Şân-ı yüce Rabb’imizin ilk insan, ilk peygamber Âdem’i (as) yeryüzünde ilk halife olarak yaratması1, aynı zamanda soyundan gelecek, belli niteliklere sahip ve belli şartlara riayet edecek olan her bir ümmeti de halifeliğin sorumlulukları ile görevlendirmesi anlamında idi. O’ndan sonra gelen beşeriyet arasında bu nitelik ve şartlara sahip olanlar, ona tevcih edilen halifelik vazifesinin gereğini kendileri için mümkün olan zaman ve şartlar içerisinde yerine getirmeye gayret etmişlerdir.
Bu halifelik görevi beşeriyet tarihi boyunca çeşitli iniş ve çıkışlarıyla birlikte elden ele sonunda Muhammed (sas) ümmetinin halifeliğine kadar gelmiş bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah’ın:
“Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere şu sözü verdi: Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi – and olsun ki – onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinleri onlar için iktidar yapacak, önceki korkularını güvene çevirecektir. (Böylece) onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bana ibadet etsinler…”2
Bu âyet-i kerime ile yeryüzünde “halifelik makamına gelenler”in nitelik ve sorumlulukları da dile getirilmektedir. Bu da Allah’ın dininin gereklerinin fert ve ümmet boyutlarında hayata geçirilmesi demek olan yüce Rabb’imize ve biricik ilâhımıza ortaksız ibadet etmektir, yani onun öngördüğü düzeni hayata egemen kılmaktır.
Peygamberler ve onlara iman eden ümmetleri ile onların izleyicileri bu şartları yerine getirdikleri sürece Cenâb-ı Allah da onlara taahhüdü olan onları yeryüzünde iktidar sahibi halifeler kılma vaadini gerçekleştirmiş, yerine getirmiştir. Şân-ı yüce Allah elbette ki bu vaad ve taahhüdünü karşılıksız ya da gelişigüzel vermiş değildir. Nitekim:
“Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarını –onlara cenneti verme karşılığında- satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler. Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da yerine getirmeyi taahhüd ettiği gerçek bir vaaddir bu. Allah’tan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?”3
Âyet-i kerime yüce Allah’ın hangi şartlarda bir ümmeti halifelik makamına getirip ona iktidar vereceğini ve hangi şartlarda bu güç ve imkânı onlardan geri alacağını açık ve net bir şekilde ifade etmektedir. Bu şart ve taahhütler aynı şekilde son Nebi ve son ümmet için de bu şekilde geçerli olmuştur.
Nitekim yüce Allah bu ümmeti Mekke dönemindeki uzun sınav ve türlü musibet ve sıkıntıların atlatılmasından sonra, Medine döneminde Bedir, Uhud gibi oldukça kritik ve önemli sınavlardan geçirmiştir. Bu sınavların geçilmesinden sonra Hudeybiye’de oluşan şartlar neticesinde mü’minlerin sözlerini Resûlullah’a yeniden tekrarlamaları ve Resûlullah’ın şahsında Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmek üzere söz verdiklerini ve iktidar ve temkîn taahhüdünün artık tartışılmaz boyutlarda gerçekleştiğini görüyoruz:
“Şüphesiz (Hudeybiye’de) sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmiş olurlar. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim (bey’atini) bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahdine bağlı kalırsa ona pek yakında çok büyük bir mükâfat verecektir.”4
Âyet-i kerimede Cenâb-ı Allah’a verilen sözün mahiyeti ve yüce rabbimizin buna karşı taahhüdü bir daha hatırlatılıyor ve bu tekrarlanan bey’atte bu hatırlatma ile mü’minlerin sorumlulukları yeniden gündeme getiriliyordu.
İslâm tarihini bu açıdan inceleyecek olursak tarihimizin bütün iniş ve çıkışlarının esasında Cenâb-ı Allah’a verilen bu sözün, söz veren ümmet ve ümmetin fertleri tarafından ne kadar yerine getirildiğine bağlı olarak yüce Rabb’imizin de taahhüdlerinin yerine getirilmesinin veya gerçekleşmesinin bir yansıması veya tecellisi olduğunu göreceğiz.
Birçok Müslümanın -bunca zorluk ve sıkıntılardan, zorluklardan dolayı tahammül edemediği ve- 7 Ekim 2023’ten bu yana son olarak yaşanan Gazze olaylarını anlamakta veya yorumlamakta zorlandığının farkındayız.
Bunun yanı sıra bu olayların, işin asıl ciddi sebebini buna bağlı olarak ümmetin bugüne kadarki bazı hata ve ihmallerini, sorumluluklarını yeniden keşfedip fark edebilmeleri için Cenâb-ı Allah’ın bir tecellisi olarak ortaya çıktığını da hatırlamamız gerektiği kanaatindeyiz. Ancak bu önemli noktanın çoğu zaman gözümüzden kaçtığı da bir gerçektir.
Oysa Cenâb-ı Allah bu hususları bizlere çok açık ve net bir şekilde 14 asır öncesinden bu yana -bu ümmetin en seçkinleri ashâb-ı kiram şahsında ve onların yaşadıkları olaylar ve verdikleri sınavlar çerçevesinde- durumun mahiyetini hatırlatmakta ve dile getirmektedir:
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hâli (başlarına gelen musibet ve sınavların bir benzeri) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki hatta Resûl, kendisine iman edenlerle birlikte: Allah’ın yardımı ne zaman gelecek, derlerdi. Şunu bilin ki Allah’ın yardımı elbette pek yakındır.” 5
Âyet-i kerime üzerinde dikkatle duracak olursak, günümüzde Gazze odağında müşahhas olarak gördüğümüz ve gerçekte ümmetin uzun yıllardan beri hâlinin bir nevi aynası durumunda olan bu hâdiseleri anlayıp yorumlamakta zorlanmayız; bu ve benzeri âyet-i kerimelerin bizim için bu hususta bir anahtar durumunda olduğunu fark ederiz.
Kısacası mesele ümmetin Cenâb-ı Allah’a verdiği söz, yaptığı alışveriş, buna karşılık Cenâb-ı Allah’ın bu söz ve alışverişe karşı taahhütleri ile ilgilidir.
Ümmet taahhüdünü yerine getirdiği kadar sözünde durabildiği kadar Cenâb-ı Allah da onlara olan ahdini, taahhüdünü o oranda yerine getirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Allah’ın sözünde durmaması diye bir şey zaten söz konusu olamaz.
O halde, genelde ümmet sathında, özelde bugün Gazze’de gördüğümüz, müşahhas olarak tanık olduğumuz bu manzara, biraz da bizim vermiş olduğumuz ahitlerimizi, imanımızın gereği olan sorumluluklarımızı, Cenâb-ı Allah’ın bizlere tevdi etmiş olduğu yeryüzünde halifelik ve yeryüzünde imkân verip iktidar sahibi ve muktedir kılmak taahhüdünü gerçekleştirmesinin şartı ile alakalı sözlerimizi ne kadar yerine getirdiğimiz üzerinde durmamızı gerektiriyor.
Bunların üzerinde uzun boylu düşünmemiz gerekiyor. Düşünmekle, üzerinde durmakla kalmayarak yükümlülüklerimizin gereklerini yerine getirmediğimiz bütün noktalarda topyekûn kendimizi eğitmemiz ve bunun için gereken sorumluluklarımızı -ferd ve ümmet olarak neyse- yerine getirmemiz gerekiyor. Bu gayet açık bir gerçektir.
Bu büyük gerçeğin böyle olmasından dolayıdır ki son derece elverişli olmayan şartlar içerisinde bulunan ve şu kadar aydır ve bundan önce de müşahhas olarak 1948 yılından beri -hatta İngilizlerin bölgeyi işgallerinden beri- türlü baskı, zulüm, işkence, sürgün, toplu öldürmeler, bombalamalar ve bu kabilden sayabileceğimiz daha birçok cinayet ve zulümlere, imha hareketlerine rağmen;
Eğer kimliklerini koruyabilerek var olabilmişlerse,
Halen bu şartlarda bile direnç gösterebiliyorlarsa, vatanlarını koruyup üzerinde inançları gereği bir hayatı yaşamak için -her şeye rağmen- direniyorlarsa,
Ve bütün bunlardan en önemlisi,
Genciyle, yaşlısıyla fiilen savaşa karşılık veren, kendisini savunan Hamas’taki kardeşlerimizle, mücahidlerimizle ve sivil bir ümmet olarak hepsinin istisnasız Cenâb-ı Allah’ın razı olduğu bir kimliğe sahip olmak mücadelesini veriyorlarsa,
8-10 yaşlarında narkozsuz bir tarafları kesilerek veya kesilmiş yerleri dikilerek tedavi edilen bir evladımızın bu halde bile eğer Kur’ân okuması söz konusuysa,
Böyle yaparak o operasyonun acılarını Allah’a sığınarak hafifletmeye çalışıyorsa, Kur’ân ile ferahlamaya gayret ediyorsa,
Birden çok evladını, torunlarını, bir anne veya bir baba, bir kardeş, bir evlat annesini, babasını, kardeşlerini yahut diğer yakınlarını kaybetmesine, hayatta yapayalnız kalmasına rağmen imanını muhafaza ederek “Bunlar şehittir. Onlar gitti, ben onlarsız kaldım? Ben de onlarla beraber olmak istiyorum” diyebiliyorsa,
Buna rağmen, imanın en anlayamayan ve idrâk edemeyenler için şaşırtıcı manzaralarını veya vakıalarını yaşayabiliyorsa…
Bunda Gazze mü’minlerinin neyin peşinde olduklarını, ne söz vermiş olduklarını ve bu söz için nasıl hazırlanmış olduklarını bilmelerinin ve bunun gereklerini yerine getirmelerinin tartışılmaz payı vardır. Hatta biricik pay onundur.
Onlara bu azmi, bu gayreti, bu sağlıklı mü’mince duruşu kazandıranın, bu imkânsızlıklar içerisinde her şeye rağmen kişiliklerini korumak, ümmet olarak kendi varlıklarını idame ettirmek ve hakları olan, toprakları üzerinde hür bir şekilde yaşamak ve kimsenin müdahalesine maruz kalmamak noktasındaki imanlarının bir neticesi olduğu muhakkaktır.
İşte Gazze bu yolla, bu tutumuyla ümmete Allah’ın kendilerine vermiş olduğu sözü hangi şartlarda ve nasıl yerine getirebilecekleri noktasında mü’minler için eşsiz bir çıkış yolu göstergesi veya göstericisi ve aynı zamanda bir laboratuvarıdır.
O bakımdan Gazze şu anda yaptıklarıyla yalnızca kendi kurtuluşunu ve gerçek anlamıyla özgürlüğünü muhafaza etmek için gerçek Müslüman kimliğini tek başına ortaya koymakla kalmıyor; ümmete de içinde bulunduğu bu aslî misyonuyla bağdaşmayan halin çıkış yolunun nasıl olması gerektiğini de gösteriyor.
O bakımdan ümmet olarak Gazze’nin şu çağda izlediği yolu, neler yaptığını çok yakından bilmemiz, tetkik etmemiz, anlamamız ve ümmet olarak bunları aynı şekilde içselleştirmemiz gerekmektedir. Gazze dışındaki bütün ümmetin durumu onlardan daha az iç açıcı değildir. Hatta diyebiliriz ki, Gazze dışındaki ümmetin durumu birçok noktadan çok daha acıtıcı, ızdırap verici bir haldir. Çünkü bizler Allah’ın bize vaad ettiklerinden -neredeyse-hiçbirinin üzerimizde etkisini göremiyoruz. Halifelik ve iktidar konumunda değiliz.
Bunlar bizim üzerimize düşeni yapmamız gerektiğini, bu husustaki eksiklerimizin pek çok olduğunu ortaya koymaktadır. İlgili ayet-i kerimeler bu hususları bize göstermekle birlikte, Gazze’nin fiilî olarak -özellikle bir seneye yaklaşan- bu imtihan sürecinde gösterdiği doğrultuda bizim de olayı anlamamız ve o minval üzere alışverişimizin gereklerini yerine getirmemiz gereğini açık bir gerçek olarak ortaya koyuyor.
Yine alışverişi söz konusu eden şu ayet-i kerimede bu alışverişin, bu akdin Cenâb-ı Allah’a karşı girişilen bu taahhüdün, bazı maddeleri kısaca gündem edilmektedir. Şöyle ki:
“Ey iman edenler! Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlü’ne iman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır.”6
İşte burada Cenâb-ı Allah’ın mü’minlere başta hatırlattığımız benzeri âyetler arasından seçtiğimiz âyet-i kerimelerde dile getirilen alışverişi, taahhüdü ve Cenâb-ı Allah’ın bunu gerçekleştirenler için garantisini tekrar hatırlayıp bunun tahakkuku için üzerimize düşeni yeniden fark etmemiz, anlamamız, idrâk etmemiz gerekir.
Bunun için Ona verdiğimiz sözümüzde durmalıyız. Bunun göstergesi -ve Cenâb-ı Allah’ın da vaadlerinin, taahhüdlerinin tahakkuku- bu alışverişin gereklerini ferd olarak, ümmet olarak yerine getirmemizdir.
İşte bu bakımdan Gazze bize izzetin, şerefin, haysiyetin, ümmet olarak dimdik, alnı açık ayakta durmanın, iktidar olmanın, muktedir olmanın ve halifelik makamının gereklerini yerine getirmenin yolunu gösteriyor. O bakımdan Gazze’yi iyi anlayalım, iyi idrâk edelim ve bu anlayıp idrâk etmenin gereklerini yerine getirerek yaşayalım.
Teşekkürler Gazze…
Allah razı olsun sizlerden Gazzeli şehitler, Gazzeli mücahidler, anneler, babalar, bacılar, gençler, ihtiyarlar, imanî bakımdan güçlü fakat türlü maddi çaresizliklerin içerisinde olmakla birlikte dimdik ayakta durmaya çalışan bütün bir müminler topluluğu…
Allah’ın selâmı üzerinize olsun ve ne olur size karşı kusurlarımızdan ötürü de bizleri affedin, size karşı sorumluluklarımızı yerine getirebilmemiz için de bizlere dua edin.