Aklım erdiğinde, aklım her konuda bana yetmeyeceğini kulağıma fısıldadı. Hayretim büyüdü. Kelebeğin serencamından dağların heybetine, bağrından su fışkıran kayalardan çiçeklerin rengine, kokusuna koşular yaparken buldum kendimi. Hayretim bütün bu olan biten karşısında hayranlığa dönüştü. Hayret ki gökyüzüne baktıkça katman katman açılan sınırsızlığın lezzetine ulaştım ve açtım ellerimi:
“Allah’ım! Ben ölmeden hayretimi öldürme.” diye duaya durdum. Güneş’e bakıp gözleri kamaşmış elinde peynir ekmek olan çocuk gibi yaşadım. Bildikçe acıktım, acıktıkça hissettim. Aklımın can yoldaşı kalbimi bilince, görmenin gözden çıktığı, şahitliğin idrak boyutunu anlama yolculuğuna girdim.
Sonra insanı gördüm; bir başka insandan parça koparıp yaşamaya çalışan insanı! Kim bilecekti savaşı kesecek sözü, kim görünen, görünmeyen yüzüyle adâleti hayatın kılcal damarlarına taşıyacaktı. İnsan zayıf, aceleci, cahil, menfaatine düşkün, kan dökme eğilimi var! Bir rehber gerek ve rehberi, tüm varlığı ihya edecek bilgi ve hikmet olmalıydı.
Ve buldum!
Göklerden gelen, yerde yeşeren haberi buldum, aslında kendimi buldum.
Öleni gördüm. Ölenle “ölmeyen” insanı şaşkınlıkla izledi. Ve kalabalıkların hayreti sıradanlaştırdığına şahit oldum. İnsan insandan “et” koparıp beslenmeyi sürdürüyor hâlâ. Üstelik artık hızlı, kapsamlı, etkili öldürme araçlarına sahip.
Öldürmenin yaşatmaya galebe çaldığı bir dünyada insanın yok oluşuna şahit oldum. İnsan yaşarken de öldürülürmüş. Dünya tek renk; gri, hayat çığlıklar üzerine raks edilen mekân artık.
Bilginin namlusu var. Bu çağda bombalar çocukları arar.
İnsanın kartal gibi uçtuğunu, denizin dibine balık gibi indiğini ancak; “insan” gibi yaşayamadığını gördüm. Şahidim buna.
Bilginin barut koktuğu, uçakların öfke ve ölüm taşıdığı çağda ölümden daha ağır suskunluğu gördüm. Yurtlarından, evlerinden çıkarılırken hastanesi, okulu, hatıralarıyla alevlere sarılan yiğit çocukları gördüm. Sekiz milyar susuyor, iki milyar elli yedi ülke daha çok susuyordu. Gördüm ve azalarımın yerini kaybettim. Söz gitti, fikir bitti. Yıkıntılar üzerinden cennetten şarkılar getirmiş, neşidelerini Rabbin şehadetine sunan çocukları gördüm. Kendimi aradım, yoktum.
Bir ölünün şahitliğiyle, siyahı erimiş gözlerle bakıyorum hayata. Hayat ki; tuzruhu dökülmüş mekânda öfkenin simsiyah rengini giyinmiş zaman.
Yönler erimiş, kimyası insan eti kokusu olmuş dünya. Sayısız maske, içi boş, kini ambalajlayan sahte söylemler üzerinden hiçbir şey olmamış, olmuyor gibi eğlenen kalabalıklar. Kalabalıklar ki, ruhunu kan içme yarışında rehin bırakmış.
Yaratıklar ormanında sadece Hanzala’nın ülkesi, onun arkadaşları sağ. Umut onlara emanet. Düş gören anahtarlar ceplerinde. Filistinli muhacirler, uçurumda tutunduğumuz yeşil zeytin dalı.
Ebabillerin rolünü üstlenen çocukların dansı uyandıracak uyuyanları.
Ve tek tek çağın her bir insanı şahitliği çaresizliğe endekslemenin hesabını verecek. Üç ayrı coğrafyada üç çocuk ruh alfabesiyle çağın hesabının hülasasını ahiret sayfasına kayıtladı. Duymadım yok! Bilmiyorum geçmez! Anlamadım, geçersiz. Çünkü, insanın kendine şahit olduğunu bir “bilen” var.
1- Anne, çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar? / Bosnalı Çocuk
2- Anne biz yemek yemeden oruç tutuyoruz, orucumuz kabul olur mu? / Afrikalı Çocuk
3- Hayattan yoruldum ölsem de biraz dinlensem / Filistinli Çocuk
4- Anne, seni bir daha görebilecek miyim? / Doğu Türkistanlı Çocuk
Bu dört çocuk ateşleyecek hesaplaşmanın başlangıç safhasını.
Herkes cevabını hazırlasın; varsa…