I.İğreti Genelleme
Göç insanlık tarihiyle devrede olan ve zaman içinde farklı biçimlere evrilen bir olgu. İnsan tabiatından ayrı düşünemeyeceğimiz yanıyla daha “iyi şartlarda yaşama talebi” ilk günden günümüze taşınan biçimiyle en yaygın göç türü olma özelliğini taşımaktadır. Avcılık döneminde “iyi şartları” iklim ve meyve türleri belirlerken, tarım devrinde tarıma elverişli verimli topraklar öne çıkar. Mülkiyet ve çatışmanın yoğunlaşması bu dönemle daha belirgin hale gelir. Ulus devletler dönemiyle kentlerin öne çıkması erken endüstri döneminde kölelik olarak ortaya çıkan “insan avcılığı” ile Afrikalı insanların Avrupa ve Amerika’ya taşınmaları göç davranışlarına farklı bir boyut getirmiştir. Mülteciliğin ters çevrilmesi ile izah edilebilecek bu konu üzerinden başlayan ve süregiden dram yüklü bir Batı tarihi bütün yönleriyle canlılığını sürdürmektedir.
Mültecilik türü olarak zoraki göç, modern dönemde milyonlarla ifade edilen kitleye ulaşan insanın fıtratını zorlayan bir göç türüdür. Kendi ülkesinde ihdas edilmiş yapay nedenlerden ötürü yaşayamayan; mal ve can, mesken emniyeti kalmamış insanların istemeden canlarını kurtarma pahasına evlerini, ülkelerini terk etmeleri aslında bir insanlık sorunudur. Can yakıcı bu sorunu günümüzde ülke olarak da yaşayarak hissetmekteyiz. Gelişmişliklerini silahlarıyla ortaya koymayı yeğleyen sömürgeci ülkelerin başında yer alan ABD’nin ve Avrupa’nın yol açtığı saldırı, işgaller ve soykırım sonucu yollara düşen milyonlarca mültecinin yuvasından, yurdundan kopmasına çaresizce şahitlik ediyor bütün dünya. Yakın tarih olarak Arap Baharı ismiyle başlayan iç ve dış müdahale sonucu hayatını kaybedenler ve mülteci olarak yollara düşüp sığınmacı konumda bekleyen milyonlarca insanın acısı izah ötesi bir durumdur. BM, mültecilik konusunda veri oluşturma ve paylaşmanın ötesine geçememektedir. Veto hakkını elinde haksızca bulunduran beş ülkenin dünya üzerindeki saldırgan emel ve eylemleri önlenemeden mülteciliğin kitlesel düzeyde çözüme kavuşması mümkün olamaz.
Diğer bir göç olgusu ise kadim dönemlerden gelen inanç merkezli nedenlere dayanmaktadır. Hayatın kurucu aktörü peygamberlerdir. İnsanlığın dünya hayatı bir peygamberle başlar ve dolayısıyla vahyin merkezi konumuyla devam eder. Zaman içinde inkâr da yerini alır ve mücadele “iman-inkar” üzerinden bütün boyutlara yansır. İnkârın güçlü olduğu dönemlerde inananlar potansiyel tehlike olarak görüldü ve sürgün edildi veya mecbur bırakıldı. İsrailoğulları’nın büyük göçü, yine Hıristiyan mü’minlerin dinlerini yaşayabilmek için yer altı şehirleri, dağ kovuklarına çekilmeleri örnek gösterilebilir. Kur’ân ile vahyin kemale erdiği dönemde Hz. Muhammed (sas) ve ashâbı da bütün peygamberlerin karşılaştığı direnç, karşı koyma, yok sayma, tehdit, yok etmeye kalkma süreçleriyle birlikte hicret etmeye mecbur edildiler. Ancak bu hicretin muhacir ve ensar açısından hızlandırılmış okul işlevine dönüşeceği Allah’ın (cc) yardımıyla dönüp Mekke’yi teslim alacağı bilinemezdi.
II.Hicret Demine Yolculuk
Mekke’de zulüm zirveye ulaştığında… Mazlumlar köle pazarında, servet belli ellerde kırbaca dönüştüğü zamanda… Putların aracı roller üstlenip hakikatin önünü kestiği bir dönemde… Kâbe en hüzünlü günler içindeyken bir muştuyla sarsıldı mekân, sevinç giyindi zaman. O doğmuştu çünkü.
O doğdu sevgi doğdu o doğdu
Batıya da doğuya da o doğdu
İpekler ekvatora sarıldı
Yeryüzü yepyeni güne koyuldu
O doğdu. “Emin adımlarla” büyüdü. Herkes adının yanına Muhammedü’l-Emin sıfatını anarak seslendi. Ve ilk tebliğle birlikte çıktı karşılarına. Onun eminliğinden emin Kureyş, bir anda karanlığa büründü, inkâra yöneldi.
Geldin taşlar yumuşadı ey Nebi!
Esenlik yurdunun kutlu önderi
Düzelttin bozulan terazileri
Zamanın sevinçten parlar gözleri
Kureyş’te şaşkınlık. Zulmün saltanatını koruma çabası için bir oldular, birlik oldular. Şair dediler, büyülendi dediler. Sözün gücünü, ilahî çağrıyı geçersiz kılmak istediler. Vazgeçmedi Muhammed (sas). Sonrasında tehdit, arkasından boykot, yemedi işkenceler. İnananlar çoğaldıkça telaş arttı, işkenceler çoğaldı. Mü’minler direndikçe öfke büyüdü. Kâr etmeyince, hakikatin ışığı “isli camla” önlenemeyince “ölüm” diyerek yeniden bir araya geldiler. Yok ederek güneşi, karanlık libaslarına sarılarak bozuk terazilerle günleri kayıtlamaya devam etmek için “ölüm” dediler. Mekke’de söz kılıçla doğranıyor, putlar kalkan oluyor, Kureyş uluları haram günlere sarılıyordu.
Kucağın dağların bağrıydı sanki
Sardın aba gibi üşüyen çağı
Doğumun çağların doğumuydu ki
İzinde oldukça bulduk şafağı
Her şeye rağmen davet
Her yerde, herkesi
O’na kulluğa; evet;
Yalnız O’na secdeye davet
Ve Akabe’de on iki yürekli Medineli:
Kabul ya Resulallah!
Her türlü zorlukta
Her şeyin bulunduğu bollukta
Sana itaat
İyiliğe çağrı, kötülüğe savaş
Kınayanın kınamasına aldırmadan
Kardeşten, anneden ve babadan
Daha çok seni sevip koruyacağımıza
Biat ederiz, şu mavi gök şahit buna
Musab b. Umeyr’in öğretmenliğinde Medine rahleye çöküyor. Her biri içinde doğan güneşle imanın coşkun çağıltısıyla kardeşlik ikliminde “Ensar” olarak günlere hazırlanıyor. Mekke, öfkenin, işkencenin anavatanı. Kırbaç sesleri, işkence feryatları… Soluksuz meydanlar. Simsiyah dekor içinden bir destana hazırlanıyor Muhacirler. Çıkınlarında tevekkül, gözlerinde nem, geri dönüp bakıyorlar:
Döneceğiz Mekke
Andolsun döneceğiz
Güneşli günler heybemizde
Sana geleceğiz
Şimdi sabır giyinsin zaman
Kızgın kumlara düşen yalın ayakların kalbinde kaynayan deniz dalgalanıyor. Hicret başlıyor. Her muhacir meşrebince yola koyuluyor. Evler, bahçeler, bağlar, çocukluktan kalma sayısız hatıralar… Eski dostlar, akrabalar, ilahî ölçeğe uymayan ne varsa geride kalıyor. Bu dünyadan çıkış provası. Bir başka gezegene gidiş sanki. Vaad yok! Ücret yok! Tam bir bilinmeze yolculuk. Bir iman göçü. Allah’ın rızasına yolculuk. Kulluğun zirvesinin adımlanması. Tevekkülün dağların yerine yerleştiği bir zaman kesiti. Kime gidiyor; nereye yürüyor bu dev adımlı adamlar?
Eşkıya, sahâbî oldu örsünde
Yıkandı gönüller nur ırmağında
Renkler, ırklar koştu dost iklimine
Mutludur yoluna serilen yollar
Dağlar selama durmuş, çölde mutmain kumlar, örümcek ve güvercin akla gelmez ödevle koşmuşlar çölün muştu yüklü devinimine. Son elçi mütevekkil. Yanında sadık arkadaşı. İklimin adı tevekkül. Sarı çöller boyu; mavi sonsuzla uzayıp giden tevekkül: Bize Allah yeter! Yeter ki; ne için, nereye gittiğini bil. Niyet halis, yoldaş kavi, hedef makbul. Muhacir adım attıkça Ensarda yürek ritmi artıyor. Medine hazır. Ufuklar taranıyor, gözler karıncalanıyor. Veda tepesinde kuşlar gibi hafif ve dudaklara dayanmış şarkı ritmi. Hicret destandır kum alfabesinde. Uzaklaşmak kötünün, kötülüğün çıkmaz caddelerinden. Dağlara, çöllere, yazılara sığmayanların destanıdır hicret. Yeni bir kardeşlik kıvamına hazırlanmanın yola çıkışıdır hicret. Allah rızasına muhatap olmak için; yola çıkmak ve aynı amaçla yola çıkanları kucaklamaktır. Hicret, topluma açılan kapının iki kanadı Allah için; onun rızasına karşı çıkan ne varsa terk. İkinci kanat, Allah rızası için yollara düşenleri kucaklamak. Diğer adıyla kötülükten uzaklaşmak, iyilikle buluşmak. İslâm’ın toplumsal boyutu buradan başlar. Müslüman saati Talael Bedru Aleyna ile yeniden kurulur. Müslüman takvimi hicretle gün saymaya başlar, dökümanını oluşturur. Çünkü;
Kolları en geniş açılanlar
Ayakta Medineli Müslümanlar
Her şeyi terk edip yollara düşenler
Çölü mektebe çeviren muhacirler
Ekmek hiç bu kadar güzel bölünmedi. Bereket evlere böylesine hesapsız tebessümle girmedi. “Kardeşlik” söz değil; bir iklim. İlmek ilmek beklentiyle, adım adım yol alarak örülmüş hikmete açılan kapı. Kapı ki oradan bakan sınırsız bir okuyuşta ne bulursa “yetmez” der. Bir güzellik atlas ki açtıkça sayfaları çoğalır.
Dizinde Medine sevinir yüzünde gökler
Erdemi emzirir tarih avuçlarında
Devirler içinde en mutlu devir
Seninle yaşadı mutluluğunu
Adaletin her devirde dillenir
Yerin bağrı arar konukluğunu
Kitabın, kılıcın, kalemin hakkı
Doğdu üstümüze ince ayarlar
Secdede kurumuş göz pınarları
Şehadete can taşırdı kervanlar
III.Şimdiye Dönüş
Bir destana gidip dönmek, buzla nar arasında yolculuk gibi. Postmodern dönemde soruyu tekrar dirilterek sormak gerek: Kim, nereye neden hicret edecek? Şüphesiz üç boyutlu soruyu öne yapı-bozuma tabi tutar postmodernitenin göreceli bakış açısı. Mekke’den Medine’ye hicret oysa çok zengin okumalara kapı aralayan mü’min insandan topluma yolculuğun eylem üzerinden eğitimini önümüze koyuyor. Teslimiyetin niyetten, sözden geçerek eyleme dökülmesi; günümüzde “dile düşmüş” din anlayışının aşılmasının imkânının referansı olarak dirayetini muhafaza ediyor. Mekke ortamı ve gelen âyetlerle insanın muhatap alınması ile Medine karakteri üzerinden ortaya çıkan toplumsallaşma, soyutlamaya açık ilham kaynağı olarak hicretin günümüzde mekândan ziyade olgudan değere taşınmasına kapı aralıyor.
İslâm takvimini başlatan hicret hâdisesi merkezi konumuyla mü’minden topluma/cemaate; toplumdan mü’mine bir sağlama yapma imkanı bahşeder günümüze. İzafiyete teslim olunan bir çağda hicret edecek Müslüman bulmak da hicret edilecek mekân da imkân dahilinde değil. Bununla birlikte düşünsel boyuta taşınması gereken bir çabanın da yeterli olmadığını görüyoruz. Müslümanların eylemleri zamanın batıl tutkularıyla örtüşürken sözleriyle bir başka bir parçalanmışlığın örneğini yansıtıyor. Bütün şehirlerimiz karanlık dönemin Mekke’sini yansıtırken Medine dile sığmaya çalışıyor. Muhacir ve Ensar özelliklerinin kucaklaşmayla ortaya çıkan kurucu değerin anlaşılmasına bir atıftır hicret.
Diğer taraftan günümüze ait göç olgusunun seyri de irade eksikliğini ortaya koyar mahiyettedir. Ülkeleri işgalle yağmalanan başlarına bomba yağan çoğunluğu Müslüman sığınmacıların dünyada çalacak kapısı yok. Adeta yeryüzünden boşluğa fırlatılan mültecilere reva görülen Akdeniz’de ölme “hakkı”. İslâm ülkelerinin bu yakıcı sorun karşısında hiçbir elle tutulur çabasının olmadığı görülüyor. Bu kıyas da ortaya koyar ki: Kapısı mazluma açık bir ülkesi olmayan dünyada hicret ancak sözlüklerde yer alabilir. Kapısı çalınmayan ülkeden İslâm’ın ruhu göç etmiştir. Küresel iktidarın talan ettiği bir dünyada teknolojinin tahmin edilemeyen seviyedeki hızına karşı özel yetenekli insan gücünün devşirilmesi “beyin göçü” olarak yumuşak adlandırma ile konu başlığı oluyor. Ulus devletlerin homojenleştiren ırkçı yapıları ile katı sınırların oluşması sonrası iradeye dayalı göçlerin önü kesilmişti. Sınırlar güvenceye alınmıştı. Hangi sınırlar sorusuna karşı, elbette Batılı ülkelerin sınırları cevabı tek seçenektir. İslâm coğrafyası emperyalizmin talan alanı olarak her türlü “tadilata” açık. Üstelik bu uğurda yerli ortam fazlasıyla münbit…
Açıkça anlaşılıyor ki: Sığınmacılar sorunundan önce, buna neden olan zihniyetin eylemlerini durdurmak ve yargıya taşımak mümkün hale gelmedikçe bu ağır insanlık sorunu devam edecektir. Ve mülteciler kaygılı ve alacaklı bakışla Akdeniz sularına gömülürken insanlığın vicdanı sağırlaşma sürecini hızlandıracaktır. Dünyanın şahit olduğu “boşluğa atma” eyleminin cezası için ahiretin varlığı, inkâr edilemez önemde ortaya çıkıyor.