Çok sık şükrederim anneciğimin varlığına, her yazım ondan bir pay taşır. Anneli cümleler kurmaya, anneli üç beş laf etmeye bayılırım. Annem hasreti depreşince ellerime kayar gözlerim. Ellerim tıpkı onun elleri. Onun elleri hayatı taşır. Bir saksıya öylesine attığı tohum bile hemencecik yeşillenir. Dokunduğu her yer ansızın güzelleşir. Hani senin olan bir şeye sevinirken bir anda buruklaşmak vardır ya, bu burukluğun sebebi sende olan şeyin en sevdiğinde olmamasıdır aslında, o güzel şeyden onun da olsun istersin. Yoktu diye, yitirdi diye hüzünlenirsin. Nasıl dayandı dersin ve o yitiriş günlerine dalar gidersin.
Sahi neden çıkmışlardı o gün yola, daha çok yeni kavuşmuşken… Bu kadar hızlı, bu kadar hemencecik mi ayrılacaktı yıllarca kokusuna hasret büyüdüğü anneciğinden? Zaten baba kokusu denen şeyi hiç duymamıştı, şimdi bir de annesiz mi kalacaktı? Bazılarımız küçükken hatta küçücükken öğreniriz yokluğun buza benzeyen keskin acısını. Bazılarımızın daha kendisi bile yokken başka türlü bir yokluğa yazılmıştır kaderleri. En sevdiklerinin acısını en körpe çağlarında tadarlar. Dert yüklenir yüklenir de ardı arkası kesilmez. Cahil insan kendi kendisine sorar acıyla hemhal olmuş adama bakarak, “Acaba ne günah işledi de başına bunlar geldi?” Halbuki ilahi irade bambaşka işlerdi; Buhari’de geçen bir rivayette Resûlullah (sas) şöyle buyuruyor: “Allah kim için hayır dilerse ona musibet verir.” Gerçekten insan ne kadar cahildir. Halbuki bir murad vardır. Yükselmesi gereken mertebeler vardır. Kişiden alınanlara karşın verilecek olan bambaşka rızıklar vardır. Allah Resûlü bunu nereden biliyor? Kendisinden biliyor. Hem değil midir kendinden bilmek bilmelerin en hakiki olanı?
Dünya üzerinde yaşanabilecek en büyük sıkıntıları Allah en sevdiği kuluna, kullarının en sevdiği insan olan Resûlullah’a verdi. Tabir-i caizse ona “Sen benimsin!” dedi. “Seni ben yetiştireceğim merteben en yüksek olacak.” dedi. Sonra musibetlerin ardından O’na (sas) sevgilerin en hakikisi olan Allah sevgisiyle rızıklandırıldığını hatırlattı. Amcasının, Hatice’sinin yokluğunun acısına merhem olsun diye Resûl’ünü Mi’rac’a yükseltti. Orada en sevgili kullarla tanıştırıp bugün dahi gönlümüzün şifası olan çok kıymetli hediyeler verdi. Babasının yokluğunda onu dedesinin, amcasının sevgisiyle; anneciğinin yokluğunda “Annemden sonra annemdir.” diyebileceği acı gününde ve ömrünün sonuna kadar yanından ayrılmayacak olan Ümmü Eymen’in sevgisiyle rızıklandırdı. Ne bereketli bir hayat! Doğuran kendisi olmadığı halde Nübüvvet elçisine anne oldu Ümmü Eymen (r.anha). Bu hayatın her parçası okunmaya, anlaşılmaya ne kadar layıktır. Biraz ondan bahsetmeye ne dersiniz?
Ümmü Eymen annemiz, Habeş asıllı olup Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in kölesi iken miras yoluyla babası Abdullah’a veya annesi Âmine’ye, onlardan da kendisine miras kalmıştır. Ümmü Eymen doğumundan itibaren Efendimiz’in dadılığını yapmış onu emzirmiş, annesiyle birlikte Medine’ye dayılarını ziyarete gidip dönerken Ebvâ’da, Âmine vefat ettiğinde onun yanında bulunmuş, kendisini Mekke’ye getirmiş ve büyüyünceye kadar dadılığına devam etmiştir. Resûl-i Ekrem , Hz. Hatice ile evlenince Ümmü Eymen’i âzat etmiştir. O da Ubeyd b. Zeyd el-Hazrecî ile evlenmiş, bu evlilikten Eymen doğmuş ve evlilik eşinin vefatı ile son bulmuştur.(B. Erul, “Ümmü Eymen”, DİA,42/317) Bir gün ashabı ile bir aradayken “Cennet ehli bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen ile evlensin!” (İbn Sa’d, et-Tabakât, 8/224) buyurmuş, bunun üzerine evlatlığı Zeyd b. Hârise, onunla evlenmiştir. Peygamber teşviki ve duası ile kurulan bu yuva, Üsâme b. Zeyd gibi bir yiğidin doğmasına vesile olmuştur (İbn Sa’d, et-Tabakât, 8/223). Peygamber’in eş ve kızlarıyla birlikte Medine’ye hicret eden Ümmü Eymen’e Allah Resûlü, ensarın bağışladığı hurmalıklardan birini tahsis etmiştir (Müslim, Cihâd, 71).
Efendimiz ondan bahsederken hep “anneciğim” diyordu. Bunu ne kadar içten söylemiş ve bu içtenlik sadık dostlara işlemişse Resûlullah Efendimiz’in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer candan dostlarının anneciğini ziyaret etmeyi hiç ihmal etmemişlerdir. Bu ziyaretlerden birinde Ümmü Eymen ağlamış, niçin ağladığını sorduklarında, “Hz. Peygamber’in vefat edeceğini biliyordum, ben vahyin kesilmesine ağlıyorum. ” demişti. Hz. Ömer’in vefatına ise, “İslâm bugün zayıfladı.” diye gözyaşı dökmüştü. (İbn Sa‘d, VIII, 226, 227). Rivayetten anlaşılacağı üzere o bambaşka bir bakış açısına sahip çokça hissiyatlı birisiydi. Vâkıdî onun Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk günlerinde (24/645) vefat ettiğini zikretmiş ve Bakī‘ Mezarlığı’na gömüldüğünü belirtmiştir (İbn Sa‘d, VIII, 226).
Siyer’in sayfalarının her alanında Ümmü Eymen’in gerçek bir anne şefkatiyle İslam Peygamberi’nin yanında olduğunu görüyoruz. Doğduğunda yanında, henüz bebekken yanında, belki de hayatının en zor günleri olan annesi Amine ile birlikte gittikleri Medine’deki dayılarını ziyaretten dönerken anneciğini kaybettiği o acı günde teselli veren bir emanetçi olarak yanında. Zorlu Uhud gününde bir kalkan olarak yanında. Hicrette yanında, evliliklerinde, yolculuklarında, darlıkta, bollukta evladının her zaman yanında. Bu beraberlik Efendimiz’in anneciği oluşuyla onun hayatına bir bereket kaynağı oldu. Cennetin bir kadının ayaklarının altına serilmesi için doğum yapmaya gerek olmadığının, doğurmadan da ümmetin evlatlarının annesi olunabileceğinin, ellerinde hayatı taşıyanlardan, gönüllerinde bir çocuk için şifayı taşıyanlardan olunabileceğinin, en kuvvetli delillerinden birisidir Ümmü Eymen annemiz. Rabbim bugün bu satırlar vesilesiyle onun hayatını okuyan herkese bu güzel örneğin önderliğinde olmayı ve cennet insanlarından olup hayatının her alanında yanında olduğu canımız Peygamberimiz’i Cennet köşklerinde bizzat ondan dinlemeyi nasib etsin.