Dünya tarihinin kırılma noktaları vardır ve bu kritik süreçler sinemayı da doğrudan etkilemiştir. Sinema var olduğu zamandan beri hiçbir toplumsal olay yoktur ki sinemayı etkilememiş olsun. 7 Ekim ve sonrasında yaşananlar da tarihe böyle geçecek.
Aksa Tufanı harekatının yankısı ve en çok da sonrasında İsrail’in gözü dönmüşçesine soykırım uygulaması devam ediyor.
Artık herkes kabul ediyor ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Neyin, nasıl değiştiği bakılan yere göre değişir elbette. Neresinde durursanız durun bu meselenin, kavramların, referansların, yöntemlerin ve süreçlerin değiştiğini göreceksiniz.
Sinema zaviyesinden baktığımızda bir uyanmanın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu zamana kadar Filistin’de yaşananlara kör ve sağır olan, düşük yoğunluklu ve cılız tepkiler veren kesimler ve kişiler artık sesini yükseltiyor.
Filistin davasının tarihine baktığımızda Batı’nın, direnişin kaynağına göre konumunu değiştirdiğini görüyoruz. Başlarda bütün bir direniş söz konusu iken, sonraları Filistin Kurtuluş Örgütü’nün silahsızlanması, Hamas’ın tek silahlı direniş merkezi halinde kalması ve Gazze’de seçimle iktidar olması gibi sebeplerle 2000’lerden sonra değişen bir yapı ortaya çıktı. Batılı sol partiler ve örgütler 1960-70-80’lerde Filistin’e gidip FKÖ kamplarında eğitimlere katılıp, haberler yapıp direnişi överken, İslâmî hassasiyetleri ağır basan Hamas’ın devreye girmesi sonrası Batı da Filistin davası ile arasına mesafe koydu. İsrail’in, küresel medya gücünü kullanarak manipülasyon yapması da bunda etkili oldu. Ve elbette sinemada da bitmeyen bir “Mağdur Yahudi” edebiyatı oluşunca, Filistin de direniş de küresel destekten mahrum kaldı.
7 Ekim sonrasındaysa adeta küresel bir silkelenme yaşadık. İsrail öylesine gaddar ve öylesine pervasızca soykırım uyguluyor ki insanlar artık manipülasyona da kanmıyor. İsrail’in mağdur edebiyatı tutmuyor.
Berlin Film Festivali ve Oscar töreninde yaşananlar, sinema camiasında da ciddi bir uyanış olduğunu gösteriyor. Ve görünen o ki İsrail, bir daha düzelmeyecek şekilde itibarını kaybediyor.
İsrail yıllardır aralıklarla katliam uyguluyor ve işgali sürdürüyorsa da büyük organizasyonlarda bu pek dile gelmiyordu. 7 Ekim sonrası yaşanan soykırım ise dünyanın en önemli film festivalleri ve ödül organizasyonlarında dile gelmeye başladı.
Öncelikle soykırıma sessiz kalmayan Hollywood ünlüleri ve meşhur yönetmenler gördük. Oyuncular Susan Sarandon, Mark Ruffalo, Jenna Ortega gibi isimler başından beri İsrail’e tepki göstererek simgeleşti. Sonrasında Filistin’e destek paylaşımı yapan oyuncuların sayısı arttı. Yönetmenler de bu duruma sessiz kalmadı. Oliver Stone’dan Ken Loach’a kadar çok sayıda isim şaşkınlığını dile getirdi. Quentin Tarantino’nun İsrail askeri birliğini ziyaret etmesi çok kişi üzdü. Ama insanları böyle tanıyorsunuz tabi ki…
İngiliz Akademi Ödülleri BAFTA’da ödül alan Ken Loach’un “Gazze: Katliâmı Durdurun” pankartı ile çıkması da büyük ses getirdi. Dünyanın en önemli festivallerinden olan Berlin’de protestolar haricinde en iyi belgesel ödülünü Filistinli ve İsrailli iki arkadaşın yaptığı “Başka Ülke Yok” filminin alması önemliydi. Alman Kültür Bakanı Clodia Roth’un filmi festival sonrası “Ben filmin İsrailli yapımcısını alkışladım sadece” demesi de politikacıların yüzsüzlüğünü görmemiz bakımından önemliydi.
Ve dünyanın en çok ses getiren sinema organizasyonu olan Oscar’da yaşananlar…
96. Akademi Ödülleri sahiplerini buldu. Çok sayıda oyuncu soykırımı lanetleyen ve Filistinlilere desteğini ifade eden rozetlerle geceye katıldı. En önemlisi de “en iyi uluslararası film” ödülünü alan Jonathan Glazer’in konuşmasıydı. Zira “İlgi Alanı “isimli film bir Holokost yapımı idi (İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yönelik uygulanan katliamı konu alıyor). Bu filmi yapan birinin aynı zamanda Gazze’ye sahip çıkması ve İsrail’i eleştirmesi mühim bir mesele.
Peki, konunun ülkemiz sinema camiasındaki yansıması nedir?
Bu konuda maalesef çok da iç açıcı konuşamayacağız. Daha doğrusu şöyle söylemek gerek; tarihi olarak da Filistin ile bağları olan, bu coğrafyanın derdiyle dertlenen bir toplumda olması gereken seviyede hassasiyet yok.
Sinemacıların ciddi bir kısmı hastanelerin bombalanması sırasında tepkisini dile getirdi. Kimisi İsrail diyemedi kimisi tek cümleyle de olsa kınamalar oldu. Fakat bunun haricinde Türkiye’de sinemacıların gündeminde Gazze yok gibi bir şey… Dünyaca ünlü yönetmenlerimiz arasında Semih Kaplanoğlu’nun bitmeyen hassasiyetle paylaşımları varken diğer meşhur isimler de bunu göremiyoruz.
Artısı eksisi ile 7 Ekim sonrası dönüşü olmayan bir yola girildi. Bunun sinemadaki yansıması şu aşamada tepkilerle sınırlı. Çünkü uzun metraj bir film yapmak aylar alan bir uğraş. Yani ürünler görmeye önümüzdeki dönemde başlayacağız.
Şimdi yükselen hassasiyetin hakkını veren, dönüşü olmayan yolun yolcusu olan, sinemanın tarih yazıcılığını ve insanları belli hassasiyetlere yöneltme noktasındaki gücünü kullanan filmler yapmak gerek.
Steven Spielberg’ü bilirsiniz… Schindler’in Listesi, Jurrasic Park, er-Ryan’ı Kurtarmak gibi filmleriyle tanınır. Kendisi Yahudi’dir ve 7 Ekim sonrası hemen bir belgesel hazırlamaya başladı. Konusu ise Hamas’ın 7 Ekim’deki konser sırasında yaptığı iddia edilen katliam! Yani kendi hassasiyetleri doğrultusunda, gerçeklerin çarpıtıldığı bir dönemde, çarpıtılmış gerçekliği besleyecek bir film gelecek. Üstelik dünyanın en meşhur yönetmenlerinden birinden.
İşte bize lazım olan da bu bilinç… Gerçekleri anlatacak, İsrail vahşetinin 7 Ekim sonrası ile sınırlı olmadığını bütün dünyaya anlatacak, yılmadan bunun peşinden gidecek hassas çalışmalara ihtiyaç var.
7 Ekim sonrası uyanışın hakkını verebilmek için üretmek en önemlisi. Yapımcılar, yönetmenler, senaristler, film destekçileri ve elbette izleyici… Herkes mesul… Bu taşın altına herkes elini uzatmalı… Aksi takdirde İsrail’in mağduru oynadığı yeni bir süreç başlatmış oluruz.