Bu sayımızın misafiri Muhammed Emin Yıldırım hocamız. Hoş geldiniz kıymetli hocam. Bize vakit ayırdığınız için özellikle teşekkür ederiz. Malumlarınız Siyer Vakfımız her sene hicrî takvimi esas alarak tematik bir yaklaşımla önemli bir kavramı, konuyu veya meseleyi gündem ediyor. Hicrî 1446 yılı için “Şahitlik” teması belirledi. Serlevhası da “İnsanî ve imanî sorumluluk: Şahitlik” olarak seçildi. İsterseniz bununla başlayalım. Neden şahitlik teması belirlendi? Niye imanî ve insanî bir sorumluluk zeminine dayandırıldı?
Öncelikle size ve dergimizi takip eden, okuyan kardeşlerime selamlarımı, muhabbetlerimi ve dualarımı iletiyorum. Şimdi gelelim sorunuzun cevabına. Neden bu yıl “şâhitlik” temasını belirledik. Çünkü tam anlamıyla mesajımızı o serlevha üzerinden verebiliriz. Hem imanî hem insanî bir sorumluluktur esasen şahitlik. Yani bir insanın şahitlik vazifesini yapabilmesi için Müslüman olması şart değil ama Müslümansa şahitliğinin gereğini yerine getirmesi gerekiyor. Hal böyle olunca Müslümanların dışında kalan kendini insan gören, Hz. Âdem’in çocukları gören herkesin bu şahitlikle ilgili bir sorumluluğu var ama nihayetinde Müslümansa hem insanî hem de imanî bir sorumluluğu var. Dolayısıyla bu sorumluluk o kadar geniş alanlara etki eden bir sorumluluk ki; ama en başta da iman bize böyle bir sorumluluğu yüklediği için biz insanî ve imanî sorumluluk dediğimizde aslında şahitliğin ne kadar bizim hayatlarımızda etki oluşturması gereken, ağırlık oluşturması gereken bir kavram olduğunu böylelikle ortaya koymaya çalışıyoruz.
Hocam hem imanî dediniz hem de insanî dediniz. Ben buna dair de bir soru sormak istiyorum. Malum bazı soruları sorarken tümdengelime veya tümevarıma doğru bir usul seçilir. İnsanî yönünü aldığımız zaman aklımıza şöyle bir şey geliyor: Hani “vekaletle kulluk” diye bir şey söz konusu değil. Ben sizin yerinize ya da siz benim yerime bir kulluk yapma rolünü üstlenemiyorsunuz. Neticede herkes kendisinin şahidi olacak veya herkes kendi döneminin şahitliğini yapacak. Bu çerçevede ele aldığımız zaman hiç kimse kimsenin şahidi olamayacaksa insanî boyutuyla meseleye yaklaştığımız zaman herkesin şahitliği aslında yaradılışı ile birlikte başlıyor. Biz inananların da şahitliği kullukla birlikte başlayan yani yaratılışla birlikte başlayan sürece bir de kelime-i şehâdetle bir kat daha ilave sorumluluk ekliyoruz. Buna dair ne dersiniz?
İnsan isek belli alanlarda şahitlikle ilgili sorumluluğumuz var ama bir de bu insanlığımızla beraber mümin, muvahhid olarak imanı ikrar ediyorsak bizler için durum daha farklı ve daha değerli bir hâl almaktadır.
Şimdi sorunuz çok geniş. Belki de cevaplanması gereken bir soru. Unutmamak için bu kelime-i şehâdet meselesine bir dikkat çekip o soruya tekrar değinmiş olayım. Mesela hepimizin gerçekten düşünmesi lazım. Bizim Müslüman olabilmemiz için kelime-i şehâdet getirmemiz lazım ve o şehâdette de diyoruz ki: “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben yine şehâdet ederim ki Muhammed (sas) O’nun kulu ve Resûl’üdür.” Bunu diyerek biz iman dairesine girmiş oluyoruz. Eşhedü, yani kendimizi eksene alarak benliğimizi hatırlayarak “Ben, şehâdet ederim ki” diyoruz. Şimdi normalde bir iman cümlesi eğer söylenecekse, ikrar edilecekse “Ben iman ediyorum ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben iman ediyorum ki Muhammed (sas) O’nun kulu ve Resûlü’dür.” dememiz gerekiyordu ama Allah bizden imanı böyle ikrar etmemizi istemiyor, şehâdetle bunu söylettiriyor. Neden? Çünkü öyle bir şekilde bize bir şehâdet ya da şahitlik sorumluluğunu önümüze koyuyor ki Rabb’imiz, şahitlik için ne gerekiyor? Bir olayın gören tanığı olmanız gerekiyor, işiten bir şekliyle onu işiten tanığı olmanız gerekiyor, gördüğünüzü ve işittiğinizi anlamanız gerekiyor. O anladığınız şeyleri de gerçekten kavramanız yani içselleştirmeniz gerekiyor. Bir beşinci sorumluluk daha var. Bütün bunları gördünüz, işittiniz, anladınız, kavradınız, bir başkasına da aynı o gördükleriniz çerçevesinde asla ona bir şey katmadan -ki ona bir şey kattığınız zaman yalan şahitlik yapmış oluyorsunuz, o zaten günahların en büyüğü, onu da yapmadan- yansıtmanız gerekiyor. Şimdi bakın bu beş sorumluluğu bilerek aslında biz şehâdet cümlesini söylediğimizde gerçek manada şehâdet cümlesini ikrar etmiş oluyoruz. Bir müminin bu beş şeyi bilerek, içselleştirerek ikrar etmesi, müminlerin dışındaki diğer insanların şahitlik sorumluluklarına artı değerler yüklemiş oluyor. O zaman da bir alana sıkıştırmıyorsunuz o şahitliği, hayatın bütün alanlarına hatta geçmişe şahit oluyorsunuz, âna şahit oluyorsunuz, geleceğe şahit oluyorsunuz, zamana şahit oluyorsunuz, mekâna şahit oluyorsunuz, birbirimize şahit oluyoruz, birbirimizin şahitlik sorumlulukları o kadar geniş bir şey ki bu genişlik içerisinde meselenin aslında özünü kavradığımızda o zaman anlıyoruz kelime-i şehâdeti, şahitlik vurgusunu ve bu şahitliğin bize yüklediği sorumlulukları. Onun için işimiz bu manada çok kolay değil yani zor bir mesele olduğunu, çok ciddi bir sorumluluk olduğunu unutmadan meseleyi ele almak durumundayız.
Sözlerinizin arasında geçtiği için tekrar ben oraya dönmek istiyorum. Zira önemli olduğunu da düşünüyorum. Şahitliğin anlam bulabilmesi için bir kere şüphesiz bir tanıklık olması gerekiyor. Bu maksatla da siz de ifade ettiniz, bir olayın gerçekleşmesi gerekiyor ve bu olaya birinin tanıklık etmesi gerekiyor ve bu yönüyle de bir insanın, bir eşyanın veya herhangi bir şeyin yerinde ve zamanında orada olması gerekiyor. Şimdi tekrar kelime-i şehâdete dönmek isterim müsaadenizle. Malum kelim-i şehâdette Allah’a (cc) kulluk beyanımızı irâd ediyoruz ve Efendimiz’in (sas) de peygamberliğini tasdik ediyoruz aslında. Bununla birlikte yapıp ettiklerimize, yaşadığımız hayata dönüp baktığımızda kelime-i şehâdetin gerekliliklerini yerine getirmediğimiz için bu durumda biz, yalancı şahitlik mi yapmış oluyoruz?
Şahitliğin hakkını vermemiş oluyoruz diyelim, biraz yumuşatmış olalım. Çünkü yalancı şahitlik çok ciddi bir sorumluluk. Bile bile yalan söylemek, bile bile gerçeği saptırmak ve gerçeği saptırarak artık menfaat devşirmek ya da farklı bir itibar kazanmak ama çoğu insan inanın ki bilmiyor bu şahitlikle ne dediğini. Mesela “Lâ İlâhe İllallah” diyoruz başına eşhedü ekleyerek, bir şeylerin değişmesi lazım burada. Çünkü biz orada şahitlik ettik. Ne değişti? Mesela ticaretinde, siyasetinde, ev halinde ve ilişkilerinde ne değişti? Şahitlik öyle bir şey ki inanın insanın yürüyüşünü değiştiriyor, yüzünün rengini değiştiriyor, yani edasını değiştiriyor, bambaşka heybet yüklüyor insana. Zira ne yaptınız? Yıktınız bütün sahte ilâhları, ideolojileri, her şeyleri ayağınızın altına aldınız “lâ” diyerek. Bir şeye “illallah” diyerek biri birlediniz. O sözün değerini bilen, ağırlığını bilen de söyleyemedi. Ebû Cehil mesela Mekke’nin en akıllı adamıydı, o da bugünkü insanlar gibi sadece dile indirgeseydi o cümleyi çok rahat bir biçimde söyler ve işin içinden çıkardı ama öyle olmadı. Çünkü o şahitliğin altını doldurduğu için ne dediğinin farkına varıldığı için söyleyen de farkında olarak söyledi, söylemeyen de farkında olarak karşı çıktı. Dolayısıyla şu andaki belki de problem biraz da buradan kaynaklanıyor.
Bu yönüyle şunu söyleyebiliriz o zaman hocam: Şahitlik aslında bir rol model yani örneklik durumu oluşturuyor.
Yani şahit oluyoruz her şeye, hayatımız da bize şahit oluyor. İşte o hayatımızın şahitliği temsiliyet ve örneklik. Ne kadar gerçekten inandığımız değerler hayatımıza hâkim oluyor? Çünkü bir şekilde onun dışarıya bir yansıması var. İşte o yansıması da geçen seneki konumuzdu biliyorsunuz örneklik, temsiliyet, onu tezahür ediyor, onu ortaya çıkarıyor.
Şimdi rol modellik ya da örneklik dedik ya hocam, yalnız bir şey var, garip bir durum var daha doğrusu. Rabb’imizin ism-i celillerinden birisi de eş-Şehid. Yani orada bir örneklik ya da rol modellik söz konusu değilse bu ism-i celili nasıl anlamamız gerekiyor? Nereye oturur ya da şahitlik adına neyi ifade eder biz inananlar için ya da insanlar için?
Evet, çok önemli bir konu. Mesela Allah’ın eş-Şehîd oluşu ve Allah’ın kendi kendine şahit oluşu o kadar önemli bir şey ki yani insanın tüyleri diken diken oluyor. Allah, kendisinin bir tek Allah olduğuna, bir tek ilâh olduğuna şahit oluyor. Yani bu bambaşka bir şey ve bizi de buna çağırıyor. Aslında düşündüğümüz zaman ne kadar büyük bir şahitlik sorumluluğunu bizim önümüze koyduğunu daha iyi anlamış oluyoruz. Orada Cenâb-ı Hakk’ın eş-Şehîd olması aslında her şeye hâkim olmasıyla alakadar olan bir şey. Hiçbir şeyde şahitliğe gölge düşürecek bir yaratılışın olmamasıyla alakadar olan bir şey, varlığın her şeyini yaratan o olduğu için onun eş-Şehîd esmasının aslında tezahürü ile oluştuğuna dair mesajlar barındırıyor içerisinde. Onun için Allah’ın şahit oluşu, Allah’ın şehid oluşu da kendi kendini tasdikleme ve yarattıklarının üzerinden de o tasdikinin ikrarını yansıtmasıyla alakadar bir durum. Dolayısıyla yine de orada olan şey tevhid dediğimiz imanın belki de şahitliği, imanın hakkı, onu da Allah yine hem yarattıklarının üzerinden hem de kendi varlığının, kendi zatının üzerinden bize öğretmiş oluyor o esmasıyla.
Peki, bu yönüyle şahitliğin anlam bulabilmesi için bir tanık olması gerekiyor ve bir olayın tezahür etmesi gerekiyor. Orada da bir şahitlik tahakkuk etmesi gerekiyor. Bu yönüyle İslâm insanı şehit olmaya yani canlı canlı ölmeye mi yönlendiriyor diye bir şey de aklına gelebilir insanların. Buna ne demeli? Yani insanın şahitliği için illa şehit olması mı gerekiyor?
Şehâdet, işin ayrı bir boyutu. Şehitlik işin aslında meyvesi. Nihayetinde hayatınızı imanınıza, imanınızı hayatınıza şahit kılıyorsunuz. Eğer bu şahitliği tam olarak anlarsanız Allah yolunda da canınızı seve seve feda ediyorsunuz. İşte o feda etmek de sizi şehit kılıyor. Şehit kıldığı zaman da ölü olmaktan kurtuluyorsunuz. Aslında ölürken diriliyorsunuz, bir şeyler dirilsin diye… Ölmüş bir toprağa, ölmüş bir topluma… aslında şehit budur zaten. Can veriyor, can katıyor. Allah da o can vermesine ve can katmasına karşılık diyor ki: “Allah yolunda öldürülenlere asla ölüler demeyin.” Yepyeni aslında bir kavram oluşturuyor. Şehidi orada ortaya çıkaran şey ne? Gözünü kırpmadan, hiçbir şekilde diyelim ki bir şeylerin hesabını yapmadan “Bir bu can kaldı. Bu can da Allah yoluna kurban olsun!” dediğiniz anda yani o şahitliği tam anlamıyla hayatınızı da feda ederek ortaya koyduğunuzda işte Allah size yepyeni bir rütbe veriyor ki o rütbe de yine şehit olma rütbesidir ki şahitliğin dediğimiz gibi meyvesi olacak bir seviyeye çıkarmış oluyor.
Şimdi yine önemli konulardan bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Şahitliğin en büyük delili ve olmazsa olmazlığının en büyük işareti hesap günüdür dersek herhalde yanılmayız.
Şahitlik günü… Ve o gün işte biz konuşmadan önce ellerimiz konuşacak, derilerimiz konuşacak, ayaklarımız konuşacak, yani kendi organlarımız ve uzuvlarımız bizim ya lehimizde ya aleyhimizde şahitlik edecek. “Din gününün maliki” diyoruz ya işte o din gününün yani hesap gününün maliki ki orada da çok acayip bir şey var, hâkimi de Allah şahidi de Allah. Yani hâkimi ve şahidi Allah olan bir mahkemede hesaba çekileceğiz. Mesela diyelim ki adam Allah’tan korkmuyorsa, Allah korkusunu zayıflatmışsa bir şekilde mahkemelerde farklı şahitlikler yaparak paçasını kurtarabilir. Biz birbirimize şahidiz mesela. Siz dili daha iyi kullanıyorsunuz beni ikna edebilirsiniz, bir başkasını ikna edebilirsiniz ama bir şekliyle ortamı kendi lehinize çevirebilirsiniz ancak o “şahitlik günü”nde böyle bir şey yok. Öyle şeyler şahitlik edecek ki asla onun dışında bir şey söyleme mecali bulamayacağız biz. Onun için kendimiz konuşmaya başlamadan önce delillerimiz konuşacak ve delillerimiz bize şahitlik ettiği zaman da itiraz edecek hiçbir kapı kalmayacak.
Âhirette büyük mahkeme kurulduğunda Allah, melekler, insanlar ve hatta insanın kendisi kendisine şahitlik edecek. Bu biz inananları bağlayan bir durum çünkü buna inanıyoruz. İnsanoğlunu genelde konuşacak olursak yani iman etmeyenleri de işin içine katacak olursak onlar için buna iman söz konusu olmadığından onları bağlayan bir durum da söz konusu değil ama nihayetinde Allah, hepimizi hesap gününde hesaba çekecek. Şimdi doğal olarak insan hata yapma potansiyeline sahip bir varlıktır. Şimdi bunu bile bile hata yapması hiçbir şekilde hakikati örtbas edemeyeceği gerçeğinden hareketle vicdan ve iman çerçevesinde bu meseleyi izah etmeye çalışırsak nereye oturur?
Eyvallah. Tabii bunun birçok sebebi var. Mesela şeytanın bize sağdan soldan önden arkadan yaklaşmalarıyla da alakadar bir durum. Bazen biz, Allah’ın rahmetine sığınıyoruz. Diyoruz ki: “Ne kadar hata edersek edelim Rabb’imiz Gafûr’dur, Rahîm’dir. Bizi affeder. Bizim gibi böyle hata eden kullarını o gün herhangi bir rezilliğe, herhangi bir işte alçaklığa mahkûm etmez.” diye hüsnü zan ediyoruz. Mesela planlı günah işleme diye bir şey var. Bunu işleyeyim, ne de olsa af dilerim. Ya da ısrar etmek. “Ben bu günahı işledim. Ne de olsa giderim Umre’ye Hacc’a Rabb’imden af dilerim, o da beni affeder. Ya da yaşlanınca biraz daha ibadete kendimi veririm.” gibi bu manada bir şeyler ortaya çıkar. Bu da bizi çokça gaflete düşüren ve gerçekten ocak batıran hastalıklardan bir tanesidir. Bir de şöyle bir durum var. O şahitlik tam oturmadığı için bizde hesabın varlığını, âhiretin, mizanın, sıratın, cennetin, cehennemin bunların hepsinin var olduğunu söylüyoruz; ama içselleşmiyor bu bizde. İçselleşmediği için de gerçekten bu konuda “Âhirete bu durum kalmasın, burada ben bunu telafi edeyim.” noktasında bir çabaya bizi vardırmıyor. Mesela Hz. Ebû Zer bir gün sinirleniyor, o sinirden Hz. Bilâl’e karşı bir cümle söylüyor, “Sus! Ey siyah kadının oğlu” diyor ve Hz. Bilâl’in çok zoruna gidiyor. Gelip bunu Efendimiz’e (sas) söyleyince Efendimiz de Ebû Zer’i çağırıyor “Senden câhiliye kokusu geliyor.” diyor. Çünkü bir insanın rengine ait bir şeyi söylemen ve bunu tahkir aracı kılman böyle bir şeydir diyor. Ebû Zer boynunu büküyor. Sahnenin aslında burada bitmesi lazım aslında. Özür diler belki, helallik ister. Bunu yapmıyor. Ne yapıyor? Hz. Bilal’in eşiğine, ayağının altına başını koyuyor. “Bas!” diyor, “Bas ki seni de Resûlullah’ı da sinirlendiren bu cümleleri söyleyen bu baş alsın alacağını.” diyor. İşte şahitliğe inanan bir insanın yaptığı iş böyle olur. Mesela sosyal medyada bir adam hiç tanımadığı, bilmediği bir insan için ne ithamlarda bulunuyor. Senin o parmakların şahit olacak o yazdıklarına! Ya orada o mahkemede biz bu meselenin tarafları olarak Allah’ın huzurunda hesaba çekildiğimiz zaman ne yapacağız? Bunu hiç mi düşünmeyiz yani? Ama işte düşündüğümüzde o düşünce aşağıya doğru hayatımızın bütün alanlarına, bütün parçalarına etki edecek ve şahitlik bizi gerçekten yürüyen şahitler kılacak. Yani o etki hayatımıza farklı bir anlam katacak ki şahit ümmet olma sorumluluğumuzu fert bazından toplum ve ümmet noktasında hepimiz bunu yerine getirmiş olacağız.
Tam da bunu yeri gelmişken sorayım. Şahitlik genelde insanın, özelde de Müslümanın hayatını nasıl inşâ eder, geleceğine dair nasıl bir inşâ projeksiyonu sunar?
Bütün meselesi hesap olur inanan insan için. Hesap verilebilir bir hayat… Yani kendini hesaba çeker, hesap vermeden önce ki muhasebe diyoruz işte ona, öyle olan bir hayat da anlamlı bir hayat olur ve kendi hukukunu koruduğu gibi başkalarının da hukukunu korur. Hem izzeti korur hem iffeti korur. İnanın ki hayat o zaman anlam kazanır, daha lezzetli olur. O zaman başkasına bakmadan siz şahitliğin sorumluluğunu ortaya koyuyorsunuz. Hiç kimselerin görmediği, bilmediği öyle örnekler var ki sahâbî içerisinde, hata etmiş, hadd gerektiren bir ceza işlemiş, kimseler görmemiş. Mesela bir sahâbî efendimiz bir deve çalmış, aradan yıllar geçmiş ama gelip Allah Resûlü’nün (sas) önünde “Yâ Resulallah! Ben zamanında filanca kabileye ait bir deveyi çalmıştım. Ne olur bunun haddi neyse bu haddi ödemek istiyorum. Ben bunun kefaretini ödemek istiyorum.” O sahâbî efendimizi oraya getiren şey tamamen şahitlik sorumluluğudur. Başka hiçbir şey değil ve nihayetinde o hadd ona uygulandığı zaman o sahâbî efendimizin söylediği; “Ben bu vebalden, bu yükten şimdi kurtuldum.” sözü de bunun bir işaretidir. İşte o zaman vicdanlar harekete geçiyor yani devletin ya da yasaların koyduğu mahkemelerden ziyade kişi kendi vicdan mahkemesinde zaten birçok şeyi yerli yerine oturtuyor.
Bir diğer sorumuza gelecek olursak her değerin tüketildiği bu modern dönemde bu şahitlik müessesesini çalıştırır hale getirecek, bu fonksiyonu icra edecek bir yapı var mı?
Bu mühim bir soru. Bizim en önemli sorumluluğumuz birbirimize iyiliği emretmek kötülükten de nehyetmekten zorundayız. İyiliği emrediyoruz, kötülükten de nehyediyoruz. İşte bu şahitlik zaten. Bir toplum eğer İslâm toplumuysa asla neme lazımcı olamaz. “Bana ne!” diyemez. Burada bir kötülük varsa o kötülüğü düzeltmek için gücü yetiyorsa eliyle, ona gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalben buğz ederek bu şahitliğin sorumluluğunu yerine getirmek durumdadır. Böyle olduğu için de mesela İslâm toplumunda iyiliği emreden kötülüğü nehyeden her zaman için bir avuç maya bile olsa bir avuç topluluk bulunur ve bir toplum içerisinde herkesten aynı kaliteyi bekleyemeyiz. Nasıl ki kelime-i şehâdet getirirken “Eşhedü” dedik, “Ben şehadet ederim ki…” dedik, aynı şekilde bu sorumluluk da ben tek bir başıma kalsam yapmak zorundayım. Allah da beni tek başıma bırakmıyor, ne olursa olsun ben bunu dediğim zaman benimle beraber aynı o şehâdet cümlesini söyleyen, hakkını vererek söyleyen az da olsa bir grup insan her zaman için toplumun içerisinde bulunuyor. İşte o toplumun içerisinde bulunan ve bunun farkında olan yani şahitliğin ne demek olduğunun farkında olan insanların geri kalan toplumun bireylerini, fertlerini bu şahitlik meselesinin farkına vardırmasıyla mükelleftir. Hepimiz bu sorumluluğumuzun farkına varmak durumundayız. Eğer bunun farkına varır da toplumu bu noktada ihya etme, irşat etme noktasındaki sorumluluğumuzu yerine getirirsek inşallah herkes bu şahitliğin ne demek olduğunu anlamış olur; ama bunu yapmadığımız zaman sadece lafza indirgediğimizde, sadece ikrar etmekle yetindiğimizde hâlimiz şu anki hâl olur.
Hocam bu konuyu biraz daha açmak isterim izninizle. Neticede şöyle de bir gerçek var ve bu hayatımızın bir gerçeği maalesef. Müslümanlar bölük pörçük ama siz de ifade ettiniz, herkes kendisinden sorumlu ve kendi şahitliğini yapacak, kendi hesabını verecek. Bu yönüyle baktığımız zaman kişisel, toplumsal ve hatta kurumsal şahitliğin mahiyetleri ile alakalı da biraz bu konuyu açalım. Yani cemaatlere düşen sorumluluk nedir? Bireylerin cemaatlere yönelik onları motive edecek ve katalizör etki gösterecek sorumlulukları da var. Buna dair neler söylersiniz?
Hepimiz birbirimizin şahidiyiz. Ben fert olarak etrafımdaki birçok şeye karşı şahitlik sorumluluğum var. Sadece insanlara değil, varlığa da… Mesela varlığa, yaşadığım şehre karşı bir şahitlik sorumluluğum yok mu? Topluma karşı bir şahitlik sorumluluğum yok mu? Ben o şahitlik sorumluluğunu bilirsem kaçak kat çıkmam çünkü onun bana vereceği yükün, vebalin ne olduğunu bilirim yani insanî ve İslâmî sorumluluk dediğimizde işte bunu söylemiş oluyoruz ama aynı inanca mensup olan insanların da birbirlerine karşı şahitlikleri var ve yaşadıkları topluma karşı da şahitlikleri var. Benim yaşadığım bir yerde, bir ülkede, bir toplumda, bir şehirde bir kötülük işleniyorsa ben o kötülüğe karşı kulaklarımı kapatamam, “Bana ne! Ne yaparlarsa yapsınlar. Devlet var, ben ne yapabilirim ki?” diyemem, onun bana yüklediği bir sorumluluk var. Ümmet-i Muhammed şahit, şahit ümmet bizim en önemli özelliğimiz. Şu anda biz Ümmet-i Muhammed olarak 2 milyarlık bir sayıdayız, ne kadar bu şahitliğin farkındayız o ayrı bir mesele ama bizim dışımızdaki 6 milyar insanlık ailesine karşı da bizim bir sorumluluğumuz var. Yeni Zelanda’da bir olay olduğunda ben eğer bir müminsem ve şahitliğin farkına varmış birisiysem “Bana ne!” diyemem çünkü inandığım değerler ve o değerlerin bana yüklediği en önemli sorumluluk olan şahitlik bana bunu dedirtmez. Onun için şahitliğin böyle genişçe bir açılımı var. Bundan dolayı sahâbî efendilerimiz Veda Haccı’nı 124.000 sahâbî dinledi, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Şimdi mesela bir sürü kardeşimiz var dünyanın farklı yerlerinde yaşıyorlar, halen öldükleri zaman mezarları kendi doğdukları topraklara getiriliyor ve bunun için vasiyetler de bulunuyorlar. Bunun için cenaze şirketleri ve cenaze oluşumları var. Bunu niye istiyorlar insanlar? Ya diyorlar “Öldükten sonra bile mezarımız falanca filanca yerde kaybolmasın. En azından kendi toprağımızda olsun.” Sahâbe niye düşünmedi bunu? Bunun tek bir nedeni var, inanın ki şahitlik! “Biz ölüp gideceğiz, hiç değilse mezarlarımız şahit olsun. Belki bizden sonra gelenler burayı imanla buluştururlar.”
Diriltici bir şahitlik. Dolayısıyla kendisine şahitlik yapamayan bir insanın başkası için şahitlik yapabilmesi ne kadar sahici olabilir ki?
Mümkün değil, olmuyor da zaten. Hiçbir sahâbî efendimizi ya da bu düşüncede olan hiçbir âlimimizi unuttuk mu biz? Bakın aradan kaç sene geçmiş, kaç yüz sene geçmiş. Niye? Allah unutturmuyor çünkü çok büyük bir sevdaları var, o sevdalara karşılık Cenâb-ı Hak da onların adlarını da onların mezarlarını da kabirlerini de unutturmuyor, ölümsüzleştiriyor.
Hocam Kur’ân’da Rabb’imiz birçok yerde birçok şey için yemin ediyor. Güneş, Ay ve yıldızlar mesela. Gece, gündüz, sabah, kuşluk, asr. Denizler, dağlar, kabirler. Güneşin doğduğu ve battığı noktalar. Kıyamet günü ve son saat, yani vaad edilen saat diye geçiyor. Müjde ve uyarı âyetleri. Kalem ve kalemin yazdıkları. Varlık, yokluk, yaratılanların cinsleri, görülen ve görülmeyen her şey ya da bizim gördüğümüz ya da göremediğimiz, insanın kendisine dair şahitlik yapacağına dair âyetler… Şimdi bunları şunun için dile getirdim? Allah diyoruz ya kuşkusuz en büyük şahit. Yani onun şahitliği değiştirilemez, tartışılamaz hatta. Allah her şeye şahitken burada yarattıklarının şahitliğine de işaret ediyor aynı zamanda. Aslında insana yaptığı hiçbir eylemin zayi olmayacağına da bir vurgu var. Bundan dolayı da gafil olmamamız gerektiğine dair de aslında bir uyarı var. Buna dair de bir şeyler söyler misiniz?
Mesela kaçımız sabah eve evden dışarıya çıktığımızda altımızdaki toprağı, üstümüzdeki havayı selamlıyoruz? Bir ağacın gölgesinde oturduğumuz zaman o ağacın da bir can taşıdığını ve o ağacın da bize şahitlik ettiğinin kaçımız farkındayız? Aslında Kur’ân’daki o yeminlerin büyük bir kısmı farkındalık için. Cenâb-ı Hak onların birer âyet olduğunu ve birer emanet olduğunu bize fark ettirmek istiyor. “Onlar size şahit, siz de onlara şahitsiniz.” İşte yağan yağmura karşı Efendimiz’in (sas) tutumu bu. O bir şahitlik aslında. Peygamberimiz’in dağı kendine sırdaş edinmesi örneğinde, “Uhud bizi sever biz de Uhud’u severiz.” sözün söylenişinin şöyle de bir sebebi var: Sahâbe Uhud’un mağlubiyetinin faturasını Uhud Dağı’na kestiler. Bazıları dediler ki “Uhud’un yüzünden oldu.” Efendimiz (sas) de “Mekânın ne suçu var? Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz. O, cennet dağlarından bir dağdır.” demesi işte hakkında şahitlik yapıyor. Onun için Kur’ân’ın üzerine yemin ettiği her şey mesela “Zeytine, incire yemin olsun ki…” değil, “Zeytin de incir de şahit olsun ki…” Çünkü orada aslında yeminle gelen şey o farkındalık olarak oluşturulan onların şahitliklerini hatırlatma maksadı taşıyor. Şimdi bunu düşündüğünüz zaman varlığa karşı sorumluluğunuzu daha iyi anlamış oluyorsunuz. O zaman bir insan bir yerde günah işlediği zaman ya bu her taraf da canlıysa ve bunlar şahitlik edecekse böyle bir kamera gibi bir vazife işleyecek ben kimden ne kaçırabilirim? Kaçılabilecek hiçbir şey yok ki! İşte o zaman bütün her şeyi Allah’ın böyle yeryüzüne taktığı kameralar olarak görmeye başlıyorsunuz ve o kameralara güzel pozlar veriyorsunuz. Aslında şahitlik bir de odur. İyi pozlar vermek, iyi duruşlar sergilemek. Yarın hesap defterleri açıldığında ve o kameralardaki filmler bize izlettirildiğinde pişman olmayacağımız şeyleri ortaya koymak önemlidir.
Allah razı olsun hocam. Peygamber Efendimiz’den (sas) bahsettiniz. Peygamberlik de bir şahitlik müessesesi aynı zamanda. Hem yaşadıkları topluma hem çağa hem bütün insanlığa karşı, çağlara karşı… Peygamber Efendimiz özelinde diğer peygamberlerin de şahitliklerine dair sizlerden düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Onlarca âyet peygamberlerin yani Peygamberimiz’den önceki peygamberlerin şahitliğini nazarlara veriyor. Özellikle iki âyette doğrudan Efendimiz’in önemli bir sıfatı olarak şahitliği bizim önümüze koyuyor. Fetih sûresinin 8. âyetinde “İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran ve neżîrâ” buyuruluyor ama sadece orada değil. Nisâ sûresinin 41. âyetinde Efendimiz’in (sas) şahitliğine özellikle vurguda bulunuluyor. Efendimiz o şahitlik vazifesini o kadar doğru anlamış ve içselleştirmiş ki en son Veda Haccı’nda da “Şahit ol, yâ Rab!” diye o feryadını ortaya koyuyor ve binlerce insanı şahit tutuyor. Çünkü Allah’tan risalet ve nübüvvet noktasında bir vahiy aldı. Bunu iletmesi gereken muhatapları vardı. 23 yıl boyunca Allah Resûlü (sas), “Ben bu şahitlik görevimi tam anlamıyla yerine getirdim mi?” diye bir ızdırabın altında inledi. En sonda da şahit nesil olan sahâbeyi de şahit tutarak bunu da onlara ikrar ettirerek tabir caizse perdeleri kapatmış oldu. Onun için Efendimiz (sas) ve bütün peygamberler de başlı başına bir şahitlik müessesesidir, o müessesenin kendilerine yüklediği sorumlulukları öyle bir yerine getirme çabası ortaya koydular ki âyetler nâzil oldu, “İnsanlar iman etmiyor diye kendine kıyacaksın, kendine zarar vereceksin”, yani Efendimiz onun ızdırabını çekiyordu. Bir insan dışarıda kalmasın, bir insana mesaj ulaşmama noktasında bir şey yaşamasın. Adamın ön yargısı oldu. O ön yargısından dolayı küfürde taassubu derinleşti. Yani normal şartlarda ne dersiniz? Dersiniz ki: “Ne yapalım, o yapmış.” Ama Allah Resûlü (sas) bunu demiyor. Onun o ön yargılarının dağılması için tekrardan kalbindeki, zihnindeki o perdelerin kalkması için nasıl büyük bir çaba verdiğini görüyoruz. Bir ızdırapla bunu veriyor. İşte bu şahitlik vazifesidir, o vazifenin aslında bir yansımasıdır. Onun için peygamberlerin üzerinden şahitliğin her boyutunu öğreniriz ki en önemli mesele hayata bakan yönü tebliğ ve davet meselesidir. Tebliğ ve davette de eş-Şehid olan Allah’ın memnun ve razı olacağı boyutta o şahitliği ortaya koymak. Bundan en asgari bir biçimde, nasıl olacaksa, nasıl sergilenecekse -ki bütün peygamberler için dediğimiz gibi bunu görüyoruz- Efendimizde (sas) de bunun yüzlerce örneğini görüyoruz.
Önemli olduğunu düşündüğüm bir konu daha var. Zira siz şu ana kadarki sözlerinizin hepsinde aslında somut bir şahitliğe vurgu yaptınız. Ama bir de duygu ve düşünce boyutu var. Bu eyleme de insana da yansıyor. Duygu ve düşüncedeki varlık orada tahakkuk ediyor ve ortaya çıkıyor. Bu duygu, düşünce ve eylem bütünlüğündeki ya da bu bütünlük açısından şahitliğin gerçekleşmesinin motivasyonunu ve şartlarını da aslında konuşmak gerekiyor. Hani âyette de okuyoruz, insanın kendisi kendisine şahitlik yapacak. Sadece âfâkî değil, enfüsî boyutu da var bu meselenin. Belki hani duygu düşünce boyutunu da bu çerçevede konuşmak gerekirse neler söylersiniz?
Mesela insan bunu tefekkür ettiğinde, bunun üzerinde bir düşündüğünde o kadar farklı bir hale giriyor ki zaten Allah da bunu tefekkür etmemizi istiyor. Şimdi Allah’ın kendi esmâsını Peygamber’i ile paylaşması, Peygamber’e de eş-Şâhid demesi, sonra o Peygamber’e inanan bütün müminleri şahit ümmet diye isimlendirmesi, sonra o ümmetin her bir ferdini bir şahit olarak görmek istemesi aslında şahitliğin bizim dünyamızda nerede durması gerektiğine dair önemli vurgular taşımaktadır. Kaldı ki önümüzde Peygamber’in varlığı, onun yetiştirdiği şahit ümmet olan, şahit topluluk olan sahâbenin varlığı ve yaptıkları öyle bir motivasyon kaynağı ki bizim için onlara baktığımızda meseleyi anlamış oluyoruz. Niye onlar bu manada bazı şeyleri hayatlarına taşımak için bu kadar bedeller ödediler, bu kadar hassasiyet gösterdiler, olmadığı zaman oldurmak için neleri feda ettiler, neleri elde etmek için çabaladılar, bütün bunların hepsini gördüğümüzde biz de kendi eksiklerimizi en azından bu manada görmüş oluyoruz. Her şey olduğu gibi belki bizim bile farkına varmadığımız ve önemsiz gördüğümüz nice şeyin de açığa çıkacağı bir zamanda, bir zeminde her şeyin yine şahitleri olacağız. O günkü o şahitliğimizin pişmanlığını duymamak için bugün bu şahitlik sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmek gerekir. Eğer bunu anlar da böyle bir hesabını verebileceğimiz bir hayat yaşama noktasında gayret içerisinde olursak o zaman Allah’ın da rahmetine nail olmuş olacağız. Zaten bütün ümit de o rahmete ulaşma noktasında değil midir?…
İnşallah. Peki, hocam bugün biz bu şahitliğe ne derece yakınız? Bu modern dünyada biz insanlar hem kendimiz için hem yaşadığımız toplum için hem devletimiz için ya da içinde bulunduğumuz toplum için diyelim, genel olarak da insanlık için ne derece şahitlik yapabiliyoruz? Yapabiliyor muyuz?
Şu an yapamadığımız ortada işte. Yani yapsaydık hâlimiz böyle mi olurdu? Bir dönemlerde ümmet şahit olma sorumluluğunu ortaya koyduğunda en başta kendi yaşadıkları toplumda adâlet, hukuk, ahlâk zirvelere taşınmış ve bu başka insanları da etkilemiş. Biz bugün tarih boyunca insanların Müslüman olma hikayelerine, insanların İslâm’la tanışma noktasındaki vesilelere baktığımızda çoğu vesilenin gelip dayandığı şey şahitlik. Güzel ahlâka, ticaretlerindeki hassasiyetlere şahit oluyor, birçoğu imanla İslâm’la öyle tanışıyor. Bugün biz sayı itibariyle dünyanın belli bir bölümünü oluşturuyoruz ama o şahitliğin hakkını veremediğimiz için sadece dışarılarda değil -dışarılarda olanlar yine İslâm’ın cazibesi mensuplarından değil bizatihi İslâm’ın cazibesi kendinden kaynaklandığı için yine İslâm’la buluşuyorlar ama bu tarafta İslâm toplumları- yani Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda her geçen gün imandan uzaklaşmaya şahit oluyoruz, her geçen gün daha farklı bir biçimde İslâmî değerlerin hayatımızdan çıkışına şahit oluyoruz. Sebebi ne? Bu şahitliğin tam anlamıyla ortaya konmamasıdır. Onun için gerçekten bunun çok ciddi bir biçimde ele alınması, sorgulanması, nedenlerinin iyice irdelenmesi gerekiyor ve kimselere bakmadan herkesin dönüp kendine “Eşhedü” dedik ya işte, kendine bakarak, kendi üzerinden bunun yanlışlarını telafi ederek yeniden o şahitliği inşâ etmesi gerekiyor. Eğer bunu yapabilirsek inanın ki ferdî anlamda şahitlerin sayısını çoğaltabilir o şahitler şahit toplumu oluşturmuş olacak. O şahit toplum olduğunda dünya asla böyle olmayacak. Nasıl olduğunun örneklerini biz tarihte görüyoruz. Yeniden bir kez daha olabilmesi için ümmeti oluşturan fertlerin bu şahitlikle çok doğru bir biçimde yeniden tanışması, yeniden bu sorumluluğunun farkına varması gerekiyor.
Şimdi bu sayıdan hareketle ve diğer Gazze dosyalarımızdan hareketle bir soru sormak isterim. Şimdi bir tarih yazılıyor yaşadığımız dünyada. Hem insanî değerler tüketiliyor hem İslâmî değerler tüketiliyor. Bu soruyu Gazze özelinde soracağım. Bir anne ya da baba düşünün en değerli varlığını kaybediyor, yavrusu kollarında can veriyor ve Allah’a yakarıyor “Razı ol, yâ Rab!” diye feryat ediyor. Bu örnekten yola çıkarak şahitliğin teslimiyet ile bağı üzerinde nasıl bir ilişki var?
Eyvallah çok önemli bir husus bu. Ben de yakın bir zamanda şahit olduğum bir şey söyleyeyim. Bir Filistinli kardeşimizle konuşurken ailesinden de epey şehit vermiş bir kardeşimize, “Hiç pişman mısınız? 7 Ekim olayları başlamasaydı bunlar başımıza gelir miydi, diye hiç düşündünüz mü?” Bir anda benim bu sorumun üzerinden yüzünde kızgınlık ifadesini fark ettim. Sorum bile hoşuna hiç gitmedi ve inanılmaz derecedeki teslimiyeti o an ben o kardeşimizde gördüm. İşte yaklaşık 11 aydır onlarca belki yüzlerce meseleye şahit oluyoruz, hepsinde de görüyoruz. Aslında Gazze’deki kardeşler sadece ve sadece şu 11 aylık süreç içerisinde bile şahitlik ne demek, bunu ortaya koyuyorlar. Yani şahitliğin de meyvesi şehitlik dedik ya şehitliği de öyle sözle falan değil, hamasetle değil, gerçekten bu işin hayatla ispatlanarak nasıl ortaya konulabileceğinin en güzel numunesini ortaya koyuyorlar. Çok şey söylenir bu konuda da ne söyleyeceğiz biliyor musunuz? Gerçekten bu şahitlik Müslümana çok yakışıyor. Hakkı verilmiş bir şahitlik, bir müminin o izzetini öyle bir biçimde yansıtıyor ki vallahi değil iman edenler, inkâr edenler bile hayran oluyor. Bugün bu süreçlerde bir sürü insan Batı’da Müslüman oldular o teslimiyete, o tevekküle bakarak Müslüman oldular. Bütün bunların hepsinin yanında şahitlik noktasındaki ortaya koydukları bu hayatlar gerçekten şahitliğin ne kadar büyük bir değer olduğunu bir kez daha nazarlara vermiş oldu. Onun için Gazze demek şahitler diyarı demek. Öyle oldu ve tarihe de öyle geçecek. Şahitler diyarı olduğu için şehitler diyarı oldu zaten. Şahitler ve şehitler diyarı olan bir memleketi Allah zayi etmez. O ekilen tohumlar Allah’ın izniyle fidanlar olacak ve sadece Gazze, Filistin toprağını yeşertmeyecek, bütün bir dünyayı yeşertecek. Düşünebiliyor musunuz Türkiye’nin 81 vilayeti var, Fransa’nın, Almanya’nın, şuranın, buranın, işte ne kadar vilayetleri var bilmiyoruz, 2,5 milyonun sıkışıp kaldığı ve bugün Sinop’tan bile daha küçük olan bir yeri bütün bir dünya tanıyor. Kime sorsanız Gazze diye bir yeri, Gazze’nin neresi olduğunu biliyor ve Gazze diye bir şehrin artık varlığından haberdar.
İşte bu şahitliktir. Kendilerini feda ederek şahitlik sorumluluklarını dünyaya duyurmaları bu açıdan önemlidir. Bu çok büyük bir şey. Eğer biz buradan alabileceğimiz dersleri alırsak aslında şahitliğin nasıl ortaya konması gerektiğini de Gazze’deki mektepten öğreniriz ki bir mektep orası, şahitlik mektebi, o mektepten bunu da öğreniriz.
Filistinliler onca imkana rağmen biz elimizdeki sayısız imkanlara rağmen bugün, affınıza sığınarak söylüyorum, bir araya gelip şahitliği konuşurken onlar canlarıyla ödeyerek bu şahitliği yerine getiriyorlar. Sadece esirlere yaptıkları muamelede bile ne kadar İslâm’ın izzetini ayaklar altına vermeden yücelttiklerine şahit olduk.
Bütün bir dünyaya İslâm’ın temel kavramlarını kirlettirdiler. Batı’da birine cihad dediğin zaman ödü kopuyordu, şehâdet dediğiniz zaman ödü kopuyordu ama Gazzeliler öyle bir biçimde cihadın, şehâdetin, izzetin, heybetin, vakarın ne olduğunu öğrettiler ki işte şahitlikleriyle, yani sizin artık söz söylemenize gerek kalmadı. Bütün o Batı’nın batıl planları yerle bir oldu aslında. Belki 100 yıllık kavramlarımızın üzerinden yaptıkları bütün planları Gazzeliler yıktı, onları darma duman etti. Şu anda biz filmin sonuna gelmiş değiliz film devam ediyor halen ve bu samimiyetle ortaya koyulan şahitlikte de Allah’ın farklı bir muradı var, o murad bakalım ne olacak… Biz o murâd-ı ilahî ortaya çıkarken doğru şahitlerden olmanın ızdırabında olmamız lazım. Allah bizi de o şahitlerle beraber aynı o şahitler kitabına yazsın diyedir bütün gayretimiz. Ondan da geri koymasın Rabb’imiz.
Âmin inşallah. Hocam Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyoruz, çok sağ olun. İstifade ettik, müstefid olduk.
Rabbim Gazze’deki kardeşlerimiz gibi şahitliğin hakkını verenlerden eylesin beni, ailemi ve tüm müslüman kardeşlerimi.