Kulluk kavramının çağrışımları insanların kültür, bilgi ve referansları açısından farklılaşabilmektedir. Özellikle modern zamanlar söz konusu olduğunda, modern siyaset, toplumsallık, uluslaşma vb. kavramlar ile birlikte düşünüldüğünde “kulluk” kavramının bir negatifleme ile söylenildiği görülmektedir. Bu bağlamda “kulluk” ile “bireyselleşme” arasında bir gerilim ilişkisi bu konudaki tartışmaların içeriğini belirlediği gibi kulluğu köleleşme ile eşitlemektedir.
Bu yazıda öncelikle kulluk kavramının tanım ve niteliklerine dair konumuz bağlamında bir içerik belirttikten sonra, Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Âdem ve İblis üzerine anlatımlarını esas alarak kulluğun nasıl bir bağlamda ortaya çıktığını ortaya koymak, ardından bu anlatıda saptadığımız nitelikleri günümüz diline ve pratiklerine çevirmeyi deneyeceğiz.
Allah (cc), Kur’ân’ın hemen başında meleklerle şu şekildeki bir diyaloğunu aktarmaktadır:
Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife var kılacağım.” demişti. Melekler, “Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz seni överek yüceltiyor ve seni devamlı takdis ediyoruz.” dediler. Allah da “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip “Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin.” dedi. Melekler de “Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin.” cevabını verdiler. (Allah) “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir.” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim. Yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim demedim mi?” buyurdu. Meleklere Âdem’e secde edin dediğimizde İblis dışındakiler derhal secde ettiler. O direndi, büyüklendi ve kafirlerden oldu. “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, orada istediğiniz yerden rahatça yiyip için ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.” dedik. Şeytan oradan onların ayağını kaydırdı da bulundukları yerden onları çıkardı. Biz de “Birbirinize düşman olmak üzere inin. Bir zaman kadar sizin yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır.” dedik. Bunun üzerine Âdem Rabbi’nden bazı kelimeler aldı (bunlarla tevbe etti); Rabbi de onun tövbesini kabul buyurdu. Şüphesiz O, tövbeleri kabul buyuran ve rahmeti sınırsız olandır. Onlara şöyle denildi: “Oradan hepiniz inin. Benden size muhakkak bir rehber gelecektir. Kim benim gönderdiğim rehbere uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalan sayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı kalıcıdırlar.” (Bakara, 2/30-39)
Hz. Âdem’in (as) yaratılışı ve İblis ile olan ilişkisini betimleyen bu âyetlerden konumuz bağlamında analiz edilmesi gereken bazı başlıkları şöyle çıkarabiliriz:
- Birincisi, insanın varlık alanına gelmesidir ki Allah bunu “halife” olarak nitelemektedir.
- İkincisi, bu varlık âleminde meleklerin mutlak uyumu temsil eden varlıklar olmasına karşın insan reddedebilen, itiraz edebilen, iyiye ve kötüye yeteneği olan bir profil olarak ortaya çıkmaktadır.
- Üçüncüsü, insan eşya ile irtibat kurabilen, hatta ileri düzeyde ona isim verebilen aktif bir varlıktır.
- Dördüncüsü, İblis’i de bu türlerden birisine dahil edersek Allah, melek ve insan şeklinde üç varlık kategorisi ortaya çıkmaktadır. Allah ile diğerleri arasındaki mahiyet farkı hem Allah’ı diğerleri üzerlerinde otorite kılmakta hem de ileri düzeyde kulluk ilişkisini meşruiyet zeminini çizmektedir.
- Beşincisi, insan isyan edebilen bir varlık olarak kendisini gösterdi ve nihayetinde çaba ve emeklerine göre değerlendirilebileceği bir mekâna (dünya) geldi.
- Altıncısı, insan yaptıklarından pişman olup tövbe ederek Allah’ın otoritesini yeniden tanıdı.
- Yedincisi, dünyada Allah’a kulluğun temel amaç olduğunu ve rehberlik ile bunun bir rotada sürdürülebileceği gösterilmiş oldu.
Buradan yola çıkarak “kulluk” kavramının tanımlarını daha net içerebilmek için modernleşme süreci boyunca “özgürlük” ve “kulluğun” nasıl algılandığına kısaca bakmak gerekir. Bir kere Rönesans’la birlikte gelen hümaniter anlayış insanın Allah ve dünya ile ilişkisinin mahiyetini dönüştürmüştür. Bu dönüşüm bir yandan insanı Allah’ın yerine otorite olarak ikame eden bir anlayışı diğer yandan dünyayı insan için yegâne mekan kılan bakış açısını getirmiştir. Böylece Allah’ın yerine otorite olan insanın amacını kendi içkinliğinde bulan; dolayısıyla kendisine göndergesi olup Allah’a referansı olmayan insanın ortaya çıkışının önü açılmıştır. Neticede Batı’da kiliseye karşı yöneltilen eleştiri bir müddet sonra, özgürleşmeyi dinden ve Allah’tan özgürleşme çerçevesinde algılanmaya başlanmıştır. Kulluk da bu bağlamda kölelik ile eşitlenmiş bir kavramın adı olagelmiştir. Hatta birçok modern yazınlarda “insanı kulluktan kurtarılarak özgürleştirildiği” sıklıkla ifade edilir olmuştur.
Kulluk kavramına verilen bu anlamın iki açıdan gerçeği yansıtmadığını yukarıda iktibas edilen âyetlerle ilişkileri çerçevesinde analiz edebiliriz. Birincisi, insan “fücur ve takva”yı (Şems, 91/7-8) ihtiva eden; dolayısıyla kendisine sadece ne söylenirse onu yapan bir varlık değildir. O isimleri öğrenen, isimler koyabilen, karşı çıkabilen, soru sorabilen bir profil olarak Allah’ın karşısında ciddi bir muhataptır. Öyle ki, “emaneti” yani yükümlülüğü üstlenerek yeryüzüne gelmiştir. Dolayısıyla insanı sadece uyum ve kör itaatten ibaret bir varlık olarak tanımlamak gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda insanı tüm bu potansiyelleri ile birlikte tanımlamak esas olmalıdır.
İkincisi, insanın gerçekten irade edebilmesi, itiraz edebilmesi onun özgür bir varlık olduğunun göstergesidir. Hatta Allah’a, topluma ve diğer insanlara itiraz edebilmektedir. Nitekim cennetten yeryüzüne yolculuğu da böyle başlamıştır. Fakat insanın her şeye itiraz ve isyanı gerçekten bir özgürlüğün tüm yollarını kamilen açar mı? Her şeye “hayır” demek özgürleşmenin bir göstergesi midir? Burada ikinci bir kavram daha devreye girmektedir ki o da gerçekliktir. Yani dünyanın, insanın gerçekliği nasıl işlenmektedir ve insan bu gerçeklik içindeki yeri ve konumu nedir?
İnsan, çevresindeki varlıkların farkındalığı ile hem kendisi hem de diğer varlıklarla bir ilişki geliştirir ve gerçeklikle temas kurar. Bu arada en önemli sorunu kendisinin kim olduğu ve dünyada bulunuş sebebidir. İnsan faniliği, gücünün sınırı ve dünyaya dair var olan gerçekleri algıladığında mutlak bir otoritenin varlığı konusunda ikna edici bir düşünceye ulaşabilir. Nitekim Allah’ın var ve bir olması, evreni yaratması vb. kutsal kitapta belirtilen hususlar insan için kabul edilebilir hale gelir. Burada insanın Allah’ı kabul etmesi bir dini argümanı kabul etmesi değil; bir gerçekliğe şahitlik etmesi demektir. Tam da bu nokta “kelime-i şehadet”i anlam ve içerik olarak hatırlayabiliriz. Bu formülasyonda geçen “eşhedü” kelimesi şahitlik etmek demektir. Dolayısıyla iman eden insanlar Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in (sas) Allah’ın peygamberi olduğuna “şahitlik etmektedir”ler.
Şahitliğin ifade ettiği birkaç içeriği burada söyleyebiliriz. Birincisi, insanın ve evrenin varlığı ile karşı karşıya kaldığında kendisi ve evreni açıklamak isteyecektir. Doğrusu insanın gücünün üzerindeki tüm bu varlıklar karşısında aciz kalması ve nihayetinde bir mutlak varlığı kabul etmesi aslında evren ve insana dair bir gerçekliği kabul etmektir. İkincisi de şayet böyle mutlak bir varlığı kabul varsa, en azından Allah ve insan gibi mahiyeti birbirinden iki farklı varlık var demektir. Allah mutlak olduğuna göre buradan çıkaracağımız sonuç insanın Allah’ın yol göstericiliğine olan ihtiyacıdır. Tam da bu noktada Allah ile insan arasında oluşan hiyerarşide “kulluk” da başlamış ve meşruiyet kazanmış olur.
Hz. Âdem ile İblis arasındaki ilişki ve konuşmalar kulluğun içeriği ve mahiyetini de ortaya çıkarmış olmaktadır. İlkin, İblis Allah, evren ve insana dair gerçekliği aslında bilmektedir. Fakat bu bilgisine rağmen şahitlik yapmadığı gibi itaati reddetmektedir. İblis’e teklif edilen “Âdem’e secde” aslında Allah’ın kendisine sunulması gereken bir “credo” (iman ikrarı) anlamına gelmekteydi. Buradaki “secde” Hz. Âdem’e kulluk ifade etmeyip saygıya bir göndermedir. Fakat İblis, Allah’a kulluk sürecine gidecek bu teklifi geri çevirmiş ve Allah’a isyan etmiştir.
İçinde yaşadığımız çağdaş dünyada özgürlüğün içeriksiz bir “red” ve “hayır” üzerinden kurgulanmaya çalışıldığını bilmekteyiz. Esasen İblis, gerçekliği görmesine rağmen bir red tutumu içine girmiştir. Bunu da kendi sübjektif kriterlerine dayanarak yapmaktadır. Nitekim “Âdem’i topraktan beni ise ateşten yarattın; ateş ise topraktan üstündür.” (Sa’d, 38/76) şeklindeki argümanı herhangi bir fiziksel gerçekliğe dayanıyor değildir. Daha sonraki süreçte Allah ile İblis arasındaki diyaloglardan anladığımız kadarıyla, İblis yanlış yolda olmasına rağmen onu terk etmemiş kulluğu da kabul etmemiştir. Bugün dinden ve Allah’tan özgürleşmeyi insanın özgürlüğü ile eşitleyen zihniyet bir kere kendisinin evren karşısındaki konumunu bilmediği gibi bir müddet sonra kendisini mutlak otorite konumuna oturtabilmektedir. Halbuki bilgi ve yetileri sınırlı bir varlık olarak insanın, Allah karşısındaki konumunu bilmesi her şeyden önce gerçekliği ve haddini bilmeyle ilintilidir.
İblis, kendisine sunulan fırsata olumlu cevap vermediğinden bugüne kadar “kulluk” konusunda hem sembolik bir olumsuzluk örneği olmuş hem de diğer varlıklar arasından negatif olarak ayrışmıştır. Daha sonra yaşadığı bu yenilgiyi hazmedemediği için Âdemoğulları’ndan intikam almaya kendisini adamıştır. Bu konuda Allah’tan istediği izin ve geliştirdiği diyalog ilgi çekici olduğu kadar İblis’in konumunu tayin etme açısından da önem taşımaktadır: “Allah, ‘Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil. Hemen çık. Çünkü sen aşağılıklardansın.’ dedi. Şeytan da ‘Öyleyse bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver.’ dedi. Allah da ‘Sen süre verilerdensin.’ buyurdu. Şeytan da ‘(Öyle ise) beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlamdan ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.’ dedi.” (A’raf, 7/13-17).
Burada birkaç noktanın analiz edilmesi gerekmektedir. Birincisi, İblis bu konuma kibri sebebiyle düşmüştür. Dolayısıyla kulluk yolunda insanın çekinmesi gereken ilk tavır kibirdir. İnsan farklı güç mekanizmalarını eline geçirdiği andan itibaren kibrin içine düşürek kulluk yolundan tamamen çıkabilir. Çünkü kibir insanın kendi gerçekliğini (fanilik, güçsüzlük vb.) dikkate almadan farklı bir konumda kendisini görme tavrından ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bunun sonu Firavun, Nemrut örneklerinde anlatıldığı üzere tanrılık iddiasına kadar varır.
İblis gerçekte tüm yaptığı şeylerin farkında olarak, özür dileyip geri dönmek varken baştaki hatalı tavrını sürdürür ve intikam almak üzere harekete geçer. Kıyamete kadar izin isterken bile mutlak otoritenin kim olduğunun kesinlikle farkındadır. İfadesi ise ilginçtir: “Onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” Aslında Allah’ın insanlara bildirdiği “furkan” niteliği ile doğru ile yanlış birbirinden ayrışmıştır. İblis’in dosdoğru yola oturması çeşitli taktiklerle insana bunları göstermeme, farklı gösterme ve yanıltma gibi eylemlerini anlatmaktadır. Üstelik bu tavrında Allah’ın yolunun “dosdoğru” olduğunu da bilmektedir.
Özellikle yaşadığımız postmodern çağda gerçeklik ve sanal olanın birbirine karışması, ekranlardan sürekli gerçeklik adına yanlışların arz-ı endam etmesi söz konusudur. Nitekim post-truth yani hakikat sonrası olan bu çağ Jean Baudrillard’ın deyişiyle hipergerçek bir durumdur ki gerçek olan ile gerçek olmayan arasındaki bulanıklaşmayı ifade eder. Böylece doğru ile yanlış birbirine karışmış olmaktadır.
Yasak ağaçtan yiyen Hz. Âdem ve eşi Havva bir hata yapmışlardı. Fakat onun ardından yaptıklarından pişmanlık ve tövbe ile bir biçimde kulluk yoluna geri dönmüşlerdir. Bu durum bir yandan insanın hata yapabilen bir varlık olmasına, diğer yandan kulluk programını takip edebileceğine göndermelerde bulunmaktadır. Kullukta esas olan Allah ile insan ve hatta diğer varlıklar arasındaki hiyerarşiyi sürekli hatırlamaktır. Dolayısıyla kulluk, insanın hem evrenin bir gerçekliğini kabul etmesi hem de kendi konumunun farkına varması açısından Allah ile arasındaki ilişki biçiminin en net ifadesidir.