“Hayat, inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.” (Aliya İzzetbegoviç)
Hayat, ancak beden ve ruh ile varlığını devam ettirebilir. Ruh çekilince beden cesede dönüşür. Ceset ise bekletilmeden toprağa tevdi edilmelidir. Çünkü bekletilen ceset kokar ve etrafındaki herkesi rahatsız eder.
Nice zamandır “hayatın ruhu” olan örneklik, çoğumuzun hayatından çekildi. Böyle olunca da toplumlarımız “yaşayan ölülere”, “kokan cesetlere”, “ürküten cenazelere” dönüştü. Bu da hayatı yaşanmaz bir hâle getirdi. O hâlde yapılması gereken yeniden cesetlere dönen hayatlarımıza “örneklik” nefesini -yani ruhunu- üflemek olmalıdır.
Unutmayalım ki beden, hayatta kalabilmemiz için gerekli olan bir nimet iken; ruh, hayatı devam ettirebilmemiz için olmazsa olmaz bir esastır.
Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki:
Beden, söz; ruh, ameldir.
Beden, şekil; ruh, candır.
Beden, tebliğ; ruh, temsildir.
Beden, lafız; ruh, mânadır.
Beden, sûret; ruh, sîrettir.
Beden, iddia; ruh, ispattır.
Böyle olduğu için beden ve ruh, birbirinden ayrılmaz iki önemli değerdir. Biri olmazsa diğeri tam anlamı ile fayda sağlamayacak bir esastır. Hayatın yaşanabilmesi için birbirini tamamlayan bir bütünün iki mühim parçasıdır.
Tesir Etmeyen Konuşmalar ve Yorulan Sözler
Hayatın ruhu olan örneklik tam olarak ortaya konmadığı için sözler yoruldu. En güzel cümleler bile tesirsiz kaldı. Ne okunan âyetler, ne arka arkaya rivayet edilen hadisler, ne siyerin içerisindeki tablolar, ne rıza makamını elde etmiş sahâbenin hatıraları; hiçbiri muhataplarımızda istenilen düzeyde yankı bul(a)madı. Neden mi?
Çünkü;
Sözler, güzel; hayatlar, çirkin…
Âyetler, doğru; muameleler, yanlış…
Hadisler, sahih; ilişkiler, çarpık…
Sahâbe, harika; kalpler, talan…
Tebliğler, fazla; temsiller, eksik…
Böyle olduğu için de sözlerin yorulduğu ve sözün itibarını kaybettiği bir zamanı yaşıyor ve her geçen gün bu zorluğu en derin bir şekilde hissediyoruz.
Dehşet Uyarı: Büyük Gazap!
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söyleyip duruyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” [Saff 61/2,3].
Bu âyet, son vahyin ilk muhatapları olan sahâbenin ödünü koparan bir âyetti. Onlar, önlerindeki “En Güzel Örnek’ten” (sas) hep söz-eylem bütünlüğünü gördüler. Bundan dolayı da asla yapmadıkları şeyleri anlatmadılar, anlattıkları şeyleri de hep yaşamaya çalıştılar. Böyle olduğu için de gittikleri her yere sözlerinden önce örneklikleriyle İslâm’ı ulaştırdılar. Muhatapları onların üzerinden İslâm’ın nasıl bir din olduğunu, nasıl ölü bedenlere hayat verdiğini, nasıl zulümleri ve haksızlıkları sonlandırıp adâlet ve hakkaniyet üzere bir sistem takdim ettiğini gördüler. Buna şahit oldukları için o “önden giden atlılar” çok kısa bir zaman içerisinde dünyanın dört bir tarafına imanın mesajlarını ulaştırdılar. Ancak şimdilerde bu örneklik tam anlamı ile ve istenilen düzeyde olmadığı için bunca imkâna rağmen muhataplarımızda sözlerimiz karşılık bulmuyor, hayatlarla desteklenmeyen güzel sözler de -üzülerek itiraf edelim ki- zayi olup gidiyor. Aslında yapamayacağımız şeyleri söyleyip durmamız bizim için büyük bir suçtur ve Allah’ın gazabını hem dünyada hem âhirette celbettirecek bir hâldir. Ama buna rağmen, çok konuşup az yaşamak çoğumuzun içine düştüğü bir hastalık olarak hayatlarımızı kapladı.
Âyetler ve Hadisler Bize Neler Söylüyor?
Hatırlanacağı üzere onlarca âyet, bizim nazarlarımıza söylem-eylem bütünlüğünü vermektedir.[1] Yine onlarca hadis, sözler hayatlarla desteklenmeyince hem dünyada hem âhirette ne gibi neticelerin ortaya çıkaracağını beyan etmektedir.[2] Hâl böyle olmasına rağmen azgınlaşan nefisler, beğenilme arzuları, şahsî ihtiraslar, kaygılar, korkular, menfaatler, tembellikler, iradesizlikler ve daha nice sebeplerden dolayı bildiklerimizi hayata taşıma noktasında bir türlü güzel bir tablo ortaya koyamıyoruz.
Âyetleri duyuyoruz ama uykulara dalıyoruz.
Hadisleri duyuyoruz ama üzerlerimize almıyoruz.
Sahâbeyi duyuyoruz ama ‘fakat’ deyip onlarca bahaneyi arka arkaya diziyoruz.
Âlimlerimizi duyuyoruz ama sadece bir hikâye dinler gibi dinliyor, o sözlere sadece meclisleri süsleyen güzel sözler muamelesi yapıyoruz.
Hakikatleri duyuyoruz ama onları hep başkalarına havale ederek, kendimizi o hakikatlere muhatap kılıp, değişme ve gelişme yönünde bir adım atamıyoruz.
Böyle olunca da bunca güzel ve doğru söz, hayatlarımıza müspet mânada tesir etmeyince artık ne öğrenmeye ne dinlemeye ne de okumaya ihtiyaç hissediyor, yorgun hayatların yorgun ve heyecanını kaybetmiş insanları olarak tadı-tuzu olmayan hayatlar yaşamaya yani hayattan lezzet almadan sadece günleri tüketecek bir ömre mahkûm oluyoruz.
Örnek Hayatlar Ne Kadar Az Değil mi?
Malum insan, etrafından ve sosyal çevrelerinden etkilenen bir varlıktır. İnsanın telkine açık bir yönü vardır. İyilerden de etkilenir, kötülerden de etkilenir. Her tarafımızı kuşatan kötülüklerden dolayı örnek hayatlar bugünün dünyasında çok az, değil mi? Gerçekten bu nazarla çevremize baktığımızda tam anlamı ile örnek bir baba, eş, evlat, akraba, aile, arkadaş, dost, tüccar, işçi, işveren, amir, memur, imam, öğretmen, doktor, idareci, yetkili vs. göremiyoruz. Ne kendimizin ne -başta çocuklarımız olmak üzere- sevdiklerimizin teskin olacakları “örneklik limanları” var… Olmayınca da karamsarlığa düşüyor, umutlarımızı yitiriyor, bazen de “uydum kalabalığa” deyip bir müddet sonra etkilenen insanlar olarak yaşadığımız zeminin rengine boyanıyoruz. Ama bu durum, inanan bir insan için asla kabul edilebilecek bir durum değildir. Çünkü mümin, etkilenen değil, etkileyen bir insandır. Müminin değer yargıları ve koruması gereken ilkeleri vardır. Tek başına kalsa bile bunları korumalı ve yerine getirmelidir. Hâl böyle olduğundan mümin, yaşadığı zemin ve zamandaki örneklerin yetersizliğinden yakınmamalı, kendinden önce yaşayan güzel örnekleri öğrenmeli ve onların yollarını yol, hayatlarını hayat edinmelidir.
Örnek Olmayan İbret Oluyor!
Zor zamanlarda ve zor zeminlerde yaşamak durumunda kalan bu çağın insanları olarak örnekliğin hakkını vermek zorundayız. Büyük bir merak, iştiyak ve gayretle hakikati öğrenmeye, öğrendiğimiz her mesajı kimselere havale etmeden üzerlerimize almaya, öğrendiklerimizi içselleştirip, bilinçlere dönüştürerek, gücümüz nispetinde söylem-eylem bütünlüğünü sağlayarak örnekliğin hakkını vermek durumundayız. Çünkü örnek olmayan başkalarına ibret olacak bir hâle geliyor. İbret olunacak hayatlar yaşayanlar da hem bu dünyanın hem de âhiret hayatının kaybedenlerinden oluyor. Bu duruma düşmemek için her daim örnek hayatları öğrenme ve onlarla hemhâl olma, ibret hayatları da öğrenip -o durumlara düşmemek için de- teyakkuz hâlinde olmalıyız.
Örneksiz Terbiye Olmaz!
Malum Kur’ân-ı Kerîm yüzlerce âyetinde, bize geçmiş ümmetlerden ve vahyin ilk muhatapları olan milâdî altıncı yüzyılda yaşayan muhataplardan örnekler verir. Aslında aktarılan bunca kıssa ve misaller önemli bir hakikati nazarlarımıza vermektedir. Nedir o hakikat? “Örneksiz terbiye olmaz!”
Eğer bugün tam anlamı ile terbiye olamıyor ve terbiye edemiyorsak bu, biraz da önümüze konan müspet örnekleri iyice kavramadığımızdan, menfi örneklerden/ibretliklerden ise gerekli düzeyde ders alamadığımızdan dolayıdır.
Unutmamamız gerekir ki:
İyi örnekler anlaşılmazsa tam anlamı ile başarı sağlanamayacaktır.
İyi örnekler hayata taşınmazsa tam anlamı ile kalite elde edilemeyecektir.
İyi örnekler rehber edinilmezse tam anlamı ile değişim ve dönüşüm gerçekleşemeyecektir.
İyi örnekler eksene konmazsa tam anlamı ile birçok hastalıktan kurtulunamayacaktır.
İyi örnekler esas alınmazsa tam anlamı ile bozulan ayarlar düzelemeyecektir.
Peki, En Güzel Örnek Kimdir?
En güzel örneğin kim olduğunu bizzat Rabb’imiz bildiriyor:
“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için çok güzel bir örnektir.” [Ahzâb 33/21].
“İbrâhim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için çok güzel bir örneklik vardır.” [Mümtehine 60/4].
“Andolsun, onlarda (İbrâhim ve beraberindekilerde) sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örneklik vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.” [Mümtehine 60/6].
Bu ilâhî beyanlar çok net bir şekilde ortada dururken başka yerlerde dertlerimize derman aramaya gerek var mı? Yapmamız gereken Allah’ın (cc) bize örnek olarak gösterdiği peygamberlere ve onlarla beraber olanlara sımsıkı sarılmaktır. Çünkü;
İyi örnekleri kendimize rehber edinirsek iyileşiriz.
İyilerle birlikte olursak onların vardığı menzile varırız.
İyileri kendimize örnek ve model olarak belirlersek her türlü yanlışın önünü almış oluruz.
İyileri hayatlarımıza taşırsak kötülükleri hayatımızın dışına iteriz.
İyilerle zaman geçirirsek tüm çirkinliklerden kendimizi koruruz.
Son sözümüz ilim şehrinin kapısı olan Hz. Ali’nin (ra) şu önemli uyarısıdır: “Ey Kur’ân’ı taşıyanlar! Onunla amel ediniz. Çünkü âlim dediğin, bilen ve sonra bildiğiyle amel eden, bilgisi ameliyle örtüşen kişidir. Öyle milletler gelecek ki taşıdıkları ilim omuzlarını aşmayacak. İçleri dışlarıyla, sözleri fiilleriyle çelişecek. Halka şeklinde oturup birbirlerine üstünlük taslayacaklar. Öyle ki içlerinden biri, yanında oturan arkadaşına tahammül edemeyerek çekip gidecek. İşte bunlar, meclislerindeki işler Allah katına erişmeyen kişilerdir.” [Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, 303].
Mevlâ hepimizi burada söylenen kişilerden olmaktan muhafaza buyursun. Örnekliğin hakkını vermeyi bizlere kolaylaştırsın.
Çaba ve gayret bizden, netice ve karşılık ise Rabb’imizdendir.
[1] O âyetlerden ikisi şöyledir:
“Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” [Bakara 2/44].
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer. Allah’ın âyetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü! Allah zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz.” [Cum’a 62/5].
[2] O hadislerden ikisi şöyledir:
“Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır. Bağırsakları dışarı çıkmış hâlde kişi bağırsakları etrafında değirmen eşeğinin değirmende dönmesi gibi döner durur. Cehennem halkı onun başına toplanır ve ‘Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?’ diye sorarlar. O şöyle cevap verir: “Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, kötülükten nehyederdim, fakat kendim yapardım.” [Müslim, “Zühd”, 51].
“Ey ilim sahipleri! Onunla amel ediniz. Çünkü âlim ancak, bildiğiyle amel eden ve ameli ilmine uygun düşen kimsedir. Yakında, ilim taşıyan bazı topluluklar gelecek, ama onların ilimleri köprücük kemiklerinden öteye geçmeyecek, amelleri ilimlerine aykırı olacak, gizli iş ve durumları açık iş ve durumlarına muhalif olacak, onlar halkalar hâlinde oturacak ve birbirlerine karşı övünecekler. Üstelik bunlardan olan adam arkadaşına, kendisini bırakarak başkasının yanına gidip oturmasından dolayı kızacaktır. İşte bunların amelleri, Allah’ın katına yükselmeyecektir.” [Dârimî, “Mukaddime”, 34].