Her ne kadar çeşitli yöntemleri, beklenti ve hedefleri olsa da iki kutuplu bu dünyada her kutbun kendi felsefe ve fikri üretiminin etkisi ile hareket ettiğini görmekteyiz. Bir tarafta müminler, diğer tarafta iman etmeyenler. “Sizi yaratan O’dur. Ama kiminiz inkâr, kiminiz iman ediyor. Allah yapıp ettiklerinizi görmektedir.” (Teğabun, 64/2). İman edenler, yaşayışları ve düşünceleriyle varlık mücadelesi verirken, inanmayanlar ise başka ve karşıt bir yaşam tarzı ve metodu olarak kendi yaşayış felsefelerini yaygın hale getirmek istemektedirler. İşte tam bu çatışma alanında görünen manzara, uygar(!) Batı dünyasının öteden beri övündüğü tüm değer yargılarının nasılda pamuk ipliğine bağlı olduğu, kendi rahat yaşamları için başkalarını nasıl da görmezden geldikleri ve inananların yaşadığı acıları nasılda hafife aldıklarıdır. Uygar Batı’nın(!) sürekli diline doladığı insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi kavramların içinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu gördüğümüz bu kadar açık ve net günler olmamıştır. Batı için “eşitlik, özgürlük ve insan hakları” ifadeleri bir türlü altını dolduramadıkları açık bir utanç haline gelmiştir. Çok yakın bir tarihte iki farklı olayda (Ukrayna ve Gazze) gösterilen iki farklı ve zıt tutum Batı’yı ele vermiş, ikilemin, çifte standartın, iki yüzlülüğün ve samimiyetsizliğin Batı’nın ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğini daha bir vurgular hale getirmiştir. Burada yapmaya çalıştığımız tespit; İslâm dünyası kendi içerisinde donanımlı bir değerler manzumesi taşıdığı gibi, bu medeniyetin karşısında duran diğer bloğun farklı bir değer sistemi ile hareket etmesidir. Kısacası bir taraf değer üretirken diğer taraf zulüm üretmekte. Bir taraf inşa ederken diğer taraf imha etmektedir.
İki kutuplu bir dünyadan ve bu iki kutbun günümüz şartlarında yaşanan değerler savaşından, mücadele ve çekişmesinden bahsediyoruz: Birinci kutup, tarihinde her ne kadar çeşitli sıkıntılar, iç ve dış tehditler ve yaşadığı onca olumsuzluklar olsa da birçok alanda dünyaya yön veren, medeniyet öğreten İslâm dünyasıdır. İslâm dünyası, ne yazık ki sürekli karşıt kutbun kirli ve gayri ahlâkî saldırısı ve dezenformasyonu altındadır. Tüm bunlara rağmen İslâm dünyası kutbunda insanî değerlerin canlı, başta çocuk, kadın olmak üzere tüm insan haklarının çok daha vicdanî temellere dayandığını görmekteyiz. Herkesin yaşam hakkının korunduğu, temel insan haklarının sonuna kadar savunulduğu, insanî ve İslâmi referansların kulak ardı edilmediğinin en yakın örneklerini İslâm dünyası zemininde görmekteyiz. İslâm dünyasının yaşadığı tüm saldırıların, ilke ve prensiplerine göre hareket edememesinin, çeşitli iç sorunlarının, dinî ve etnik temele dayanan hastalıkları olmak üzere yaşadığı birçok huzursuzluğunun sebebinin Batı’nın temsil ettiği “yeni dünya düzeni” “demokrasiyi sağlama” “fırsat eşitliği” gibi ne olduğu belli olmayan kavramların siyasî, ekonomik ve kültürel olarak baskıyla dayatılmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. İslâm dünyasında siyasî lider kadrolarının da Batı ürünü liderlerden oluşuyor olması işleri daha bir karmaşık hale getirmekte ve mevcut krizleri derinleştirmektedir. Batı; onaylamadığı, profilini beğenmediği ve söyleminden rahatsız olduğu bütün isimleri, hareketleri ve projeleri direkt tehdit olarak görmekte ve bu tür oluşumların varlığını bitirmek için ahlâkî ya da gayr-i ahlâkî olduğuna bakmaksızın her yolu denemektedir.
İslâm dünyası kutbunun en büyük probleminin ise; siyasî bilinç, milli birlik ve bütünlük zaafiyeti ve bu zaafiyetlerin getirdiği ekonomik baskı olduğu açıktır. İslâm dünyasındaki millî ve asil dinamiklerin bahsi geçen sıkıntıların halli yolunda her ne zaman harekete geçtiği görülse, Türkiye’nin son dönemleri, Filistin/Gazze seçimi, Mısır cumhurbaşkanlığı seçimi, Tunus anayasa değişikliği, Afganistan’daki siyasi ıslah çabaları, Bosna Hersek, Irak ve Malezya örneklerinde olduğu gibi, uluslararası denklemlerin(!) hemen bozulduğu ve halkların desteklediği isimlerle ilgili çeşitli iddiaların gündeme getirildiği görülmektedir.
İslâm dünyasının karşısındaki diğer kutup ise; tarihi, coğrafyası ve çeşitli farklılıklarına bakılmaksızın geçmişlerinde sömürge, işgal, haçlı savaşları, zulüm ve gözyaşından başka bir gerçekliği olmayan Batı dünyasıdır. Günümüzde gelişen modern yapısı, teknolojik olarak ilerlemesi, sanat ve estetik açılarından ilerlemiş olmasına(!) rağmen yaşadığı ahlâkî krizler, geniş fırsatlara rağmen ürettiği paylaşımsızlık, dev üretim kapasitesine rağmen tatminsizlik, insan odaklı endüstri ve üretim iddialarına rağmen insana zarar veren tüketim çılgınlığı, mutlu dünya mutlu insan sloganlarına rağmen tüm savaşların Batı kaynaklı yönetiliyor olması karşımızda ciddi bir zulüm çarkının olduğunu göstermektedir.
Bunun yanı sıra İslâm dünyası sürekli tüketime yönlendirilirken, Batı dünyası sürekli üretmekte, İslâm dünyası savaş alanına çevrilirken, Batı dünyası daha fazla silah satmaktadır. Bu denklemde ise Müslümanlar ölürken, Batılılar uzun yaşayacaklarını zannetmektedirler(!) Bahsettiğimiz bu iki kutbun sıkıştığı bir nokta var ki bu sürecin bir çıkış ve bitiş noktası olacaktır. Bu çıkış, Batı’nın bitişinin ve aynı zamanda da İslâm dünyasının kalkınmasının başlangıcı olacaktır. İslâm dünyasında yaklaşık yüz yıllık yaşanan trajedinin psikolojik kırılmaları görünmeye başlanmıştır. Bununla beraber Batı azgınlığının anlatılacak, yorumlanacak ve temize çıkarılacak herhangi bir yönü de kalmamıştır. Batı’nın yaptıklarını silecek, kapatacak ya da unutturacak mekanizmalar da bir süre sonra artık çalışmayacaktır.
Günümüzde yaşanan en büyük sıkıntılardan biri de Siyonist akımın Batı bloğu içerisinde güçlü bir pozisyon almış olmasıdır. Siyonist gücün ayartmasıyla hareket eden ABD ve AB devletleri, Müslümanlara yapılan bütün çirkin saldırılara karşın Siyonist tehlikenin farkına varmamakta ısrar etmektedirler. Başta Filistin-Gazze olmak üzere birçok Müslüman ülkede yakılan Siyonist ateş, Batı’yı daha fazla içerisine çekmektedir. Batı’nın gerçeklerle karşılaşması ise ne yazık ki gecikmiş ve çöküşünü başlatmıştır. “Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva edinir ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/41). Örümceğin iç mekanizması ve savunması mükemmel olsa da dışarıdan gelecek darbelere karşı dayanaksızdır. Batı medeniyeti, kendi içerisinde mükemmel bir mekanizmaya sahip olsa da yaşayacağı ilk ciddi krizde sistemi çökecektir. Batı, dev cüsseli ve hantal hareket eden ağır bir sıklet sporcusuna benzemektedir. Yaptıkları ve yaptırdıkları darbeler, saldırılar kendi mekanizmalarını çökertmekte ve kendilerine daha sonra herhangi bir bahane bırakmayacak şekilde zarar vermektedir. Batı medeniyeti, ağır sanayisi, endüstrisi ve fikrî yapısıyla gerçeklikten kopmuş, götürüsü getirisinden fazla bir durumu dönüşmüştür.
Batı, Siyonist akımın kışkırtmasıyla, son Gazze saldırılarında bir kez daha çirkin yüzünü göstermiştir. Değerlerine herhangi bir bağlılıklarının olmadığı, gerçekleri görmek istemedikleri, insan hakları denen kavramlar konusunda yaşadıkları ikilem ve gösterdikleri tutarsızlıklar, Fransa Charlie Hebdo olayında gösterdikleri tepki ile Gazze’de yaşanan soykırıma karşı gösterdikleri tepkinin oluşturduğu krizler kendi halkları tarafından dahi eleştirilmiştir. Gazze bir turnusol kâğıdı gibi herkesin resmini çizmiş ve mazeretlerini ellerinden almıştır. Gazzeli halkın ve mücahitlerin insanî tutumları, esir takası sırasında gösterdikleri erdem ve saygınlık ve savaş hukukuna göre geliştirdikleri tavır ve strateji Batı’nın bütün değerlerini bitirmiştir. Artık İslâm dünyasının direniş, özgürlük ve hikmetli bir mücadelenin sembolü haline gelen yeni örnekleri bulunmaktadır. Bütün dünya gençlerinin ilham aldığı bir “Ebû Ubeyde” vardır. Che Guevara değil, Ebû Ubeyde… Sözün, direnişin, insanlığın ve özgür dünyaya kanat çırpmanın sembolü, İslâm ürünü, adil ve asil bir şahsiyet. Her demeciyle Batı’nın bütün değer yargılarını sorgulatıyor, Batı’nın inşa etmeye çalıştığı bütün fikri ve kültürel hegemonyayı yıkıyor. Gazze ölüyor ama diriltiyor da Gazze ağlıyor ama güldürüyor da, Gazze yanıyor ama aydınlatıyor aynı zamanda. İnancın, direnmenin ve samimi bir yapılanmanın bir ürünü olan Kassam Tugayları bir ekol, bir fikir, bir üniversite ve bir umut olmaya devam ediyor. Batı bu örneği istemiyor çünkü yönetemiyor, yönlendiremiyor. Batı, Ebû Ubeyde’nin konuşmasını istemiyor. Çünkü Ebû Ubeyde dünyaya yeni şeyle söylüyor. Uyumuş, uyutulmuş, insanlığı unutturulmuş nesillere Ebû Ubeyde’nin okuduğu Kur’ân mesajları ulaşıyor ve yeni bir dönemin kapısı açılıyor. Siyonist Batı, İzzeddin Kassam’ı gözden düşürmeye, Ebû Ubeyde’yi ise gönül tahtından indirmeye çalışmaktadır. Bildiği bütün kapıları kapatmaya, oluşturdukları algıyı devam ettirmeye ve psikolojik üstünlüklerini korumaya çalışmaktadırlar. Ebû Ubeyde’nin bir şahıstan ziyade bir fikir olduğunu ve fikirlerin kesinlikle ölmeyeceğini unutmaktadırlar. “Size bir iyilik gelirse bu onları üzer ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 3/120). Dünya büyük olaylara gebe. Hiç tahmin etmediğimiz ülkeler, konusu Kudüs olacak bir mesele üzerinde yeniden ayrışıp ve yeniden konumlanıyorlar. Harita, kalem ve defter artık Gazzeli Mücahitlerin elinde ve pergelin ucu Kassam Mücahitlerine sabitlenmiş durumdadır. Yeni denklemler, yeni bloklaşmalar ve belki de yeni savaşlar kapıda. Gazze’de yaşananların etkisiyle İslâm dünyasının stratejik ve yeni siyasî konjonktürünün tezahürlerini, sıkıntılarını ve çekişmelerini göreceğiz. İslâm ülkelerindeki yönetimler bu çekişmelerde ya yok olacaklar ya da küllerinden tekrar dirileceklerdir.
Ebû Ümame’den gelen rivayete Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdu: “Ümmetimden bir tâife dinlerinde sabit, düşmanlarına karşı galip olacaklardır. Onlara muhalif olanlar kendilerine zarar veremeyeceklerdir. Allah’ın emri(kıyamet) gelinceye kadar onlar bu halde devam edecekler.” Oradakiler: ‘Ya Resûlallah! Bunlar nerededirler?’ diye sorunca, ‘Bunlar, Beytu’l-Makdis’te ve Beytu’l-Makdis’in eteklerinde/çevresinde olacaklardır.’ diye buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, no: 22320).
Filistin, sadece Filistinlilerin davası değil, tüm Müslümanların davasıdır. Gazze Müslümanları, bize yeni, ciddi ve ağır bir sorumluluk, ders ve ibretler yüklemiştir. Bundan böyle hayatımızda daha fazla bir bilinç, daha güçlü bir iman, ibadet, hareket ve aksiyon olmalıdır. Gazze direnişinin bize ilham olduğu bu yeni dönemin bütün Müslümanlar için hayırlı olmasını temenni etmeli ve Kassam Mücahitleri ciddiyeti ile dünyanın karşımızda olduğunu bilmeliyiz. Endülüs Fatihi Tarık b. Ziyad gibi gerekirse gemileri yakmalıyız. Gazzeli Müslümanların kendilerini bir “şehadet projesi” olarak gördüğü bu dönemde, biz Müslümanlara düşen ise arka planı sağlam, bilinçli ve fedakârca tutumlara yöneltmek olmalıdır. Mücahitler candan, canandan vazgeçip fedakârlık yaptığı bir zeminde dava sahibi diğer Müslümanların hareketsiz kalmaları insanî ve İslâmî usuller açısından doğru bir tutum değildir.
Tarihçi İbn Şeddad, Kudüs’ün esaretinden dolayı üzüntüden yemek yiyemeyen Sultan Selahaddin-i Eyyubiyi şöyle anlatır: “Sultan Selahaddin, yaşlı bir anne gibiydi. Atının üzerinde bir istekten bir diğerine koşuşturuyor, insanları cihada teşvik ediyordu. İstekliler arasında bizzat kendisi dolaşıyor ve gözlerinden yaş akarak ‘Haydi, İslâm için!’ diye sesleniyordu. Akka’ya her baktığında, onun başına gelen belayı, içerisinde oturanların maruz kaldığı büyük musibeti düşündüğünde düşmanın üzerine yürüme, çarpışmaya şevki artıyordu. O gün hiç yemek yemedi. Sadece doktorunun kendisine tavsiye ettiği birkaç bardak içecek içti.” (en-Nevadiru’s-sultaniye ve’l-mehasinu’l-Yusufiyye, 16).
Allah’ım! Göz açıp kapama süresi kadar bile olsa, bizi mazlumların, çocuk ve kadınların ve tüm Müslüman kardeşlerimizin yardımından geri koyma. Bizi geride kalan nasipsizlerden kılma!..