Kul oldum ben kul oldum,
Rabbimin kapısında bir vasıfsız kul oldum.
Her esir mutluluğa kavuşur hür olunca.
Bense onun kapısında kul olmaktan mutluyum.
Mevlânâ
Yüce Kitabımız Kur’ân, insanoğlunun yaratılış gayesinin kulluk olduğunu zikreder (Zâriyât, 51/56). Arapçada aynı kökün mastarı olan ubûdiyet ve ibadet kelimeleri, birbirleriyle ilişkili olsa da dilimizde çoğu zaman farklı iki anlamda kullanılmaktadır. Ubûdiyet, genellikle kulluk kelimesiyle ifade edilmekte, kulluğun birtakım gereklerine ise ibadet denilmektedir. Oysa âyet-i kerimede söz konusu edilen husus hem ubudiyet hem de ibadettir. Yani kulluk, sadece kalıplaşmış ibadetleri değil, insan hayatının her yönünü kapsar. “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” ahdimizde de Rabbimiz’e yönelttiğimiz husus belli ibadetlerden öte hayatımızın her anıdır. Zira Rabbimiz, bizi kendisine kulluk etmemiz için yarattığını belirtir. Köle olarak da anılan kulun (abd) görevi, efendisinin verdiği vazifeleri yerine getirmek, sadece onun için çalışmak, onun sözünden dışarı çıkmamaktır. Nitekim Efendimiz (sas) genç arkadaşı Muâz b. Cebel’le (ra) yaptığı samimi bir muhabbetinde ona Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu sormuş, ardından “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, Allah’a kulluk/ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.” diye açıklamıştır (Buhârî, “Cihâd”, 46). Beyyine Sûresi’nde de Allah’a yürekten inanıp samimiyetle sadece ona kulluk etmek dosdoğru din olarak tanımlanmıştır (Beyyine, 98/4).
Köle, efendisinin buyruklarını yerine getirirken onun hoşnut olmayacağı işlerden de kaçınmalıdır. Bu durum kul için de geçerlidir. Kul, Rabbi’nin emirlerine uymalı, sınırlarını da muhafaza etmelidir. Buna ne kadar çok riayet ederse Rabbi tarafından o kadar sevilecek, takdirle karşılanacak, şahsî işlerinde Rabbi’ni hep yanında bulacaktır. Kudsî bir hadiste bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden başka bana daha sevimli herhangi bir şeyle yakınlık kazanamaz. Kulum bana farzlara ilaveten işlediği nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de adeta onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, “Rikâk” 38). Bir başka rivayette ise Yüce Rabbimiz, “Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim!” (Buhârî, “Tevhîd”, 15) buyurur. Ancak kul, sorumluluklarını unutur ve sınırları aşarsa efendisinin bu yakınlığından, desteğinden, affından mahrum kalır, huzur bulamaz. Rabbimiz, “Kim beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır.” dedikten sonra kulunun karşı itirazına “İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” buyruğuyla cevap verir (Tâhâ, 20/124-126). Dolayısıyla kul, kendisini yaratan ve yaşatan Rabbi’ni unutup O’nun emirlerini yerine getirmezse, Rabbi de kulunu unutacak, yani ona yardım etmeyecek, dünya ve ahirette onu yüzüstü bırakacaktır. Bu yüzden Yüce Rabbimiz, “Allah’ı unutan ve bu yüzden de Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşr, 59/19) buyurarak kullarını uyarmaktadır.
İnsanları kendisine kulluk etmeleri için yaratmış olan Rabbimiz, kulluğun nasıl yapılacağını öğretmek üzere kulları içinden peygamberler göndermiş, onlara her daim Rableri’ni hatırlatacak ve uymaları gereken kuralları öğretecek kitaplar indirmiştir. Hz. Peygamber (sas) de öğrettiği şehadet cümlesinde “Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû” diyerek “kul” olduğunu öncelemiş, risalet görevinden önce ibadet/ubûdiyet misyonuna vurgu yapmıştır. Bir başka sözünde “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi, beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda ‘Allah’ın kulu ve elçisidir’ deyin.” (Buhârî, “Enbiyâ” 48) buyuran Efendimiz, kulluğun nasıl yapılması gerektiğini de bizzat yaşayarak göstermiştir. O, bütün günahları bağışlandığı hâlde Rabbine kulluk etmekten asla geri durmamış, O’na daima minnettar bir kul olma gayretinde olmuştur. Öyle ki onun ibadetle çokça meşgul olduğunu gören Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz “Ey Allah’ın Resûlü! Geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” diye sorma ihtiyacı duymuş, o ise: “Ey Âişe, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” karşılığını vererek ibadetlerinin/kulluğunun, Yaratıcı’ya bir teşekkür mahiyetinde olduğunu vurgulamıştır (Müslim, “Kıyâme”, 81). Zaten Rabbimiz de kulluğu emrettiği âyetlerde yaratanın ve rızık verenin kendisi olduğuna dikkat çekmiştir: “Ey insanlar! Rabbinize kulluk edin ki takvâya eresiniz. O, sizi ve sizden öncekileri yaratandır. Sizin için yeri döşek, göğü bina kılmıştır; gökten su indirmiş, bununla sizin için rızık olarak çeşitli ürünler çıkarmıştır; artık siz de bile bile O’na eş ve ortaklar koşmayın.” (Bakara, 2/21-22). İbrahim (as) da kavmine “Neye kulluk ediyorsunuz? O taptığınız putlar sizi işitiyorlar mı, size bir fayda veya zararları var mı? Neye taptığınızı hiç düşündünüz mi?” diye çıkışmış kulluğun sadece tek yaratıcı olan ve insana doğruyu öğreten, rızık veren, hastalandığında şifa veren, öldürüp diriltecek olan ve hatalarını bağışlayacak tek varlık olan Allah’a yöneltmelerini tavsiye etmiştir (Şuarâ, 70-82). Âyetlerde sayılan ve sayılmayan her türlü nimete karşı minnettar olup şükretmenin bereket getireceği vaadinde bulunan Rabbimiz, bir kudsî hadiste de “Ey âdemoğlu! Her durumda kendini bana kulluğa ada ki gönlünü zenginlikle doldurup ihtiyacını gidereyim.” (Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyâme”, 30) buyurarak kulluğun gönül zenginliğini celbedeceğini, sıkıntısını gidereceğini bildirmiştir. Dolayısıyla dünya ve ahiret sıkıntılarından kurtulmanın yolu kulluktan geçmektedir. Nitekim bir diğer kudsî hadiste Cenab-ı Allah, “Kulum dilerse günahını affedecek, dilerse cezalandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Şu hâlde ben de kulumu bağışladım.” (Buhârî, “Tevhîd”, 35) buyurarak Allah’ı tanımanın ve hatırlamanın kula af ve bağışlanmayı getireceğini müjdelemiş; iyi kulları için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir kimsenin de hatırından geçirmediği nimetler hazırladığını haber vermiştir (Müslim, “Cennet”, 2).
Allah Resûlü’nün (sas) genç sahâbîsi İbn Abbas’a yaptığı şu tavsiyelerde de kulluk bilincine vurgu vardır. O (sas), amcaoğluna şunları söyler: “Delikanlı! Şimdi sana bazı şeyler öğreteceğim. Allah’ı(n buyruklarını) gözet ki Allah da seni korusun, gözetsin. Allah’ı(n buyruklarını) her işte önde tut ki Allah’ı önünde bulasın. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste! Yardım dileyeceksen Allah’tan dile! Şunu iyice bil ki, bütün ümmet toplanıp sana bir fayda sağlamaya çalışsa ancak Allah’ın sana takdir ettiği faydayı sağlayabilir. Yine toplanıp sana bir zarar vermeye kalksalar Allah’ın, hakkında takdir ettiği kadar zarar verebilirler.” (Tirmizî, “Kıyame”, 59).
Evet, kulluk, insanın kendi acziyetinin farkında olup Yüce Yaratıcı’nın büyüklüğünü kabul ve itirafıdır. Peygamber Efendimiz (sas), kulun acizliğinin ve çaresizliğinin bir itirafı olan duayı, bundan dolayı ibadetin özü olarak nitelemiştir (Tirmizî, “Deavât”, 1). Kâinatta nokta kadar bile bir yer işgal etmeyen aciz insanın, arzu ettiğini Rabbi’nden istemesi, yapması gerekenleri yaptıktan sonra tevekkül edip işinin hayırla tamamlanmasını isteyerek O’na yönelişidir dua. İbadet de kulun Allah’ın büyüklüğünü kabul edip kendi acziyetini ortaya koyması, O’na boyun eğmesi, O’nun belirlediği sınırlara uyması demektir. İşte “Dua, ibadetin ta kendisidir.” (Tirmizî, “Deavât”, 1) kelâm-ı nebevîsi aciz kulun Rabbi’ni tanımasını ve O’na sığınmasını ifade etmektedir. Çünkü kul, büyük-küçük her durumda, her olayda yardıma muhtaçtır. Yardımı da sadece O gönderir.
İnsanoğlundan beklenen kulluğun üç boyutu vardır. Cibril hadisi olarak meşhur rivayette Peygamber Efendimiz (sas) bunları imân, İslâm ve ihsan kavramlarıyla tanımlamıştır. Kulun yapması gereken bâtınî (içsel) farzlar olarak nitelenen iman, kulluğun ilk basamağıdır. Allah’a ve indirdiği kitaba inanan kişi, hakiki kulluğa ilk adımı atmış olur. Zahirî (dışsal) farzlar olarak nitelenen İslâm’ın beş şartıyla, kendisini Rabbi’ne en çok yaklaştıracak gerekleri yerine getirir. Nitekim Muâz b. Cebel’in “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana, cennete girmemi sağlayacak ve beni cehennemden uzaklaştıracak bir iş, bir amel söyle!” talebine karşılık Efendimiz (sas), “Çok büyük bir şey istiyorsun. Ancak bu, Allah’ın kolay kıldığı kişi için pek kolaydır. Hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca Allah’a kulluk edersin. Namazı dosdoğru kılarsın. Zekâtı verirsin. Ramazan orucunu tutarsın. Gücün yeter, imkân bulabilirsen haccedersin.” buyurarak (İbn Mâce, “Fiten” 12) İslâm’ın temel esaslarının önemine dikkat çekmiştir. Son olarak kul, iman ve İslâm ile elde ettiği mertebeyi ihsan ile tamamlarsa Rabbi’nin yakınlığını ve dostluğunu kazanır. Zira ihsan, Allah’ı gözeterek kulluk etmek, daima O’nun gözetiminde olduğu bilinciyle yaşamaktır. Bu bilinçte olan insanın yaptığı mübah olan her iş, âdet olmaktan çıkıp ibadet hükmünü alacaktır. Zaten Allah Resûlü (sas) ömrü uzun, ameli güzel olan Müslümanın, en hayırlılardan olacağını bildirmiştir (Tirmizî, “Zühd”, 21). Bunun için her Müslüman, kulluğunu ifa edebilme gayreti içerisinde olmalıdır. Kulluk, doğumdan ölüme kadar devam eden bir süreçtir. Efendimizin, kıyamet gününde Yüce Allah’ın gölgesinde barındıracağı yedi sınıf arasında Rabbine kulluk/ibadet içerisinde yetişen genci (Buhârî, “Rikâk”, 24) de saymış olması kulluğun ertelenmemesi gereken bir vazife olduğunu anlatır. O halde Müslüman, âkil bâliğ olduğu gençlik yıllarından itibaren kulluk görevini özenle yerine getirmeye, yani ibadetlerini aksatmayıp Rabbi’nin sınırlarına bağlı kalmaya çalışmalıdır.
Aslında ubudiyet, yapılan her işin amacı olmalıdır. “Namazım, (her türlü) ibadetim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’âm, 6/162) diyebilmelidir insan. İbadeti, hayatını kuşatmalıdır. Namaz, onu kötülüklerden alıkoymalı, oruç kötülüklere kalkan olmalı, zekât sahip olduğu tüm malların emanet olduğunu ve mülkün Allah’a ait olduğunu hatırlatmalıdır kendisine. Kulun kendini tanıyacağı en güzel yer ibadettir. Çünkü kulun vazifesi kulluktur, kul için en uygun olanı da vazifesini vaktinde ve gerektiği gibi yapmasıdır. Zira kıyamet günü kulun sorgulanmadan Rabbin huzurundan ayrılamayacağı beş şey arasında ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede harcadığı ve bildikleriyle amel edip etmediği de bulunmaktadır (Tirmizi, “Kıyâme”, 1). İbadetler bize kul olduğumuzu, acizliğimizi hatırlatmalı. Bu sebeple ibadet edince kendini yüce saymamalı insan. Ne kadar ibadet ederse etsin kendisine verilen nimetlere karşı bunun yeterli gelmeyeceğini bilmeli! Dolayısıyla kıldığı namaz, tuttuğu oruç, yaptığı hayır ve hasenatlar kulu mütevazı yapmalı, konumunu fark ettirmeli, kul olduğunu ve kulluk ettiği zatı tanımayı sağlamalıdır. Unutmayalım ki kulluk ve ibadete Yüce Yaratıcı’nın değil, insanın ihtiyacı vardır. Üstelik kul için mubah olan herhangi bir iş ibadet niyetiyle yapıldığında âdet olmaktan çıkıp ibadet hükmünü alacaktır.
Tüm insanları sadece kendisine kul olmaları için yaratmış olan Yüce Rabbimiz’in, gerek Kur’ân’da gerekse kudsî hadislerde inananlara “Kullarım!” şeklinde hitap ederek onları kendine nispet etmesi, onlara değer verdiğini göstermektedir. Bu hitapların ardından gelen ifadeler aynı zamanda kulların dikkat etmeleri gereken hususları da bize bildirmektedir. Rabbimiz, kendisinden başkasına kulluk edenlerin cehennemdeki akıbetlerinden bahsettikten sonra kullarını bununla korkutup uyardığını belirtir ve “Ey kullarım! Bana karşı gelmekten sakının!” (Zümer, 39/16) buyurur. “Ey insanlar! Rabbinize kulluk edin ki takvâya eresiniz.” (Bakara, 2/21-22) âyetinde de kulluk ve takvanın birlikte zikredilmesi, kulluğun takva ile, yani Allah’ın sınırları gözetilerek yaşanmasıyla mümkün olacağını vurgulamaktadır. Resûl-i Ekrem’in “Allah, takvalı kulunu sever.” (Müslim, “Zühd”, 11) hadisi de ibadet-takva ilişkisini ortaya koymaktadır.
Bir kudsî hadiste ise defaatle “Kullarım!” diyerek şöyle buyurmaktadır Rabbimiz:
“Ey kullarım! Zulmetmeyi kendime haram kıldığım gibi size de haram kıldım. Birbirinize zulmetmeyiniz.
Ey kullarım! Hepiniz dalalettesiniz. Ancak benim hidayet ettiğim müstesna. Benden hidayet isteyin, size doğru yolu göstereyim.
Ey kullarım! Hepiniz açsınız, benim doyurduklarım müstesna. Benden yemek isteyiniz, size yedireyim.
Ey kullarım! Hepiniz çıplaktınız benim giydirdiklerim müstesna. Benden elbise giydirmemi isteyiniz, sizi giydireyim.
Ey kullarım! Siz gece gündüz hata ediyorsunuz ve ben günahların hepsini bağışlıyorum. Benden bağışlanma isteyiniz sizi bağışlayayım.
Ey kullarım! Siz bana zarar veremezsiniz ve bana fayda veremezsiniz.
Ey kullarım! Eğer sizden evvel yaşayanlar ve sonraki gelenleriniz, insanlarınız, cinleriniz içinizdeki en takva sahibi bir adamın kalbi üzere olsa bu benim mülküme hiçbir şey ilave etmez.
Ey kullarım! Eğer sizden evvel yaşayanlar ve sonraki gelenleriniz, insanlarınız, cinleriniz, içinizden en fâsık bir adamın kalbi üzere olsanız benim mülkümden bir şeyi eksiltmez.
Ey kullarım! Eğer sizden evvel yaşayanlar ve sonraki gelenleriniz, insanlarınız, cinleriniz, yüksek bir yerde durup benden istese, herkese istediğini veririm de bu benim katımdakilerden ancak, iğnenin denize daldırıldığı zaman denizden eksilttiği kadar eksiltir.
Ey kullarım! Yaptıklarınız ancak sizin amellerinizdir, ben onları yazıyorum, sonra size tam karşılığını vereceğim. Kim sonuçta bir hayır bulursa Allah’a hamd etsin. Kim bundan başka bir şey bulursa, nefsinden başkasını kınamasın.” (Müslim, “Birr”, 55).
Kulluk, sadece Rab ile kulu arasındaki bir ilişki değildir, aynı zamanda kullar arasındaki ilişkiyi de düzenleyen bir müessesedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sas) bir hitabında insanlar arası ilişkileri düzenleyen şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Birbirinize haset etmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için artırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp birbirinizden yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Birbirinize kardeş olarakAllah’ın kulları olun! Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, ondan yardımı kesmez ve onu hakir görmez. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı, başka Müslümana haramdır.” (Buhârî, “Edeb”, 57). Bir başka sözünde ise kullar arasındaki yardımlaşmanın Allah’ın yardımını getireceğini “Kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımındadır.” (Müslim, “Zikr”, 38) diyerek ifade etmiştir.
O halde hem Rabbimizle hem de kullarıyla olan ilişkimizde gösterdiğimiz durumumuzu, yani kulluğumuzu yeniden gözden geçirmeli, kulluk kalitemizi her an yükseltme çabası içerisinde olmalıyız. Çünkü biz O’na kul olmak için yaratıldık, temel vazifemiz O’na kulluk etmektir. Zira bizler her şeyimizle O’na aitiz. Rızkımızı veren, bizi gören, gözeten O’dur. O’nun emir ve yasakları da O’nun kırmızı çizgileri, hudududur. Bu sınırları muhafaza etmek kulluğun bir gereğidir. Bu gereği hakkıyla yerine getirenleri yaptığı bu kulluk, dünyada hatalardan ahirette azaptan muhafaza edecektir.
Rabbimize hakkıyla kul olabilmek temennisiyle…