Hz Peygamber (sas) dönemi kardeşlik (muahat) uygulamasının günümüze bakan yönleriyle nasıl değerlendirebiliriz?
İslâm, fıtrattır; fıtrat üzere olmaktır. En kısa ifadesiyle İslâm, tüm yaratılmışların; maddenin, eşyanın, canlıların, insanın ve toplumun fıtratıdır. Bir şey fıtratı üzeri olunca normal olur, güzel olur, iyi olur, mutlu olur, güvenlikte olur. Dolayısıyla İslâm olan, İslâm’a uygun olan her şey normaldir, iyidir, mutluluktur ve güvenliktir; yani esenliktir.
İslâm’ın sözcük anlamının “esenlik”, “güvenlik” olması da bu sebepledir; yoksa bu bir tesadüf değildir. Bal yapan arı, güzel rengiyle ve kokusuyla günü selamlayan menekşe, dünyayı aydınlatan ve ısıtan güneş, olabilecek en mükemmel ve en büyük kimya laboratuvarından daha sistematik çalışan karaciğer, anne rahminde oluşup gelişen bebek… her şey fıtrat üzerinedir, İslâm’dır; İslâm’ladır. Bu güzellikleri, bu mükemmellikleri, bu güvenlikleri de bundadır.İsteseler de, istemeseler de başka hâl üzere olmak onlar için söz konusu değildir.
Ancak inanç ve düşünceleriyle, tutum ve tavırlarıyla, hâl ve hareketleriyle; kısacası hakikat bilerek kabullendiği ilke ve ölçüleriyle ve hayat tarzıyla insan istisnadır. O isterse fıtrat üzerine olur ve esenliğe erişir; istemezse fıtrattan ayrılarak gönlünü ve aklını, bireysel ve toplumsal hayatını, için de yaşadığı dünyayı ve hatta evreni kötülüklerle, çirkinliklerle, şiddetle, zulümle doldurarak, kendisini de parçası olduğu dünyayı da zorlukların, sıkıntıların, kötülüklerin, çirkinliklerin, haksızlıkların karanlığına sürükler; tarihte ve bugün genelde yaptığı üzere. Ancak fıtratının gereğini, yani İslâm’ı seçenler için durum farklıdır. Yaratan tarafından bildirilen hakikate ve fıtratının gereğine tabiî olanların tarihi “saâdet asrı” olmuştur; onlar dünyalarını ve Dünya’yı esenlik yurdu kılmışlar; gönüllerde ve hayatlarda, ailelerde ve şehirlerde, bireylerde ve toplumlarda, ticarette ve siyasette adalet, hakkaniyet, güzellik, ahlâk, huzur egemen olmuştur.
Orada,menfaatte ve imkânlarda “sadece ben” veya “öncelikle ben” diyenler yoktur; orada birbirlerini “biz” olarak niteleyenler ve “önce sen” diyenler vardır. Onlar “biz” derken, sadece kan ve nesep bağını dikkate almadılar. “Biz” ekseninde şekillenen duyguları ve yaşayışları,tüm bağlardan daha güçlü bir bağ ile birbirlerine bağlanarak tesis ettiler. İnsanlığın yaygın olarak bildiği ve tabiî olduğu kan ve soy bağından daha güçlü bir bağ ile birbirleriyle “kardeş” oldular. Bu öylesine bir kardeşlikti ki sadece zenginliği, mutluluğu, imkânları, iktidarı değil; dertleri, sıkıntıları, yükleri, sorumlulukları da paylaştılar. Bu paylaşımlarını da “sorumluluklar bana, imkânlar sana” üzerinden hiç zorlanmadan, kırmadan, küstürmeden gerçekleştirdiler. Bunu onlardanfıtratları; fıtratlarının gereği olan İslâm; İslâm’ı teşkil eden hakikatin bilgisi ve hakikate uygun olan “esenlik”istemişti ve onlar da bu isteğe hiç tereddüt etmeden tabiî oldular. Onların bu durumlarına “ebedi gerçek” şöyle şahitlik etti: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9). Onlar bunu yaparken, dünün, bugünün ve yarının dünyasında fıtrattan uzaklaşmış kimselere ütopya gelen ve gelecek olan; hakikatten uzak olanların gönülleri ve zihinleri açısından “hayatın gerçeklerine” aykırı bulunan ve bulunacak olan; adaleti, gerçek güzelliği ve güzel ahlakı zihninden ve hayatından kovmuş olanların imkânsız bulduğu ve bulacağı bir birliktelik ve gerçek bir dostluk tesis ettiler ve adına “iman kardeşliği” dediler. Bu halleriyle de tüm insanlığa örnek ve model oldular; tabii ki öncelikle onların yolunun yolcusu olduğunu iddia edenlere.