku düzenlemekle kalmıyor, aynı zamanda Yahudilerin kendi aralarındaki hukuku da düzenliyordu. Mesela; hiçbir hukuksal zemine dayanmayan ve tamamen ailevî bir üstünlük eseri oluşturulan diyet bedellerindeki haksız oranlar, eşit düzeye çekilerek toplumda var olan ayrıcalıklar tamamen ortadan kaldırılıyordu. İşte bu ve daha farklı sebeplerden dolayı Yahudiler, Medine Vesikası’nı kabul ediyor ve bu hukukun içerisine dâhil oluyorlardı.

Böylece Medine’de tevhid, adalet ve meşveret üzere kurulan devlet; hukuku en üst düzeyde işlettiği için toplum da huzura kavuşuyor, kimseye herhangi bir ayrıcalık tanınmadığı için de gücün değil hakkaniyetin hâkim olmasından dolayı huzurlu bir ortam oluşuyordu.

Ötekinin “Ötekileştirilmediği” Bir Şehir Olarak Medine

Medine’de tesis edilen bu yapı, Kur’ân’ın gölgesinde ve Hz. Peygamber’in (sas) rehberliğinde oluşan bir toplumdu. Bu toplumda ötekiler her daim vardı. Bilindiği üzere Efendimiz (sas) vefat ettiği anlarda zırhı, bir Yahudi tüccarın elinde rehin idi. Yani o ana kadar varlıklarını Medine’de devam ettirmişlerdi. Onlar yapılan antlaşmalara riayet ettikleri sürece çok rahat bir yaşam imkânı bulmuş ama ne zaman ki huzuru bozacak adımlar atmışlar o zaman farklı müeyyidelerle karşı karşıya kalmışlardı. Ayrıca Medine’de oluşan ticarî ve siyasî zeminden dolayı başta Hristiyan ve Mecusiler olmak üzere birçok dinî ve kavmî farklılıkları olan insanlar gelip gittiler; hatta bazıları Medine’ye yerleşip hayatlarını o şehirde devam ettirdiler.

İster Medine’ye geçici bir süre gelip gidenler içerisinde olsun, ister gelip oraya yerleşip hayatlarını Medine’de yaşayanlar olsun; hiçbiri mensubiyet, cinsiyet veya kökenlerinden dolayı kınanmadılar, aşağılanmadılar, alaya alınmadılar, şüphe ile karşılanmadılar ve herhangi bir tehdit ve tahkirin muhatabı olmadılar. Onlar hep öteki/diğerleri olarak yaşadılar. Kimse onları Müslüman olmaları için zorlamadı. Kavmî mensubiyetlerini inkâr etmelerini veya gizlemelerini istemedi. Hepsi orada Müslümanlar açısından öteki olan kendi kimlikleri ile yaşadılar ve kimse onları ötekileştirmedi, ötekileştiremedi. Hatta buna yeltenenler çok sert bir şekilde kınandı. Mesela bir gün Yahudi asıllı olan Safiyye annemiz geçmiş mensubiyetinden dolayı kınanmış, durumdan haberdar olan Efendimiz (sas) hemen bu konuya müdahale etmişti. Olayı bizzat Safiyye validemiz aktarmıştır: “Hafsa ile Âişe bana sataşmışlardı. Ben ağlarken Resûlullah yanıma girdi ve:‘Ey Huyey kızı neden ağlıyorsun?’diye sordu. Ben: ‘Hafsa ve Âişe’nin benim hakkımda konuştuklarını ve biz ondan daha hayırlıyız; çünkü bizler Resûlullah’ın hem amca kızları hem de hanımlarıyız; o ise bir Yahudi’nin kızıdır, dediklerini işittim.’ dedim. Bunun üzerine Resûlullah (sas), Âişe ile Hafsa’ya kızdı, sonra bana: ‘Siz ikiniz benden nasıl daha hayırlı olursunuz ki benim eşim Muhammed, babam Harun, amcam da Mûsâ’dır, diye onlara deseydin ya!’ dedi.” (İbn Saʻd, Tabakât, 3/100) Bu olayda Efendimiz (sas) hem geçmiş mensubiyetinden dolayı Safiyye annemizi kınayan diğer iki hanımına kızmış hem de söylediği söz ile Safiyye annemizi taltif etmiştir.

Ötekilerin farklılıklarının İslâm toplumunda nasıl korunması gerektiği meselesi sadece şu iki âyet üzerinden bile çok net bir şekilde anlaşılabilir:

 “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucurât, 49/11)

 “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 49/13)

Farklılığın Meyvesi İstişare

Renklerimizin, dillerimizin, fiziksel şekillerimizin ve elbette düşünce dünyalarımızın farklılığı, Kerîm olan Rabbimiz’in birer âyeti ve şükredilmesi gereken birer nimetidir. O (cc), isteseydi tüm insanlığı aynı şekilde ve özelliklerde yaratırdı. Ama meşîet-i ilâhiyyenin böyle tezahür etmemesi tabii ki hayatın yaşanılabilir olması için gerekliydi. Eğer genelde tüm insanlık, özelde ise Ümmet-i Muhammed her meselede aynı düşünseydi ve her şeye aynı tepkileri verseydi; o zaman istişarenin, fikir alışverişinin ve münazaranın bir anlamı olabilir miydi? Bugün bir mesele hakkında kaleme alınan onlarca kitabın varlığı bize bir zahmet değil, istifademize sunulan ve her biri bizlerin düşünce dünyalarına farklı ufuklar açan birer rahmettir. Aslında bu rahmeti ve zenginliğimizi, zahmete dönüştüren ne yazık ki bu güzellikleri kullanmayı beceremeyen bizler değil miyiz? Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak anlamayıp, bizim gibi düşünmeyenlere karşı ortaya koyduğumuz tahammülsüzlükler hayatımızı zorlaştırdığı gibi, daha güzel düşünce ve fikirlerin oluşumuna da engel olmaktadır. Ama biz, rahmet peygamberi olan Efendimiz’in (sas) hayatında, farklı düşünce ve fikirlerin nasıl hayat hakkı bulduğuna ve kendi yetiştirdiği insanlara bile nasıl sonuna kadar böyle bir alan açtığına dair siyer içerisinde yüzlerce örnek görüyoruz. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse Bedir Gazvesi sırasında ordunun ilk konuşlandırıldığı yerin isabetli olmadığını söyleyip, kendi görüşünü dile getiren Hubâb b. Münzir’i (ra) verebiliriz.

Hubâb b. Münzir, Allah Resûlü’ne (sas) gelip; “Ya Resûlallah! Ordunun burada konaklatılması Allah’ın bir emri mi, yoksa sizin kendi görüşünüz mü?” diye sorunca, Efendimiz (sas): Benim fikrim” demişti. Hubâb b. Münzir, bu sefer gerekçelerini de ortaya koyarak konaklanan yerin savaşı uzatacağını ve bunun da çok acı sonuçlara mal olacağını söylemiş; Efendimiz (sas) de hemen sahâbeye Hubab’ın fikrine uygun olarak ordunun Bedir kuyularının arka tarafına konuşlanması emrini vermişti. Burada Hubâb b. Münzir’in tavrı takdire şayan olduğu gibi, Efendimiz’in (sas) tavrı elbette daha fazla takdire şayandır ve üzerinde ciddi bir şekilde durulması gereken bir durumdur. Bir ordu komutanı ve peygamber olan Allah Resûlü (sas); “Benden daha mı iyi bileceksin? Ben Allah’ın peygamberi iken bana karşı mı geliyorsun? Benim verdiğim karar üzerine başka bir fikir mi beyan ediyorsun?” dememişti. Aksine Hubab’ın dile getirdiği görüşten dolayı oldukça memnun olmuş; akla, mantığa ve savaş kurallarına uygun olan bu fikri benimseyerek gereğini hemen yaptırmıştı. Efendimiz’in (sas) farklı görüşlere karşı sergilediği bu tavır, elbette sahâbeye cesaret veriyor, farklı düşünme ve farklı fikirler üretme konusunda hep onların öz güvenlerinin muhafazasına zemin hazırlıyordu.

Acaba Bir Gün!

İnsan, Kur’ân-ı Kerîm’i okudukça orada Firavun’un sözlerini (Nâziat, 79/24), isim vermeden aktarılan Nemrut’un itirazlarını (Bakara, 2/258), onlarca âyette anlatılan Yahudi, Hristiyan ve başka din mensuplarının görüşlerinin dile getirildiğini gördükçe “Acaba bir gün biz de böyle bir öz güvene sahip olabilecek miyiz?” diye düşünmeye başlıyor.

Acaba bir gün Kur’ân ve Sünnet’in bu alanda söylediklerini doğru bir biçimde anlayıp, duyduğumuz her düşünceye kimden gelirse gelsin; “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar.” (Zümer, 39/18) ilkesi doğrultusunda, fikirlerden korkmadan düşünceleri dinlemeye başlayabilecek miyiz?

Acaba bir gün hiçbir mensubiyete, aidiyete takılmadan; “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Mâide, 5/8) diyen bu ilâhî ölçüye uygun davranabilecek miyiz?

Acaba bir gün kendimizi hakikatin merkezi olarak görmekten vazgeçip, dile getirilen her düşüncede hakikatten bir pay olabileceği gerçeğini anlayıp; “Huz mâ safâ, da’ mâ keder!/ İyisini al, kötüsünü sahibine bırak!” ilkesi ile güzelliklerin ve doğruların gerçek taliplileri olabilecek miyiz?

Acaba bir gün yaşadığımız bu dünyada hepimizin aynı geminin yolcuları olduğumuz gerçeğini iyice görüp, varlığımızı birinin yokluğu üzerine bina etmeden “Kendimiz için istediğimizi bir başkası için de isteyip” böyle bir düşünce ile hayatımızı şekillendirmeye başlayabilecek miyiz?

Acaba bir gün “ihtilaf” ile “tefrika”nın gerçek manada farklarını anlayıp birinin rahmet, diğerinin ise zahmet olduğunu; birinin zenginliğin, diğerinin ise parçalanmanın, birinin daha iyiye ulaşabilmenin, diğerinin ise körelmenin sebebi olduğunu kavrayabilecek miyiz?

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Şahitliğin Hakkını Veren Şehir: Gazze...
Recep Songül
Şehit ve Şahit İlişkisi
İbrahim Hanek
Şahitlik ve İhsân
Murat Kaya
Seyr u Sülûk Bir Şehâdet Arayışı mıdır?...
Hamit Demir
İlâhî Şahitlik
Yavuz Selim Göl
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x